Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 14 Nisan 2007
Mehmet Fırıncı ve Mehmet Kutlular ; Mehmet Emin Birinci'yi anlattı...indirmek ve dinlemek için tıklayınız

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


S. Bahattin YAŞAR

Rüyalar âlemi



Rüya deyip geçmemeli

Rüyalarda yaşarız birçok hayalimizi. Özlediklerimiz, yıllardır görüşemediklerimiz, çok uzaklarda bulunan dostlarımız güler yüzleriyle geliverirler rüyalarımızın bir köşesinden. Böylece tatlı duyguların yaşandığı, hasret giderme arenası oluverir rüyalar. Rüyalar, ne anlamlı ve güzel bir ikram insana.

En iyi bir sinema filminden çok daha muhteşemdirler. Rüyalar, bizim istediğimiz ve içinizde canlandırdığınız gibi meydana gelir. Bir şey ne kadar yüreğe dokunmuşsa, o nispette film karelerinde yerini alır.

Güzel düşünen güzel rüyalar görür

Düşündüklerimiz hayatımızı etkilediği gibi, rüyalarımızı da etkilemektedir. İnsan, düşünceyi taşımanın kolay olmadığını anlıyor zamanla. Taşınan yükün geceleri böldüğünü, uykular kaçırdığını yaşayınca anlar. Düşünce hamallığının, sadece bir düşünce taşımaktan ibaret olmadığını öğretir rüyalar. Bazen şartları farklı, birer okul sınıfı oluverirler onlar.

İnsanın, neden rüya gördüğü düşündürücüdür. Gün boyu neyin etkisinde kalmışsa insan, gece boyu onun etkisinde kalması sadece bir sonuçtur. Şuuru ne ile meşgul ise insanın, rüyaları, hayalleri de onun ile süslenmektedir.

“Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen güzel rüya görür” sözü; duyu organlarını ne ile meşgul ederse insan, öylece hayatı değerlendirmeye başlayacaktır. Ondandır ki, günlerce düşündüklerimiz, özlemini duyduklarımız ya da hasretini çektiklerimiz gelir rüyalarımıza.

Annesi ölen çocuğun, rüyaları hayata dönüşür. Her gece onun için anneyle kavuşmanın adı olur. Sevincin adı olur. Kucaklaşmanın adı olur. Bir diğer ifadeyle, hayata yön vermenin adı olur rüyalar.

Rüyalarımız bizi yansıtır

Biriktirdiklerimiz karşımıza çıkıyor. Hayatta, hayallerde ve rüyalarda ektiklerimizi biçeriz. Temelsiz yapı düşünmek imkânsız. Rüyalarımızın arkasındaki gerçek, su yüzüne çıkmamış olan bizizdir. Rüya kılıfında, duygu haritamızın inceliklerini taşır rüyalarımız.

Çocuk rüyaları!

En dikkat çekici rüyalar, çocuk rüyalarıdır. Tertemiz, berrak, saf bir dünyanın perdesine yansıyanlar, temiz ve paklık içerecektir.

Çocukların rüyalarını dinlemeliyiz. Güzel rüyaların ölçüsü daha çok çocuklarda kendini gösterir. Ancak imanlı atmosferlerin içerisinde büyüyen ve kalbinde, aklında, hayalinde ‘güzel’ arayışı olan çocuklarda nitelikli rüyalar olabilecektir. Yoksa televizyonların hedef kitlesinde bulunan, zehirlemek amaçlı atışlarına muhatap olan çocuklar, henüz çocuk yaşlarda yaralanmış olacaklardır.

Ve henüz körpecikken, ne acı ki, rüyaları da, hayalleri de bozulmuş olacaktır. Buna meydan vermemeli büyükler.

Çocuk dünyaları, rüyaları her zaman için aziz misafirler ağırlamaya müsaittir.

Büyüklerin rüyaları da büyük

Düşüncesi, dâvâsı, ideali büyük insanlar büyük rüyalar görürler. Hatta büyük insanların, daha henüz çocukluk yıllarındaki rüyalarını incelemeye almakta fayda var.

Böyle bakınca, “Güzel düşünen güzel rüya görür” diyen Bediüzzaman’ın rüyalarını dikkate almak, çok ibretli levhalarla karşılaşmayı netice verecektir.

Denilebilir ki yaşanan hayat, rüyaları da belirliyor. Çok güzel düşünceli insanlar, çok kötü rüyalar görmez. Güzelliğin aydınlığında, çirkinliğe yer yoktur.

Anlaşılıyor ki hayat da, rüyalar da, hayaller de hayata dair tercihlerimiz de gizli.

14.04.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Gençlik çıkmazı



Önceki akşam, madde bağımlılığı ile mücadele konusunda yapılan bir tiyatro izledik.

Türker İnanoğlu Maslak Show Center’de.

Nokta Tiyatrosu, “Gençlik Çıkmazı” adlı bir oyun sergiledi.

Abdullah Şahin tarafından hazırlanan tiyatroda, Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Nimet Çubukçu da hazır bulundu.

Oyunda aynı zamanda, Uğur Dündar’ın Arena’sı ve Haber Özel’den görüntüler de sinevizyondan izleyicilere aktarıldı.

Görüntüler etkileyiciydi doğrusu. Özellikle Adana’da tinerci bir gencin feryatları kulakları çınlatıyordu:

“Gençleri ölüyor, kurtarın bizi. Bu tiner bizi yokediyor. Ne olur elimizden tutun!”

Aslında bu oyun, yani “Gençlik Çıkmazı” Emniyet Genel Müdürlüğüne bağlı TADOK (Turkish International Academy Against Drugs and Organised Crime–Türkiye Uluslararası Uyuşturucu ve Organize Suçlarla Mücadele Akademisi) tarafından ortaya konan ilkeler doğrultusunda hazırlanıyor... Ayrıca, Türkiye’de ağırlıklı olarak Emniyet Müdürlüğü ve belediyelerin desteklediği 40’a yakın farklı yer ve organizasyonda sahnelendiğini hatırlatalım.

Programdan sonra Gazeteci Haluk Şahin’le konuştuk. Gençliğin içine düştüğü durumu sordum. Tiyatrodaki görüntülerin zaman zaman gerçek olduğunu, bir gazeteci, hatta eğitim görevlisi olarak üzerine düşeni hakkıyla yapmaya çalıştığını belirtti.

Oyunun aktörlerinden Ahmet Ünal da, “Ne yazık ki, bu gençliği kurtarmamız gerektiği konusunda mücadelemiz yetersiz. Biz tiyatroyla bunu yapmaya çalışıyoruz. Halkımıza ses ve mesaj vermeye çalışıyoruz” diyor.

Oyun öncesi Yakacık Çocuk Yuvası’nda kalan çocuklar da bir “ritm” gösterisi sundu.

Grubun adı da hoş; “Tam Tam Ritm Grubu..” Yakacık Yetiştirme Yurdunda kalan çocukları tebrik ettim. Bir zamanlar Yakacık Yetiştirme Yurdunda kaldığım dönemler zihnimde canlanıverdi. Ne yazık ki, bu tür faaliyet ve etkinlikler o zamanlar yoktu.

Devlet Bakanı Nimet Çubukçu’yla konuşurken de bunu hatırlattım. Kendisi, özellikle yurtlarda kalan çocukların hep olumsuz bir şekilde hatırlandığını belirtti. Bakanlık olarak üzerine düştüklerini yaptığını, ama medyanın da “sorumlu” davranması gerektiğinin altını çizdi. Uyuşturucu ve madde bağımlılığı ile mücadelede herkesin üzerine düşen görevi yapması gerektiğini söyledi. Anne ve babalara çağrıda bulundu.

