İmandan sonra en büyük hakikat: Namaz
Kâinatta en yüksek hakîkat îmandır, îmandan sonra namazdır. Namaz kılmayan hâindir; hâinin hükmü merduddur. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîminde, yüz yerde edâsını emrettiği namazdan daha büyük bir hakîkat olsa idi, îmandan sonra onu emrederdi.
Tarihçe-i Hayat, s. 607
***
Birtek saat, beş vakit namaza abdestle kâfi gelir. Acaba, yirmi üç saatini şu kısacık hayat-ı dünyeviyeye sarf eden ve o uzun hayat-ı ebediyeye birtek saatini sarf etmeyen ne kadar zarar eder, ne kadar nefsine zulmeder, ne kadar hilâf-ı akıl hareket eder! Zîrâ, bin adamın iştirak ettiği bir piyango kumarına yarı malını vermek, akıl kabul ederse—halbuki, kazanç ihtimâli binde birdir—sonra yirmi dörtten bir malını yüzde doksan dokuz ihtimâl ile kazancı musaddak bir hazîne-i ebediyeye vermemek, ne kadar hilâf-ı akıl ve hikmet hareket ettiğini, ne kadar akıldan uzak düştüğünü kendini âkil zanneden adam anlamaz mı?
Halbuki, namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem, cisme de o kadar ağır bir iş değildir. Hem, namaz kılanın diğer mübah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibâdet hükmünü alır. Bu sûrette bütün sermâye-i ömrünü âhirete mal edebilir. Fânî ömrünü bir cihette ibka eder.
Sözler, 4. Söz, s. 27
***
..derd-i maîşet için namazını terk eden, o nefere benzer ki, tâlimi ve siperini bırakıp çarşıda dilencilik eder. Fakat namazını kıldıktan sonra, Cenâb-ı Rezzâk-ı Kerîmin matbaha-i rahmetinden tâyinâtını aramak; başkalara bâr olmamak için bizzat gitmek güzeldir, mertliktir. O dahi bir ibâdettir.
Sözler, 5. Söz, s. 29
***
Demek bu beş vaktin herbiri, bir mühim inkılâb başında olduğu ve büyük inkılâbları ihtar ettiği gibi, kudret-i Samedâniyenin tasarrufât-ı azîme-i yevmiyesinin işaretiyle hem senevî, hem asrî, hem dehrî Kudretin mu’cizâtını ve Rahmetin hedâyâsını hatırlatır. Demek asıl vazife-i fıtrat ve esâs-ı ubûdiyet ve kat’î borç olan farz namaz, şu vakitlerde lâyıktır ve ensebdir.
Sözler, s. 46
Lügatçe:
merdud: Reddedilmiş, kovulmuş.
hayat-ı dünyeviye: Dünya hayatı.
hayat-ı ebediye: Sonsuz hayat, ahiret hayatı.
hilâf-ı akıl: Akla ters.
musaddak: Tasdik edilmiş.
hazîne-i ebediye: Sonsuz hazine.
âkıl: Akıllı.
mübah: Sevabı ve günahı bulunmayan günlük davranışlar.
sermâye-i ömr: Ömür sermayesi.
ibka: Bakileştirme, sonsuzlaştırma.
derd-i maîşet: Geçim derdi.
Cenâb-ı Rezzâk-ı Kerîm: Gayet cömert rızık verici.
matbaha-i rahmet: Rahmet mutfağı.
bâr: Yük, zahmet.
inkılâb: Değişim.
kudret-i Samedâniye: Herşey kendisine muhtaç olan Allah’ın gücü.
tasarrufât-ı azîme-i yevmiye: Günlük büyük tasarruflar.
dehrî: Dehre ait, bin yıllık zaman dilimine ait olan.
hedâyâ: Hediyeler.
vazife-i fıtrat: Yaratılış vazifesi.
esâs-ı ubûdiyet: Kulluğun esası.
enseb: En münasip, en uygun.
|
Mekânın Nur ve Cennet olsun
Hidayete ermeden önce, hayatı ve ölümü uzun müddet sorgulamış, epey ızdırap ve bunalımlar yaşamıştım. En son takıldığım bir nokta vardı. Tohum! Onda ebedî bir hayat çizgisi görmüş, o çizgide yürüdükçe, sanki bir umut bulmuştum. Duâlarımla, o umuda ve o umudun arkasından doğacak hakikatlere ulaşmaya çalışıyordum. Bu asrın karmakarışık yüzünde, o tohumu hangi tarlaya atacaktım ki yeşerebilsin? İnsanlar kalabalık, yollar ziyadesiyle fazla idi. Nereye, kime tâbi olacaktım?
