Ayrılık içinde vuslat ve vuslat içinde ayrılık gibi birbiri içine girmiş nice duyguların yaşandığı “Kutlu Doğum” gibi bir tarih var mıdır acaba? Hemen her kesimden Hz. Peygamber’e ithaf edilen Kutlu Doğum Haftası faaliyetleri şüphesiz akıttığı gözyaşları ve tebessümleriyle etrafına gonca gül dağıtan bir hâle misali büyüdü, büyüdü, büyüdü.
Halka halka insanların koştuğu bu faaliyetlerde salât ve selâmların arşa yükseldiği böylesi ortamlar, karanlıklara boğulmuş bir dünyanın sinesine rahmet yağmuru misali düşen ve ardından gül olup açan Hz. Peygamber’in bitmez tükenmez, “ümmetim” nidasına açılan niyazlar olup taştı. Salonları doldurup taşıranların tek bir amacı vardı: Resulullah’la ilgili yapılan sohbetlerden nasip almak! Nasipsizlerin bollaştığı bu âhirzamanda gönüllerine ondan bir damla nur taşımak! Nihayet, “Kardeşlerim” diye hitap ettiği neslin bir parçası olmak!
İnsan bu tabloya baktığında nasıl bir medeniyetin mensubu olduğunu daha iyi anlıyor ve şükretmesi gerektiğini idrak ediyor. Hemen her tarafta doğumu güllerle kutlanan Peygamberin (asm.) temelini attığı bu medeniyet, baştan aşağı bir gül medeniyetidir. Sevgi, şefkat, merhamet ve hoşgörü gibi insanlığın bugünlerde muhtaç olduğu kavramların temelinde yükselen bu medeniyette her şey gülde temsil edilir olmuştur. Tipik Ümmî Sinan’ın, “Gül alırlar gül satarlar/ Gülden terazi tutarlar/ Gülü gül ile tartarlar/ Çarşı pazar güldür gül” şeklinde ifade ettiği gibi, her şeyin mihengi Resulullah ve Kur’ân-ı Kerim olmuştur. Çünkü bu medeniyet, “Levlak” sırrının yörüngesinde yaşamayı şiar edinmiş bir medeniyettir. Öyleyse, “Sen olmasaydın, kâinatı yaratmazdım” hitabıyla şereflenen peygambere ne kadar uyar ve ne kadar benzemeye çalışırsak, o derece “gül”leşiveririz.
Bu bağlamda, Sadî-i Şirazî’nin Gülistan adlı eserinde anlattığı şu hikâye, Hz. Peygamber’e hem hâl ve hem de sözlerimizle lâyıkıyla bağlı olmayı güzel bir şekilde açıklar: “Bir gün hamamda dostlardan biri bana güzel kokulu bir kil parçası verdi. Kile sordum: ‘A mübarek, sen misk misin, amber misin? Senin gönül çekici kokunla mest oldum.’ Kil bana şu cevabı verdi : ‘Ben basbayağı bir kil (bir nevi toprak) idim. Fakat bir müddet gül ile arkadaş oldum. Gül ile yaptığım o arkadaşlık bana tesir etti. Onun güzel kokusu bana sindi. Yoksa ben, bildiğin o âdi toprak parçasından başka bir şey değilim.”
İşte bütün insanların yaptıkları veya yapmak istedikleri şey, bence budur. Gülün zerafetini, letafetini, kokusunu içine sindirmek ve çarşı pazarda doluşan güllerden olmak. Söz gelimi, “Yoksa sevdiğimin ilinden misin/ Yoksa has bahçenin gülünden misin?/ Güzel Muhammed’in terinden misin?/ Cennet-i âlâda gül safâ geldin (Pir Sultan Abdal)” türünden iltifatlara mazhar olmaktır. Değil mi ki Allah Kur’ân-ı Kerim’inde, “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin (Âl-i İmrân Sûresi, 3:31)” diyor, demek ki Allah’a varmak, Muhammedî yoldan geçmekte.
Evet, Kutlu Doğum Haftası adı altında faaliyetlerin yapıldığı günlerde, âdeta rahmetin tebessüm eden yüzü nispetinde etrafına nur saçılıyor. Uğruna yaratıldıkları nura koşuyor insanlar. Salonlar dolup taşıyor, salâvatlar gönül pınarlarını çağlayana dönüştürüp göz çeşmelerinden akıtıyor. Na’tlar onu söylemekte, ezgiler ona seslenmekte ve bütün âminler rahmet Peygamberinin (asm.) şefkat şemsiyesinin altında yer bulmaya çalışmakta. Bu, aslında Taif’te taşlanırken, “Ya Muhammed (asm.), ister misin şu iki dağı birleştirip hepsini helâk edelim” teklifine karşılık, “Hayır, ben rahmet peygamberiyim” dediği anlayışın, gönülleri fethedişinin simgesi değil de nedir?
Varsın, Papa ve benzerleri, “Muhammed ne getirdi kılıçtan başka?” diye ara sıra kara çalmaya yeltensinler. Çünkü güneş balçıkla sıvanmaz. Zira bütün olumsuzluklara rağmen, her geçen gün hakikat güneşinin huzur veren sıcaklığıyla aydınlığa koşuyor insanlık! Velev istemeseler de…
14.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|