Abdullah Şahin de yaptığımız görüşmede, çeşitli il ve ilçelerde sahnelenen bu tiyatroya çok büyük bir ilgi olduğunu söyledi.

Gençlik Çıkmazı oyununu sahneleyenlere biz de teşekkür ve tebrik ediyoruz.

Hazır, laf tiyatrodan açılmışken…

İstanbul İl Jandarma Alay Komutanlığı ekipleri tarafından geçtiğimiz hafta bir uyuşturucu satıcı şebekesine yönelik operasyon düzenlendi.

“Kelebek” operasyonu kapsamında, şebeke elemanlarının telefon kayıtları ele geçti.

Bu isimlerden bir tanesi var ki, bu şebekenin daimi müşterisi olduğu ortaya çıktı..

Ve hakkında arama kararı çıkarıldı.

Bu isim, ünlü sinema oyuncusu Güven Kıraç’tı ne yazık ki.

Kıraç “kokain kullandığını” itiraf etti.

Hatta “Ben bir uyuşturucu kullanıcısıyım. Şebekeden belirli dönemlerde kokain aldım.”

Bu sözler henüz yalanlanmadı. Kıraç sevk edildiği mahkemece serbest bırakıldı. Ama insanı üzen, tiyatro ve sinema oyuncusu Kıraç’ın bu zehiri kullandığını itiraf etmesi. En kısa zamanda bu “illeti” bırakmasını temenni ve dûa ediyoruz.

14.04.2007

E-Posta: [email protected]




Habib FİDAN

Kutlu olsun!



Ayrılık içinde vuslat ve vuslat içinde ayrılık gibi birbiri içine girmiş nice duyguların yaşandığı “Kutlu Doğum” gibi bir tarih var mıdır acaba? Hemen her kesimden Hz. Peygamber’e ithaf edilen Kutlu Doğum Haftası faaliyetleri şüphesiz akıttığı gözyaşları ve tebessümleriyle etrafına gonca gül dağıtan bir hâle misali büyüdü, büyüdü, büyüdü.

Halka halka insanların koştuğu bu faaliyetlerde salât ve selâmların arşa yükseldiği böylesi ortamlar, karanlıklara boğulmuş bir dünyanın sinesine rahmet yağmuru misali düşen ve ardından gül olup açan Hz. Peygamber’in bitmez tükenmez, “ümmetim” nidasına açılan niyazlar olup taştı. Salonları doldurup taşıranların tek bir amacı vardı: Resulullah’la ilgili yapılan sohbetlerden nasip almak! Nasipsizlerin bollaştığı bu âhirzamanda gönüllerine ondan bir damla nur taşımak! Nihayet, “Kardeşlerim” diye hitap ettiği neslin bir parçası olmak!

İnsan bu tabloya baktığında nasıl bir medeniyetin mensubu olduğunu daha iyi anlıyor ve şükretmesi gerektiğini idrak ediyor. Hemen her tarafta doğumu güllerle kutlanan Peygamberin (asm.) temelini attığı bu medeniyet, baştan aşağı bir gül medeniyetidir. Sevgi, şefkat, merhamet ve hoşgörü gibi insanlığın bugünlerde muhtaç olduğu kavramların temelinde yükselen bu medeniyette her şey gülde temsil edilir olmuştur. Tipik Ümmî Sinan’ın, “Gül alırlar gül satarlar/ Gülden terazi tutarlar/ Gülü gül ile tartarlar/ Çarşı pazar güldür gül” şeklinde ifade ettiği gibi, her şeyin mihengi Resulullah ve Kur’ân-ı Kerim olmuştur. Çünkü bu medeniyet, “Levlak” sırrının yörüngesinde yaşamayı şiar edinmiş bir medeniyettir. Öyleyse, “Sen olmasaydın, kâinatı yaratmazdım” hitabıyla şereflenen peygambere ne kadar uyar ve ne kadar benzemeye çalışırsak, o derece “gül”leşiveririz.

Bu bağlamda, Sadî-i Şirazî’nin Gülistan adlı eserinde anlattığı şu hikâye, Hz. Peygamber’e hem hâl ve hem de sözlerimizle lâyıkıyla bağlı olmayı güzel bir şekilde açıklar: “Bir gün hamamda dostlardan biri bana güzel kokulu bir kil parçası verdi. Kile sordum: ‘A mübarek, sen misk misin, amber misin? Senin gönül çekici kokunla mest oldum.’ Kil bana şu cevabı verdi : ‘Ben basbayağı bir kil (bir nevi toprak) idim. Fakat bir müddet gül ile arkadaş oldum. Gül ile yaptığım o arkadaşlık bana tesir etti. Onun güzel kokusu bana sindi. Yoksa ben, bildiğin o âdi toprak parçasından başka bir şey değilim.”

İşte bütün insanların yaptıkları veya yapmak istedikleri şey, bence budur. Gülün zerafetini, letafetini, kokusunu içine sindirmek ve çarşı pazarda doluşan güllerden olmak. Söz gelimi, “Yoksa sevdiğimin ilinden misin/ Yoksa has bahçenin gülünden misin?/ Güzel Muhammed’in terinden misin?/ Cennet-i âlâda gül safâ geldin (Pir Sultan Abdal)” türünden iltifatlara mazhar olmaktır. Değil mi ki Allah Kur’ân-ı Kerim’inde, “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin (Âl-i İmrân Sûresi, 3:31)” diyor, demek ki Allah’a varmak, Muhammedî yoldan geçmekte.

Evet, Kutlu Doğum Haftası adı altında faaliyetlerin yapıldığı günlerde, âdeta rahmetin tebessüm eden yüzü nispetinde etrafına nur saçılıyor. Uğruna yaratıldıkları nura koşuyor insanlar. Salonlar dolup taşıyor, salâvatlar gönül pınarlarını çağlayana dönüştürüp göz çeşmelerinden akıtıyor. Na’tlar onu söylemekte, ezgiler ona seslenmekte ve bütün âminler rahmet Peygamberinin (asm.) şefkat şemsiyesinin altında yer bulmaya çalışmakta. Bu, aslında Taif’te taşlanırken, “Ya Muhammed (asm.), ister misin şu iki dağı birleştirip hepsini helâk edelim” teklifine karşılık, “Hayır, ben rahmet peygamberiyim” dediği anlayışın, gönülleri fethedişinin simgesi değil de nedir?

Varsın, Papa ve benzerleri, “Muhammed ne getirdi kılıçtan başka?” diye ara sıra kara çalmaya yeltensinler. Çünkü güneş balçıkla sıvanmaz. Zira bütün olumsuzluklara rağmen, her geçen gün hakikat güneşinin huzur veren sıcaklığıyla aydınlığa koşuyor insanlık! Velev istemeseler de…

14.04.2007

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

İman hizmet ile ilgili bazı değerlendirmeler



Sadece ve sadece Allah rızası için yapılan tebliğ, gayret, himmet, manevî cihad, faaliyet, neşriyat ve bu tür çalışmaların ortak adı “iman hizmeti”dir. Yapılan her türlü faaliyet ve hizmetin ana gayesi ise “Allah rızası” veya diğer bir adıyla “ihlâs”tır. Neticesi de Allah’tan beklenir. O’na bırakılır.

Bu noktadan bakarak, gerek şahıs bazında, gerekse de ülke olarak mevcut durumu değerlendirecek olursak, şu noktaları dikkate almamız gerekir.

Her türlü hizmetimizi, piyasaya göre değil, işin esasına göre yaparsak doğruları buluruz.

Gerçek Nur hareketini bizzat yaşayamaz, evlerimize taşıyamaz ve orada uygulayamazsak, ülkedeki mevcut huzursuzluk ve antidemokratik uygulamalardan şikâyete hakkımız olamaz.