Duâlarımı değil, ama arayışımı bir müddet erteleyip, çalışmaya karar verdim. İlk işyerimde Mü’mine olan ismim dolayısıyla Allah’a inanmayan bir arkadaşın, ismime uygun, inançlarımın gereğini yerine getirerek yaşayıp yaşamadığım hususunda beni sorgulaması, arayışımın başlangıcı olmuştu.
Arkadaş, Allah’a, peygambere, Kur’ân’ın hak kitap olduğuna dair şüphelerini ard arda sıralayıp benden cevap istemişti. O anda, pek bilgim olmamasına rağmen, Allah’ın yardımı ile oldukça muknî cevaplar verebilmiştim, ama öyle bunalmıştım ki, içimden şöyle kuvvetli bir duâ geçmişti: “Allah’ım bu tür sorulara cevap verebileceğim ve zorlanmadan meramımı anlatıp, kalplere ulaşabileceğim bir kaynağa, bir bilgi ya da topluluğa ulaştır beni.”
Bir müddet sonra, evime çok yakın bir yere tayin ettiler beni. Burada şefim bana dinî kıssalar anlatıyordu, arada bir. Zaman geçtikçe arayışlarıma gittikçe yaklaşmaya başladığımı hissettim. Uzunca bir yazı yazdım bir gece. Ertesi gün şefime okudum. Çok duygulandı. “Bunu bir gazeteye göndermeliyiz” dedi ve benden alarak postaya verdi.
Epey bir zaman geçti aradan. Bir ay kadar. Bu arada, ben başörtüsü takalı bir gün dahi olmamış, masamda oturuyordum ki, bir ziyaretçimiz var olduğunu söylediler. Gelen Mehmet Emin Birinci Ağabey idi. Şefim, kendisini tanıştırdı. Yanında benim yazımın çıktığı İttihad gazetesi, yazı için gönderilen tebrik telgrafları ve mektuplar, bir de Hekimoğlu İsmail’in Minyeli Abdullah kitabını getirmişti.
Yazmaya devam etmemi, memnuniyetle yayınlayacaklarını söyledi. “Ne hususta yazacağım?” dedim. “Yaz işte. Ne hissediyorsan onu. Nasıl örtündün? Bu güne gelene kadar ki bunalımların. Şu andaki duyguların. Bunlara ihtiyaç var” dedi. Böylece yazmaya başladım. Ne hissediyorsam, duygularımı hiç saklamadan. Bence tohum sümbüllenebileceği mecraya düşmüştü artık.
Bu arada hanım ders cemaatleriyle de tanıştım. Bir gün Mustafa Polat Ağabey, kendi evindeki kütüphanesinden, tam bir Risâle-i Nur Külliyâtını elleriyle alarak, içlerini elyazısıyla imzalayıp, bana hediye etti ve “İşte merak ettiğin tohumun mecrası ve istediğin ebed hakikati! Sen öyle bir hazineye ulaştın ki, bu sayede gerçek zenginliği de buldun. Hayırlı olsun” dedi.
Bulduğum hakikat, gerçekten hayırdı, bereketti. Nur ve kurtuluştu. Bu asrın karanlık yüzünde, Kur’ân hakikatlerine, Peygamberimiz (asm) rehberliğindeki dos doğru yola çıkaran bir yol göstericiydi.
Rahmetli Birinci Ağabey, rahmetli Sudi Reşat Saruhan’ların evlerinin o çok geniş salonunda, salonun en uzak bir köşesine oturarak, Saruhan Ağabeyin kızlarıyla beraber, bir grup genç kız aradaşımıza, birçok dersler okudu. İzahlar yaptı. Sorularımıza cevaplar verdi. Lügâtten nasıl çalışacağımızı gösterdi. Her kelimeyi en az on cümlede kullandırıyor ve bu kelimeleri, konuşma lisanımıza da tatbik etmemizi istiyordu.
Bir gün demiştim ki, “Birinci Ağabey, ben Ene ve Zerre Risâlesini tam otuz kere okudum. Hâlâ anlayabilmiş değilim.” Öyle bir kızdı ki, bana veya öyle göründü. “Kardeşim biz üç bin kere okuduk. Her seferinde ayrı bir mânâ keşfediyoruz da, sen otuz kerede nasıl anlayabileceğini düşünüyorsun?” diye sormuştu bana.
Yine birgün, gazetede çay ve yanında bir şey ikram edilmiş yiyordum ki, odaya girdiği anda, “Sağ elinle! Sağ elinle...” diye ikaz edince, “İyi de ben sağ elimle yiyorum ama...” dedim. “Sağ elinle yiyorsun, ama sol elinle içiyorsun. Hem yeme, hem de içme işini sağ elinle yapmalısın” dedi. Onların bizim hatalarımızı düzeltmeleri, bizim için asla kırgınlık değil, iftihar vesilesi idi. Zira hatalarını düzeltebildiğin ölçüde, ebedin kapısını sağlam açabilirsin.