Bizler toplumdaki her türlü insana ve gruplara fikir ve yön vermeye çalışmalıyız. Bunun tersi olur da onlardan bir şeyler almaya çalışırsak, kendimize ters düşeriz. Daima dağarcığımızda olan müsbet değerleri birilerine vermeye veya paylaşmaya çalışmalıyız. Yoksa maddî menfaat veya başka bir kazanım almaya değil.

Risâle-i Nur talebeleri, mevcut durumda maalesef—haksız olarak—“resmî” ve “tüzel” organ ve kurumların yanlış bir zihniyet basiretsizliğinin kurbanı durumundadır ve onların—şimdilik—gündemi dışındadırlar. Fakat iç ve dıştaki bu yanlış uygulama ve “fesat şebekesi” yönlendirmesine karşı Nur talebeleri; topluma olan vebal borcunu ödemek için müsbet hareketlerini toplumun bütün katmanlarına ulaştırmak ve eğitim seferberliğiyle onlarla insanî ve demokratik değerleri paylaşmak zorundadırlar.

Yeni Asya; aslında bir dünya markasıdır. Dar ve kısıtlı imkânlarıyla üzerine düşeni fazlasıyla yapma gayreti içindedir. En sorumlu kişisinden en tabandaki okuyucusuna kadar bir “gayret ve silkinme” seferberliği başlatmalıdır.

Yollar, bu dâvâda saç ağartanları kucaklamalı. Mekânlar, gönül erleriyle dolup taşmalı. Vasıtalar aşk ve şevkle yolları arşınlamalı, “hizmet ruhu” yeniden canlanmalıdır.

İmanî hizmetlerde her fert kendine şunu sormalıdır! İcraatların neresindeyim? Hizmete katkım nedir? Tavsiye ve emir yerine icraatın içine bizzat girmek.

“Eş ve çocuklarla birlikte nasıl Risâle-i Nurları okuyabiliriz? Evleri nasıl dershaneye çevirebiliriz?” düşüncesi ciddî mânâda uygulamaya koyulmalıdır. Miras kalan emanet ve kazanılan değerler, alın teri ve emekler muhtaç gönüllere bir plan ve sistem içerisinde iletilmelidir.

Risâle-i Nur Külliyatını dikkatli ve devamlı okumak. Düşünmek, yorum yapmak, paylaşmak, derinliğine inmeye çalışmak. Risâle-i Nur okuyucusu ile Risâle-i Nur talebesi arasındaki farkı “fark” edip himmet ve gayrete gelmek.

Hz. Üstad Bediüzzaman, kendisini siyasî ve îmânî bir kurtarıcı değil, bir “iman fedaisi” olarak görmüştür. “Fedailiğe” giden yolda yürümeye çalışmaya ne deriz acaba?

“Eneye” mukabil, “acz ve fakrını” anlayarak hakikî kulluğun gereğini yapmak.

Hızlı ve ülfet kokan okumaya karşılık, çabuk ve pratik düşünmeye hazır mıyız?

“Tarikat” ve “hakikat mesleği” arasındaki farkı kavrayıp toplumla kucaklaşmaya bağlı hazır kanallarımız var mı?

Siyasetten uzak, eğitime yönelik plan ve hazırlıklarımızı gözden geçirdik mi?

Aksiyoner ve üreten bir insan olmak için hangi yolları denemeye kararlıyız?

Söylenecek ve yazılacak daha bir çok madde mutlaka var. Şimdi icraat zamanı.

Hizmetiniz ihlâslı, gazanız mübarek olsun. Anadolu’nun dağları, kırları, yaylaları ve samîmî, garip, hasbî Anadolu hizmet erleri nurlu mekânlarda kucaklaşma için gayret erlerini bekliyor. Gidenlere selâm olsun.

14.04.2007

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Çayeli, ben ve deniz...



Kısmet işte… Hiç hesapta, planda yokken, kendimi Doğu Karadeniz’in şirin beldesi Rize/Çayeli’nde buldum. Akla gelmeyen başa gelirmiş derler ya hani, işte onun gibi bir şey. Hey yâ Rabbim, Sen nelere kadirsin, bir şeyi mukadder edersin… Yıllardır sütunlarımızda Latif Salihoğlu Ağabey, Faruk ve Cevat Çakır Ağabeylerle atışırdık, gelmem ya da gelememem konusunda… Bir hayli lâtif taşlar da yemedik değil bu uğurda. Özellikle Faruk Ağabeyin Temmuz/Ağustos aylarında Çayeli’ne dâvetlerini hiç unutmam. Çok isterdim bu dâvete icabet etmeyi, ama olmadı, olamadı. Ve neticede Allah’ın dediği oldu. Bu haftayı Rize, Çayeli, Ayder yörelerinde geçirdim.

Haşin Karadeniz, gözükaralığını bırakmış ilkbaharın müjdesi Nisan’da açan çiçeklerin açtığını görünce. Kaçkar’lardan aşağıya, Karadeniz’in sinesine doğru dolu dizgin koşan bir atlar gibi, çağıl çağıl inen dereler, çaylar rahvana dönüştürmüş gidişatını… İri, büyük, kocaman kara-yeşil kayalara çarpa çarpa güzelliğin bin bir türlü şarkılarını kuşlarla birlikte bir senfoni gibi çınlatan bir coşkun sular insanın kalbine de birlikte çarpıp şahlandırıyor sanki…

Ayder Yaylasında sisli, puslu dumanlarla kaplı kaybolmuş gökyüzüne doğru kollarına uzatmış, bulutlarla karışmış, ulu ağaçların yeşilliğin her tonunda gözlerim cennetin zümrüt yeşilliğinde dinleniyor gibiydi. Tepelerden aşağılara, dere yataklarına doğru sürünerek inmiş kar birikintileri karışacağı, dalacağı su yatağını arıyor gibiydi. Dört bir tarafı yüce dağlarla çevrili derin derelerin yanı başında, vadilerde mekân tutmuş Çamlıhemşin gibi yerleşim birimleri, sanki dünyadan uzakta, bir başka gezegende, bir başka âlemde yaşıyor gibiydi. Zaman, yekpare kayadan, granitten oluşmuş bu dağların oyukları arasında, yılankavi kavislerle bir meçhûle uzanan yolların dönemeçlerinde durmuş, durgun sulardaki akislerde sabitleşen görüntüler gibi adeta donmuş kalmıştı. Ve ben yeşilin kucağından mavinin kucağına doğru kendimi attığımda Ahmet Haşim’in “O belde” şiirini hatırladım her nedense.

“Denizlerden esen bu güzel hava , saçlarında eğlensin..

Ben ve deniz.

Ve bu akşamki lerzesiz sessiz…

Topluyor bu-yu ruhunu güya.

Sana yalnızca bir taze kadın

Bana yalnızca eski bir budala...

Nazarıyla bakanlar ve

Bulamaz sende bende bir mânâ..."

diye sürüp giden o güzel, nostaljik şiiri hatırladım. Gerçekten de Rize’de, Çayeli’nde ve gezip gördüğüm diğer yörelerde masum Anadolu’nun, Karadeniz’in o güzelim insanlarındaki hüznü, sessizliği yaşadım. Hepsinin gözlerinde bir düşündürücü melâl, duygulandırıcı bir hüzün vardı. Dildeki tenvim-i ıztırabı bildikleri ne kadar da belliydi o masum çehrelerinde. Tarlada, bahçede, yamaçlarda ellerindeki âletlerle durmadan çalışan bu analar, bacılar, amcalar ne kadar da alınterinin, helâl lokmanın, teslimiyetin, hayat maceralarına karşı sükûnetin canlı timsalleriydiler. Başlarındaki örtü, yaşmaklar, omuzlarındaki Rize’ye mahsus şallar, çarşaflar ayaklarındaki yünlü çoraplar ne kadar da efsanevî bir tablo sunuyordu gözlere..

Bozulmamış, tabiî halinde kalmış, insan eli değmemiş olduğu için tertemiz, tabiî ve berrak yerler gibi Rize havalisindeki Karadeniz insanının ahlâkı, karakteri bozulmamıştı çok şükür. Rize’nin caddelerinde gezerken bir şey dikkatimi çekti. Kavşaklarda, cadde ağızlarında, meydanlarda trafik lambaları yoktu. Ama trafikte bir sıkışma, bir tıkanma da olmuyordu. Herkes, herkese saygılıydı. Kimse kimsenin önüne çıkıp, ben geçeyim kaygısında ve telâşında değildi. Yol verilsin diye kornaya basan, ortalığı inleten de yoktu. Bu ne güzel bir insanlık, centilmenlik ve toplumsal olgunluk dersiydi. Hayran kalmamak elde değil. Doğrusu çok şaşırdım ve bir o kadar da takdir ettim.

Onca iş yoğunluğuna ve meşgalesine rağmen, bize zaman ayırabilen Nimetullah Çakır kardeşime de ayrıca teşekkür etmeliyim. Bizi Nur kardeşlerle buluşturduğu için. Henüz tam tecelli etmemiş ve yüzde altmışı yeşillik sahnelerinin perdelerini açmamış o şahane dağlara ve turkuaz maviliğine dönüşmemiş güzelim boncuk mavisi Karadeniz’e, bulutlardan sıyrılıp kendini göstermeyen güneşe bitmeyen yaz günlerinde ve gecelerinde kavuşmak dileği ve ümitleriyle bu şehirden ayrılıyorum. Arkamda tadına doyulmamış güzellikler bırakarak...

14.04.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Ölümün arka yüzü



Her şeyin iyi ve yolunda gittiği bir anda bir sevdiğinizin, bir yakınınızın başına gelen acı bir olay, bir ölüm hadisesi sizde şok tesiri yapar. Nasıl dayanacaksınız buna? Saç baş mı yolacaksınız, diz mi döveceksiniz, ağıt mı yakacaksınız?

İşte bu noktada, direnç, mukavemet gücü, sabır ve tahammülün önemi ortaya çıkıyor. Bu şuna benzer: Sağlıklı bir vücuda sahipseniz, gerekli besin ve vitaminleri almışsanız vücudunuza çok güçlü bir virüs de girse size birşey yapamaz. Ama vücudu zayıf düşürmüşseniz o virüs sizi yıkar.

Ruh ve kalbini manevî gıdalarla doyurmayan, güçlü bir imana sahip olmayan bir insanın da üzücü olaylarla karşılaştığında yıkılmaması çok zordur.

1960’lı yıllarda ilçemizde de görev yapan muhterem ağabeyimiz emekli Cumhuriyet Başsavcısı Abdullah Battal’ın hatıralarını kısa bir önce Lahika sayfasından okumuşsunuzdur. Şöyle anlatıyordu Abdullah Ağabey: “Bir ameliyat sonunda, eşim âniden vefat etti. Cıvıl cıvıl saadet dolu, şen-şakır yuvamın tavanı sanki başıma çökmüş, küçük yaştaki iki oğlum öksüz kalmıştı. Ruhen perişan, derbeder idim. Kederim, hüznüm had safhada idi. O kadar genişliğine rağmen dünyam zindana döndü.

“Tam bu acıklı günlerde rahmetli Sinan Omur’un yayınladığı ‘Hüradam’ isimli haftalık dergide Risâle-i Nur’dan 17. Mektub’u okudum. Üstad Bediüzzaman, onu küçük yaşta çocuğu ölen bir talebesine tesellî için yazmış.

“Onu okuyunca bütün kederlerim, üzüntülerim, stresim sabun köpüğü gibi söndü. Sevenlerin sevdiğine ebedî ahiret âleminde mutlaka kavuşacaklarına, ölümden sonra dirilmeye bütün varlığımla inandım; kendimi toparlayıp yepyeni bir hayatı, huzur ve sekînetle yaşamaya başladım.”

Mektûbât’ta yer alan 17. Mektub gerçekten bir ilâç. Ve yine Abdullah Ağabeyin, iki çocuğunu zehirlenme sonucu kaybeden ve cinnet nöbetleri geçiren komşu kadının 17. Mektub’u okuyunca nasıl tesellî bulduğunu, “Allah sizlerden razı olsun; getirdiğiniz o mektubu muska gibi üzerimde taşıyorum, yavrularımı hatırlayınca açıp okuyorum. O masumların bize şefaat edeceğine, Cennette onları görebilme, kavuşabilme şansım olduğuna inandım, tesellî buldum. Kederim, üzüntüm çok azaldı. O mektup bize kaderimize razı olmamızı, Allah’a tevekkül etmemizi öğretti. Ailece çok etkilendik” dediğini kaydediyor.

Allah Resûlünün (asm), kızı Zeyneb’in oğlu vefat ettiğinde onu, “Allah verdi. Allah aldı. Her şeyin Allah katında belirlenmiş bir eceli vardır. Sabret ve ücretini Allah’tan bekle” diye teselli ettiğini de biliyoruz.

İman gözlüğüyle olaylara bakamayınca gerçekten hayat çekilmez oluyor. Asıl musibet bu manevî ilâçtan mahrum kalmaktır.

14.04.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Selâmın enerji ve sinerjisi



Yüzlerce olumlu ve olumsuz duygularla bezenmiş, sosyal, medenî varlıklarız. Hem hemcinslerimiz, hem de diğer varlıklarla en çok ve en kolay iletişim kurabilir bir özellikte yaratılmışız. Kimbilir belki de bu, sebepler/hikmet açısından bakıldığında, bütün varlıkların özelliklerinin ruh/duygu ve bedenimizde özetlenmiş olmasındandır.

Selâmlaşma, iletişim kurmanın anahtarı, düğmesi ve ilk adımıdır. Selâm, aynı zamanda, olumlu duygu alış-verişinin kanalıdır. Selâm, bir dostluk, sevgi ve hayırseverlik işaretidir. Selâm veren, şu mesajı da verir: “Hepimiz insanız, aynı Yaratıcının kullarıyız. Birbirimize sevgi ve saygı duymalıyız. Sen benden emin olabilir, güven duyabilirsin. Allah’ın rahmet ve bereketi üzerine olsun.” Selâmı alan da, aynı hisleri sinerjik olarak muhatabına iade eder. Böylece karşılıklı sevgi, saygı ve dostluk köprüleri kurulur. Bu köprüden sayısız olumlu duygu alışverişleri yaşanır. Çünkü, selâm aynı zamanda bir enerji aktarımıdır. Biz, duygu, düşünce ve sözlerimizle de bir enerji yayarız. Selâmın enerjisi, hiç şüphesiz pozitif ve ulvîdir. Böylece müthiş bir sinerji ve empati; yani karşılıklı duygu alış verişi, dostluk ve güven ortamı hâsıl olur.

Bir hadîs-i şerîfte bu hakikat, “Siz iman etmedikçe Cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de imân etmiş olamazsınız. Yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şeye işaret edeyim mi? Aranızda selâmı yayınız” diye nazara verilir. Hatta, Kur’ân, olumsuzluklar karşısında da “selâm sinerjisinin” kullanılmasını tavsiye eder: “Rahman’ın has kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında ‘Selam!’ derler”1

Selâm, Allah’ın isimlerindendir. Selâmlaşma, mü’minleri kaynaştırır, aralarında diyalog başlatır, kalblerini birbirine ısındırır, emniyet hissini verir, saygı ve hürmeti ihyâ eder, tevazu ve mahviyeti geliştirir, barışı sağlar. Selâmlaşmanın güzelliklerini anlatan pek çok âyet, hadis-i şerif yanında Sahabe-i Kirâmın muhteşem uygulamaları, büyük zâtların mümtaz yaklaşımları da vardır elbet.