Hidayete erdikten sonraki ilk günlerimden, bende Birinci Ağabeyin birkaç mektubu var. Ben de cevap yazmıştım. Daha o kadar yeniydim ki, Cenâb-ı Hakk’a ‘Tanrı’ dediğim için beni ikaz etmişti.
“Sen, sana elbette kendi isminle hitap edilmesini istersin. Güzel isminin garip bir kısaltma ile senin hoşlanmayacağın bir tarzda kullanılmasını ister misin?” “İstemem tabiî” dedim. “Allah’ın da öyle güzel isimleri var ki, kendisinin bu isimleriyle anılmasını istiyor” dedi. Bu ikaz bana yeterli oldu. Ondan sonra Rabbimin isimleri, dilimdeki en güzel kelimeler oldu, çok şükür...
Yine bu yeni günlerimde, Isparta’ya gitmiştik. İlk zamanlarda Risâle-i Nur’ların, duvarlara gömülü dolapların içinde, gazlambası ile, nice zorluklarla yazıldığının hatıraları yâdedildi. Cennet Bahçesi’ni gezdik. Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin duâ, tesbih ve tefekkür ettikleri ulu çınarı gördük. Sonra o köyden olan bir rehber eşliğinde, bir grup hanım cemaatini, Çam Dağı’na çıkardı Birinci Ağabey.
Yol, yürüyerek çok uzundu. Hiç durmadan yol almak gerekiyordu. On iki yaşlarında bir küçük kardeşimiz de vardı ki, yorulmasın diye bize rehberlik eden zâtın eşeğinin üzerine bindirildiği anda, eşek atağa kalkıp koşmaya başladı. Yolun bir yanı derin bir uçurum. Kızcağız öyle bir ürkmüştü ki, “Aman gözünü seveyim eşekçik. Lütfen sakinleş, ne olur” diye söylenince, Birinci Ağabey geriden seslendi: “Eşeğe değil, Allah’a yalvar. Yoksa uçurumun dibinde parçalarını bulamayız.” Neyse eşek sakinleşip durunca, bir daha bütün tekliflere rağmen, kardeşimiz eşeğe binmeyip yürümeyi tercih etti.
Devamlı yüründüğü halde, çok uzun sürdü yolculuk. Çam Dağı’na vardık sonunda. Üstadın buraya ait hatıraları yâdedilirken, ben bir anda Üstadın, üzerinde tefekkür ettiği katran ağacının üzerine çıkıp oturdum. Bir de aşağıya baktım ki, içi çam ağaçlarıyla dolu, dik ve çok derin bir uçurum. Yüreğim ağzıma geldi. Bir an, ağacın üzerinde olduğumu unuttum. Sanki uçurumun ortasında asılı duruyordum.
Vakit ikindiye yaklaşmıştı. Fazla kalmadan dönmek zorundaydık. Ama beni indirebilmek ne mümkün. Birinci Ağabey susturdu hepsini. “Hadi dönüyoruz. O kalsın. Zaten tefekkürü de seviyor. Gece olup, yıldızlar çıktığında, burasının manzarasına doyum olmaz.” Arkadaşlar da ses etmeyip, dönme hazırlığına başlayınca, nasıl indiğimi anlamadan, birden kendimi yerde buluverdim.
İşte böyle... Sizlere Birinci Ağabeyle olan hatıralarımdan bir demet sunmaya çalıştım. Onlar bütün insanlığa örnek olabilecek mümtaz bir cemaatin fertleriydiler. Biz onlardan çok dersler aldık. Yüklendiğimiz mes’uliyeti kusursuz taşıyabilmemiz için, çok yardımlar, teşvikler gördük. Haklarını ödeyebilmemiz, elbette mümkün değil. Bu Nur kervanı, kıyamete kadar hak ve hakikati yaymakta devam ederek yürüyecek inşaallah. Biz de peşlerinden ayrılmadan, ömrümüzü hayırla tamamlayıp, onlara dahil olanlardan oluruz diye duâ etmekteyim. Rabbim bizi birlik ve beraberlikten ayırmasın inşaallah.