Resûlullaha (asm) “İslâmın hangi ameli daha hayırlıdır?” diye sorulmuştu. O da, “Yemek yedirmen, tanıdığın, tanımadığın herkese selâm vermendir”2 buyurmuştu.

Verilen selâmı almanın farz olduğunu gösteren âyetin meâli ise şöyledir: “Size bir selâm verildiği vakit ondan daha iyisiyle selâm verin veya aynıyla mukabele edin.”3

Selâm verenin, Müslüman olduğuna dâir delillerden birisi de, “Size selâm verene ‘mü’min değilsin’ demeyin...”4 meâlindeki âyet-i kerîme gösterilir. Selâmlaşmak, İslâmın güzel âdetlerindendir. Sosyal hayatı da en güzel bir şekilde tanzim eden yüce dinimiz, selâmlaşmayı da, içtimâî kaynaşmanın esaslarından sayarak, üzerinde hassasiyetle durulmasını emreder. Hattâ, selâmlaşmanın, bir müessese olarak ihya edilmesini ister.

Dipnotlar: 1- Furkan Sûresi: 63; 2- Ebû Davud, Edep: 5194; 3- Nisa Sûresi: 86; 4. Nisa Sûresi: 94.

14.04.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Bediüzzaman Hilton'da



Günümüzde insanlar nurlu toplantılarda buluşuyorlar artık; farkında mısınız? İstanbul’dan Diyarbakır’a, batıdan doğuya bütün cennet ülkemizi nurlu toplantılar sarıyor, kucaklıyor, aydınlatıyor şimdi. Bediüzzaman Haftası faaliyetleri çerçevesinde yapılan bu toplantıların bu seneki konusu sevgi üzerine döndü: Sevgi ve İslâm, Sevgi ve Hazret-i Muhammed (asm), Sevgi ve Bediüzzaman…

Çünkü insanlığın sevgiye ihtiyacı var. Hepimizin sevgiye ihtiyacı var. Bu şiddet çağında herkesin sevgiye, barışa, huzura ihtiyacı var.

Diğer yandan bir dünya dini olan ve maalesef son yıllarda adı inatla terörle anılmak istenen İslâmiyet’in ana mesajı sevgi. İslâm Peygamberi Hazret-i Muhammed’in (asm) ektiği tohumlar sevgi çiçekleri açmışlar! İslâm’ın güncel yorumcusu büyük İslâm Âlimi Bediüzzaman’ın öğretisinin temelinde sevgi var. Bediüzzaman, “Biz muhabbet fedâileriyiz. Husûmete vaktimiz yoktur” diye bunu özetliyor. Keza Bediüzzaman, “Muhabbet, uhuvvet, sevmek İslâmiyet’in mizacıdır” sözüyle sevginin İslâmiyet’in öz malı ve karakteri olduğunu haykırıyor. Duymak isteyene…

Bunları duymak lâzım, duyurmak lazım, insanlarla paylaşmak lazım! Yoksa insanlar bunu bilmediler, bilmeyecekler. Çünkü bir karalamadır gitti yıllar yılı. Bu sevgi insanı anlaşılmadı. Anlaşılmak istenmedi. Sevgi Peygamberi gözlerden, gönüllerden ırak tutuldu. Sevgi dini yok sayıldı, bu millete çok sayıldı. Hâlâ çok sayılıyor. Diz boyu sevgisizlikler yaşandı. Hâlâ yaşanıyor. Fırtına biçmeyi hak edercesine şiddet tohumları ekildi. Hâlâ ekiliyor. Anarşi bu yüzden biçildi, terör bu yüzden biçildi, okula, aileye, sokağa, psikolojimize, ruh dünyamıza şiddet bu yüzden girdi. İnsanımız bu yüzden gerginleşti, agresifleşti.

Sevgi Peygamberi Hazret-i Muhammed’in (asm) “Hoş söz sadakadır”, “Güler yüz sadakadır” sözlerini duymadık yıllar yılı. Nasihat isteyenlere ısrarla ‘Kızma!’ dediğini duymadık. Şiddete yapıştık toplumca, insanlıkça… İnsanlığımıza yakışmasa da. ‘Güler yüz sadakamızı’ vermedik çoğu zaman sırf bu yüzden. Şiddet sergisi bir yüz ile çok işimizi halledeceğimizi sandık. Oysa güler yüz ve sevgi olmadan nice işimizi içinden çıkılmaz hale soktuğumuzun ve hayatımızı cehenneme çevirdiğimizin farkında bile olmadık.

Bu sene İzmir, “Bediüzzaman’a Göre Hazreti Muhammed ve Sevgi” konulu Hilton paneliyle şeytanın bacağını kırdı. Kutlu Doğum Haftasının başlangıcına rastlayan bir günde, 15 Nisan 2007 Pazar günü (yarın) saat 14.00’te bütün Egeliyi Hilton’a sevgiyi yudumlamaya, sevgiyi yaşamaya, sevgiyi konuşmaya davet etti. Evet, tüm Egeliler davetli. Hilton’un salonu alır mı, almaz mı demeyin; gönlümüz geniş bizim. Bütün Türkiye’ye yer var gönlümüzde.

Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle düzenlenen panelde Bediüzzaman’a göre Hazret-i Muhammed (asm) ve Sevgi üzerinde durulacak. Ev sahipliğini Yeni Asya Gazetesi İzmir Temsilciliği ve Yeni Asya Gazetesi adına Mehmet Kutlular yapacak. Arkadaşımız Gökçe Ok’un sunuculuğunu, Avukat Ahmet Yılmaz’ın başkanlığını yapacağı panele panelist olarak Dr. Senai Demirci, Prof. Dr. Mahmut Kaplan ve Bediüzzaman’ın sevgi dünyasını ve sevgi hizmetlerini romanlaştıran araştırmacı yazar İslâm Yaşar katılacak. Panelin iki aydan beri görünmeyen ve zor tarafı olan perde arkasını, ön hazırlıklarını ve organizesini başarıyla yürüten Sayın Hüseyin Tuna ve ekibini de tebrik etmeden geçemeyiz burada. Şüphesiz bir tebrik de, panele karar veren, maddi manevi katkı ve destek sağlayan gönül, hizmet ve himmet erenlerine. Allah gayretlerini artırsın. Allah hepsinden razı olsun. Âmin.

Bu memleket Peygamber sevgisine, sesine, soluğuna muhtaç. Bu memleket asrımızın doğru Peygamber yorumcusu Bediüzzaman Said Nursî’nin mesajına, çağrısına, davetine muhtaç. Bilmediği için mesafeli durdu yıllardır. Bilse sinesinden ayırmayacak. Bilse sevgiyle hayata doymayacak. Bilse memleketi sevgi cennetine çevirecek. Bilse şiddet dünyasında sevgi rehberi olacak. Bilse şaşmayacak, ayağı kayamayacak, hakka hakikate hayran kalacak, doğruyu, güzeli bulacak. Bilse kendini bulacak.

Bunu bilmiyor. Bediüzzaman’ın bir sevgi insanı olduğunu, gerek bireye ve topluma karşı, gerek devlete ve millete karşı, gerek insanlığa karşı her türlü olumsuz davranışı dışladığını, ‘olumsuz olmak’ yerine ‘mutlaka olumlu ve pozitif olmayı’ öğrettiğini, sevdirdiğini ve hatta damarlara geçirdiğini anlatmak lâzım. Hazret-i Muhammed’in (asm) getirdiği “Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız” boyutunda sevgiyi imanla kaynaştıran sevgi anlayışının çağımızda çok canlı biçimde Bediüzzaman’da tecelli ettiğini anlatmak lâzım.

Bu memlekette Bediüzzaman ile ilgili anlatacak çok şey var. Öyle ki konu, her tarafta toplantılar, paneller, seminerler, konferanslar, programlar yapmayı çoktan hak edecek kadar önemli. Bundan dolayı son yıllarda Bediüzzaman Haftası adı altında bu faaliyetlere hız verildi ve ülke sathı bir bilgilendirme ve aydınlatma seferberliğine bundan dolayı dönüştü.

Emeği geçen herkesi kutluyor ve Allah razı olsun diyorum.

Herkesi ‘şiddete inat, sevgi için’ Hilton’da buluşmaya dâvet ediyorum.

14.04.2007

E-Posta: [email protected]




Hasan YÜKSELTEN

Özgürlüğün esareti



Sabah haberlerinde sıra ekonomi haberlerine geldiğinde, standart olarak söylenen cümlelerden biri şöyle başlar: Dolar güne şu değerden başladı, altın şu kadar, borsa düşüşte, vs. Ekonomi merkezli günümüz hayatında bu tür haberler ister istemez birçoklarının da ilgisini çekiyor. İnsan geniş dairedeki haberleri, ekonomiyi, doların güne ne kadardan başladığını, euro/dolar paritesini, vs. merak ediyor ama acaba kendi hayatında güne nasıl başladığının ne kadar farkında?

Bu sabah namaza kalkabildik mi meselâ? Güne namazla mı başladık? Yoksa namazı kaçırmakla mı? Hadiste, iki rekat sünneti, dünyadan ve dünyada olan şeylerin hepsinden daha hayırlı olduğu1 belirtilen sabah namazını kılıp kılmadığımız, hatta daha da ötesi namaz tesbihatını yapıp yapmadığımız, doların, borsanın ekonominin seyrinden daha fazla önem arz edebiliyor mu hayatımızda?

Yakın zamanda TV uzaktan kumandasının mucidi Robert Adler hayata veda etti. İlginç olan şu ki, kendisi hiç TV seyretmeyen birisiymiş. Zaten TV seyretseydi icat yapmaya vakti olmazdı ya. Kendisi pek kullanmasa da, kumandayı icat ederken, insanlığın hayatına bu kadar etki edeceğinin farkında mıydı acaba? Zira kumandalı hayatlar başladığından beri hayata başlama, hatta hayatı yaşama biçimimiz de değişti. Meselâ TV kumandası olmasaydı belki insanlar bu kadar çok düşkün olmazlardı TV’ye. Kalkıp kanal değiştirmek, sesi açmak vs. zor gelirdi de vazgeçerlerdi belki TV önünde gereksiz vakit israfından. Namazlarını reklâm aralarına veya dizi sonralarına ertelemezlerdi. Namazı bitirir bitirmez diziyi veya spor programını kaçırmamak için TV önüne koşturmazlardı. Komşularla daha çok vakit geçirebilirlerdi. En azından apartmanlarında kimlerin yaşadığından haberleri olurdu. Dizilerdeki sanal karakterlerin aşk hayatlarına üzülmek yerine kendi günahlarına üzülürlerdi. İnsanlığımıza hizmet etmeyen, suçu özendirici, batılı tasvir eden haberler yerine kâinattan haberlere dikkat kesilebilirlerdi. Aile bireyleri TV ekranına odaklanmak yerine birbirlerinin yüzlerine bakarlardı. Bütün bunların sebebini tamamen TV kumandasına veya TV’ye yüklemek insafsızlık ve mantıksızlık olur elbette ama kumandalı hayatın bunlarda önemli bir payı olduğu kanaatindeyim.

Bazı esaretleri insan özgürlük gibi algılıyor. Veya esarete öylesine alışıyor ki, özgürlük kendisine tuhaf geliyor. Özgürlüğün Bedeli adlı bir eserde, Brooks adında biri yıllarca hapishanede kaldıktan sonra özgürlüğüne kavuşur. Ancak yıllar sonra kavuştuğu özgürlük ona anlamsız gelir. Esarete alışmıştır çünkü. Her şey için izin isteme zorunluluğu hisseder meselâ. Özgürlüğü anlamsız bulur. Alıştığı hayata yani esarete dönmek daha iyidir ona göre. En sonunda özgürlüğe alışamayıp, geride ‘Brooks was here’2 yazılı bir not bırakarak intihar eder.

Brooks’un alışkanlığından ötürü esareti daha anlamlı ve güzel bulması gibi, bazı esaretler de bize daha mı güzel geliyor acaba? TV karşısında geçirilen saatlerde mânen intihar etmiş olmuyor muyuz? Gözümüzün nuru kaçmıyor mu? TV kanalları arasında kumandayla özgürce program seçtiğini düşünen insanlar aslında nefsin esareti altına girmiş olmuyorlar mı? Görünen bir özgürlük perdesi altında, özgürlüğün esareti yaşan mıyor mu sizce de?

Bir şarkıdan şöyle sözler hatırlıyorum:

Ama fazla da üzülme hayat bitiyor bir gün

Ayrılıktan kaçılmıyor

Hem çok zor hem de çok kısa bir macera ömür

Ömür imtihanla geçiyor.

İmtihanla geçen şu kısa ömürde özgürce yaşayabilmek ve imtihanı kazanabilmek için nefsin esaretinden kurtulmaya ne dersiniz? Zira gerçek özgürlük Allah’ın rızasını kazanmadadır. Gerçek özgürlük, bir secdede ya da bir iftar sofrasında acziyetini hissetmektedir. Sözde özgürlüğün esaretinde değil.

Dipnotlar:

1- Müslim, Misâfirîn, 96, 97; Tirmizî, Salât, 190

2- Brooks buradaydı

14.04.2007

E-Posta: [email protected]




Suna DURMAZ

Kuveyt’in önemi



Yaklaşık yedi-sekiz yıl önce günlük siyasî bir gazetenin dış haberler müdürü ile Kuveyt’in önemi üzerine konuşmuştuk. Hiç unutmam, bana “Kuveyt bizim için Afrika’daki Gine gibidir...” demişti. Önemli bir mevkide bulunan bu genç müdürün, ileriyi görüp tahlil edememesine çok şaşırmıştım. Ben de, “Müdür bey! Saddam başta olduğu ve Kuveyt dünya petrol rezervlerinin yüzde onunu elinde bulundurduğu müddetçe önemini yitirmeyecektir. Sonra Gine neresi, Kuveyt neresi? Bir düşünün!” demiştim.

Tahlilimde yanılmamıştım. Çok geçmemiş, Bush idaresi Kuzey Kore, Afganistan ve Irak’ı “Şeytan Üçgeni” olarak ilân etmiş ve bu ülkeleri dize getirmeyi kendine ahd edindiğini açıklamıştı. Bugün Afganistan’a neler olduğu malûm. Kuzey Kore ise, paraya boğularak kandırılmak isteniyor. Irak’a gelince, sizin de izlemiş olduğunuz gibi, durum vahim. Buraya kadar anlaşıldı, ama “Kuveyt’in bu konuyla ve bizimle alâkası ne?” diye sorabilirsiniz. Cevabımız: Alâkası hem siyasî, hem askerî, hem de ekonomik olarak çok büyük. Ne var ki; bu yazımızda özellikle ekonomik olarak önemine değinmek istiyorum.

Malûmunuz, Amerika’nın üzerinde yıllarca çalışarak hazırladığı “Yeni Ortadoğu” denilen stratejik bir planı var. Irak bu planın uygulanmaya konulduğu ilk Ortadoğu ülkesi. Kuveyt ise, Irak’a 240 km uzunluğunda sınırı olan bir komşu.