Mekânın Cennet, nur ve saadet olsun. Âmin... Ebedde görüşmek üzere kıymetli ağabeyim.
|
Üç Mehmed’ler
Bu dâvâya intisab ettiğimizden beri, hizmet-i Nuriye’nin fedakârları olan ağabeylerimizi tek tek tanıma şerefine nâil oluyorduk. Özellikle de; saff-ı evveller ve onların yetiştirdiği diğer fedâî ağabeyleri tanıdıkça büyük bir haz duyuyorduk. Ankara’da, ilk defa gittiğim (1970) dershanede rahmetli emekli yüzbaşı Refet Barutçu (Lem’alar çoğunlukla onun sorduğu sorularla meydana gelmiştir) Ağabeyi tanımış ve onun iltifatına mazhar olmuştum. Yani, ağabeyler kervanından tanıdığım ilk kişi oydu. Daha sonraları rahmetli Bayram Yüksel olmak üzere diğer ağabeylerimizle de müşerref olmuştuk. Tabiî bu ağabeylerimizin hepsinin yeri ayrıydı. Hizmetteki istihdam şekillerindeki vazifeleri kendilerine has bir durum arz ediyordu. Ama bunlardan özellikle neşriyat (gerek Risâle-i Nur ve gerekse gazete, kitap vs.) sahasındaki hizmetleri her zaman takdir edilen ve Üç Mehmed’ler olarak iştihar eden (Fırıncı, Birinci ve Kutlular) ağabeylerin yeri ve konumu daha bir farklıydı. Onlar İstanbul merkezli hizmetlerde Üstad Hazretlerinin vefatından sonra yine neşriyatlarımızın bânisi sayılan rahmetli Zübeyir Ağabeyin yanında yetişmiş, hizmetin içtimâî mevzularıyla alâkadarlıkları ve vukufiyetleri bir başka özellik arz etmişti. Zübeyir Ağabeyin vefatından sonra, hizmeti yürüten ağabeylerin (gerek saff-ı evveller ve gerekse diğerleri), o gibi konularda tam mutemidleri olmuşlardı.
İşte bu üç Mehmed’lerden Mehmed Emin Birinci Ağabeyi tanıdığımda onda bir asalet, babacanlık ve Nurun verdiği diğer hasletleri de müşahede etmiştim. Yeni Asya gazetesinin tarihî romanlarının (o zamanki) yazarı olan Yavuz Bahadıroğlu müstear namlı Niyazi Birinci’yi (amcasının oğludur) memleketleri olan Rize’nin Pazar ilçesinden getirterek, tarihî romanların dışında da Yeni Asya’nın yazar kadrosuna dâhil olmasına sebep olmuştur. İstanbul’a gittiğimiz zamanlarda, gazetede olsun, sonradan Nurtaşı’ndaki (Kıztaşı) dershanelerde olsun veya Ankara’ya geldiklerinde görüşüyorduk.
Balıkesir’de bulunuyordum; zannedersem 1989 senesiydi. O zaman bu Üç Mehmed’ler ve Vanlı Selahattin Akyıl Ağabey oraya gelmişlerdi. Çeşitli sohbet vesâireden sonra akşam kalmaları icap etti. Herhalde mevsim de kıştı. Gazete bürosunda Balıkesirli Ağabeylerle beraberdik. Gece kalmaları için bize davet ettim. Kutlular Ağabeyin biraz hassasiyetini de biliyordum. Kutlular Ağabey “Evin müsait mi?” dedi. “Evet, lojman, hem de kaloriferli” dedim. “Bak, ben tek odada kalırım ha” dedi. Ben yine “tamam” dedim. Bir iki şey daha söyledi. Ne dediyse çözdüm. Baktılar ki benimle baş edemiyorlar, Birinci Ağabey de bunu bildiği için lâtifeyle karışık “Osman kardeş, bu Balıkesirliler biraz cimridir. Kutlular Ağabeyle Selahattin Ağabeyi sen götür, biz de Fırıncı Ağabeyle Hasan Ağabeylere misafir olalım” dedi. Hep beraber gülüştük, tabiî bu arada da Hasan Ağabeye de her zamanki gibi takılmadan edememişlerdi.
Geçen ay Yeni Asya’da hasta olduğu haberini duyunca üzülmüş ve duâ etmiştim. Üç haftadır Mısır’da bulunuyorum. Bir hafta önce Bursa’dan Erdoğan Akdemir’in gönderdiği mail ile yine Bursa’nın hizmet erlerinden Ziya Öztenekeci kardeşimin babası M. Kemalpaşa’nın mübarek cemaatinden Asaf ağabeyimizin vefat haberini alınca üzülüp, “Allah rahmet eylesin” dedim. Birkaç gün sonra da Birinci Ağabeyin vefat ettiğini Ankara’daki kardeşim mesaj ile bildirince “İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn” dedim. Rabbim rahmet eylesin, makamlarını Cennet eylesin.
|