Bilindiği gibi, Irak 1990 yılında Kuveyt’i işgal etmişti. Yedi ay süren bu işgâl Amerika ve müttefiklerinin Irak’a karşı girişmiş olduğu savaş sonrasında sona ermiş ve Saddam Hüseyin askerlerini Kuveyt’ten çekmişti. Ancak Saddam rejimi Kuveytliler için bir kâbus kaynağı olmaya devam ediyordu. Kuveyt bağımsız bir devlet olduğu halde, sürekli işgâl edilme endişesi içinde yaşıyordu. Bu endişe ülke ekonomisine de yansımaktaydı. Birleşik Arap Emirlikleri, Katar gibi diğer haliç ülkeleri, gerek yerli işadamlarının, gerekse yabancı yatırımcıların girişimleriyle ticaret ve medya sahasında söz sahibi olmaya doğru ilerlemekte idiler. Kuveytli yatırımcılar ise, büyük yatırımlarını daha çok Kuveyt dışında yapmaktaydılar. Petrol gelirlerinin iç piyasalara yansıyamaması Kuveyt’in büyümesine engel teşkil ediyordu.

Kuveytliler, kendilerini psikolojik baskı altında tutan Saddam rejiminin yıkılmasını can-ı gönülden arzuluyorlardı. Amerikan askerlerinin Irak’a girmesi için sınırlarını açmaları, işte bu psikolojik baskıdan kurtulmak istemeleri yüzündendi. Bu kararları uzun vadede Kuveyt’e politik olarak ne kazandırır, ne kaybettirir, şimdiden tahmin etmek çok zor olsa da, Saddam sonrasında Irak’ta giderek artan Şiî nüfusundan Kuveyt’in rahatsız olduğu ortadadır. Bu nüfuzun ileride Kuveyt’e intikal etmesi ve anayasal monarşi ile idare edilen ülkede siyasal istikrarsızlık sebebi olabilme ihtimali göz önünde tutulmaktadır.

Siyasî endişelere rağmen, Saddam sonrası Kuveyt iç piyasalarında canlanma olduğu bir gerçek. Bunun delili, son iki–üç yılda Kuveyt’te hızla ilerleyen inşaat sektörüdür. Eski binalar yıkılıyor, yerine yenileri yapılıyor. Büyük alış veriş merkezleri, yeni hastahaneler, özel ünüversiteler ve okullar hızla inşâ ediliyor. Yollar genişletilip yeni yol projeleri için ihaleler düzenleniyor. Bunun ana sebeplerinden biri kuşkusuz yabancı nüfus oranında görülen artıştır. İstatistikler son iki yılda yabancı nüfus oranında dörtyüz bin gibi bir artış olduğunu bildiriyor.

Bu durumun bizimle alâkasına gelecek olursak; son okuduğum haberlere göre, Türk yatırımcıları Kuzey Irak’ı yeniden inşâ ediyorlarmış. Türk yatırımcıları Kuveyt inşaat sahasında da kendilerini gösterebilirler. Son yıllarda biraz kıpırdanma olsa da Kuveyt piyasasında yeteri kadar kendimizi gösteremediğimize inanıyorum. Doğrusu bazı gıda firmalarımızın ve bunun yanında önemli tekstil markalarımızın ve ana caddelerin köşelerine ve belediye otobüslerine kadar ilânları asılan diğer firmalarımızı görünce gurur duyuyoruz ve daha fazlasını yapabileceğimize inanıyoruz. Ayrıca, Kuveyt’in Irak piyasalarına girebileceğimiz alternatif bir kapı olduğunu da vurgulamak istiyoruz.

14.04.2007

E-Posta:




Faruk ÇAKIR

Müzeciliğimiz de mi müzelik?



Tarihî eserler yönünden ‘zengin’ bir ülkeyiz. Üzerinde bulunduğumuz topraklarda onlarca, belki de yüzlerce devlet kurulmuş, medeniyetler gelip göçmüştür. Gelip göçen medeniyetler de tarihi süreç içerisinde ‘eser’ler bırakmış. Türkiye, kendisine emanet edilen bu eserleri muhafaza etme noktasında bir görev ifa ediyor.

Ancak sahip olduğumuz eserleri gerektiği şekilde koruyup muhafaza ettiğimiz ve sonraki nesillere ulaştırabildiğimiz söylenemez. Bilhassa yakın tarihte, pek çok eserin çeşitli sebeplerle tahrip edildiği ve ‘tarihe karıştığı’ bir gerçek. Camilerin satıldığı, bir kısmının da başka maksatlarla kullanıldığı inkâr edilemez bir gerçek. Meselâ, şu anda İstanbul Şirkeci Tren Garı yanında hizmet veren ‘yeni cami’nin yeri 30 yıl önce ‘gazino’ olarak kullanılıyordu. Buradaki “eski cami” yıkılmış ve arsası uzun yıllar başka maksatlarla kullanılmıştır. Hamiyet sahibi kişilerin devreye girmesiyle sonradan bu arsaya yeniden cami yapıldı. Bunun gibi örnekler, yüz değil binlercedir.

Bugün bile geçmişte cami, medrese ya da irfan yuvası olan pek çok mekân muhtemeldir ki başka maksatlarla kullanılıyor. Vakıflardan sorumlu olan ‘yetkililer’in zaman zaman yaptıkları “Vakıflarımız işgal altında” ya da “Sahip olduğumuz mal varlığının, vakıf eserlerinin tam listesi bile elimizde yok” şeklindeki tesbitler bu vak’ayı itiraf anlamına geliyor.

Tarihî eserler bahsi açılınca ‘müze’lerimizi hatırlamamak mümkün değil. Müzelerimizde de çok sayıda tarihî eser var ve onların da kıymetini takdir edemiyoruz. En bilinen müzelerimizden olan Topkapı Sarayı Müzesinin Müdürü Prof. Dr. İlber Ortaylı, bu ilgisizliği sık sık dile getiren uzmanlardan biri. Geçen günlerde, “Müzelerimizi herkes ziyaret etmesin. Meraklısı ya da bu eserlerden anlayanlar ziyaret etsin” anlamında bir tesbiti dile getirmişti. “Müze ziyaretlerine sınırlama getirilsin” anlamı çıkabilecek bu tesbite itiraz edenler olabilir. Ancak, müzelerimizi gezenlerin oralardan yeteri kadar istifade edemediği de bir gerçek. Tabiî ki istifade edebilmenin yolu ‘ziyareti sınırlamak’ olmayabilir. Fakat, işin ehli ‘mihmandar’lara şiddetle ihtiyaç olduğu ortada.

İstanbul Sultanahmet’teki “Türk İslâm Eserleri Müzesi”nde açılan “Kutsal Emanetler Sergisi”ni gezen Haşmet Babaoğlu, haklı bir eleştiriyi dile getirmiş. Sergiyi gezenlerin yeteri kadar bilgilenemediğine dikkat çeken Babaoğlu şöyle demiş: “İnanamayacaksınız ama bazı eserlerin ne olduğu hiç belirtilmemiş. Bazılarının önüne alelusul yazılmış fakat eserle ilgisiz notlar iliştirilmiş. Duvara asılı ahşap olduğunu sandığım bir levhanın üzerinde nefis bir hat var. Bütün ziyaretçiler gibi ben de çok merak ediyorum: Nedir, hangi tarihe attir? Bir bilgi yok. Sadece yanına iliştirilmiş bir kâğıt parçasında ‘Kaside-i Bürde’ yazıyor. Yanımdaki öğrenciler (...) ‘Ne güzel değil mi?’ deyip geçiyorlar.” (Vatan, 13 Nisan 2007)

Yolu her hangi bir ‘müze’ye düşüp de, Babaoğlu’nun dile getirdiği tesbite şahit olmayanınız var mı? Hangi ‘müze’de eserler yeterince tanıtılıyor? Meselâ, Topkapı Sarayındaki bazı ‘bilgi levhaları’ neredeyse bir metre genişliğinde satırları ihtiva ediyor ki, okumak isteyen de okuyamıyor. Bunları daha anlaşılır, daha kısa satırlarla anlatmak; sarayı gezenlere bir adet broşür vermek çok mu zor?

Müzeleri, sarayları gezmekten maksat; ‘ibret ve bilgi almak’ ise lütfen bu işleri de şartlarına uygun şekilde yapalım.

14.04.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Bakalım “gururla” anlatacaklar mı?



Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde, Ankara bugün hareketli günlerinden birini daha yaşayacak.

“Darbe plânları yaptığı” iddia edilen Jandarma eski Genel Komutanı Orgeneral Şener Eruygur’un başkanlığını yaptığı ADD’nin önderliğindeki “AKP’li birisi Köşk’e çıkmasın” mitingi, bugün Tandoğan meydanında yapılacak.

CHP’li bir milletvekilin “yurttaşlık görevi” olarak kabul ettiği mitingin basındaki destekçileri “miting muhteşem olacak” diyerek, taraftar toplama peşine düştüler. Hatta milyonların Ankara’ya akın edeceğini(!) söyleyip gerilim dolu yazılar yazmaktan çekinmediler…

CHP Denizli Milletvekili Prof. Dr. Mehmet Neşşar’ın mail yoluyla gönderdiği “dâvet” mesajı, aslında niyetleri özetliyordu: “Yıllar sonra torunlarınıza ‘Evet oradaydım’ diye gururla anlatacak mısınız, yoksa çocuklarınız ‘Neden orada değildin?’ diye sorduklarında, başınızı önünüze mi eğeceksiniz? Ben tehlikenin farkındayım…”

Mitinge katılımı arttırmak için olmadıkları yollara başvurdular.

Liselere varıncaya kadar öğrencileri mitinglere getirmek için çaba sarfettiler. Miting için ücretsiz otobüs kaldıran rektörlüklerden, miting günü sınavları tehir edenlere kadar büyük çabalar gösterdiler. YÖK Disiplin Yönetmeliği’ne göre öğrencileri yazılı çağıramayanlar ulaşabildiklerine sözlü dâvetler yaptılar. Hatta mitinge gideceklere “eşinizi, çocuğunuzu, akrabalarınızı, yakınlarınızı getirin” diye de telkinde bulundular. CHP teşkilâtları Ankara’ya otobüsler kaldırdılar. Haberlere göre rektörler “cübbeleri”yle yürüyecekler. “En zengin parti” olan DSP, insanları mitinge dâvet için gazetelere ilânlar verdi.

* * *

Bu arada “demokrasi kazansın” ile “milletin iradesine saygı gösterilsin” diyenler de sessiz kalmadılar. Tepkilerini miting yaparak değil, ama açıklamalarıyla, internet üzerinden imza toplayarak antidemokratik oluşumların ülkeye zarar vereceğini söylediler.

İşte bunlardan birisi de, toplumun bütün kesimlerini temsil eden kuruluşların oluşturduğu “Türkiye Sivil Toplum Platformu” cumhurbaşkanlığı seçimlerinde “millî iradeye saygı duyulması” amacıyla bir kampanya başlattı ve manifesto yayınladı. “Kurallar apaçık ortadayken ve defalarca tatbik edilmişken; yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimini, kuralları belirsiz, kaotik bir sürece dönüştürmek isteyenler, sadece milletin TBMM’ye verdiği anayasal yetkiyi yok saymakla kalmamakta; devletin devlet olma vasfına da ağır darbeler indirmektedirler” görüşüne yer verildi.

Bunların yanında, hafta içi düzenlenen bir ödül töreninde her zaman demokrasi yanında her alan, antidemokratik oluşumlara karşı olduğunu bilmeme rağmen, Sağlık-İş Başkanı Mustafa Başoğlu ve Memur-Sen Genel Başkanı Ahmet Aksu’ya, “Siz de bir sivil toplum örgütüsünüz, mitinge katılacak mısınız?” diye sorduğumda, iki genel başkan da kesin bir dille, “böyle bir mitingde olmamız mümkün değil” dediler. Başoğlu, “İşçi haklarına karşı çıkanlarla, darbecilerle, din düşmanlığı yapanlarla, demokrasi-millet karşıtlarıyla bir arada olamayız” görüşünü belirtirken, Aksu, “Memurlar olarak bu tarz antidemokratik hareketlerin içinde yer almamız mümkün değildir” ifadesini kullandı. Zaten sivil toplum örgütlerinin en önemli görevi, özgürlükleri savunmaktır. Doğru olan tavır da budur.

Mitinge en güzel cevaplarından birini insan hakları savunucuları verdi. 70 kişinin altına imza koyduğu bildiride, “Askerlerin dayattığı Anayasa’nın öngördüğü şekilde bile sivillerin cumhurbaşkanı seçmesini hazmedemeyen kesimler, son günlerde ‘Cumhuriyet’e sahip çıkma’ gibi iddialarla mevcut statükonun devamını sağlayacak çeşitli eylem ve söylemlerde bulunmaktadırlar. 14 Nisan mitingini mevcut statükocuların demokratikleşme ve sivilleşmeye karşı bir direnişi olarak nitelendiriyor ve desteklemiyoruz” diyerek tepki gösterdiler.

Bir anlamlı tepkiyi de TBMM Başkanı Bülent Arınç verdi: “Eruygur hakkında bir dergi ciddî bir iddiada bulunmuştur. Toplantıya katılacaklar açısından iyi düşünmelerini ve böyle bir şahısla ilintili olarak bir toplantıya katılmaları konusunda iyi bir karar vermelerini kendilerine tavsiye ediyorum...”

* * *

Şu bilgiyi de burada vermekte fayda var. ADD, “köşk mitingi”nin benzerini 4 yıl önce de yapmıştı, fazla rağbet görmese de, “ordu göreve” pankartları büyük tepki çekmişti. Bu arada, 25 Ekim 2003’te ADD tarafından düzenlenen miting de “ordu göreve” pankartları açanların yargılaması sürüyor.

Demokratik tepki göstermek elbette haktır, ancak bu hakkı kötüye kullanmak, tehditlerle milletin iradesini etkilemek için kullanmak, hak olmaktan çıkıp antidemokratikliğe kapı açar.

Bakalım, miting bazılarının iddia ettiği gibi “muhteşem” mi olacak, yoksa daha önce bu neviden yapılan mitingler gibi hüsranı mı olacak?

Ama şu asla unutulmamalıdır. “Şu kişi cumhurbaşkanı seçilmesin” diye mitingler yapılabilir, ancak seçim bittikten sonra da herkese düşen milletin iradesine saygı göstermektir. Demokrasiyi kesintiye uğratacak çağrışımlara hiç prim verilmemektir.

Ümidimiz, sağduyunun galip gelmesi…

14.04.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Demokrasimiz gelişiyor



Herşeye rağmen Türkiye’nin demokratikleşme yolunda küçümsenmeyecek mesafeler aldığını gösteren gelişmelere şahit oluyoruz.

Deniz Kuvvetleri eski Komutanına atfen yayınlanan günlük, içindeki darbe girişimleriyle ilgili bölümler sebebiyle gerek sivil toplum örgütlerinin, gerekse uzun yıllar yüksek yargıda görev yapmış tecrübeli uzman hukukçuların birbirinden bağımsız suç duyurularına konu oluyor.

Cumhurbaşkanı seçimiyle ilgili olarak rektörler adına sergilenen “ortak” tavır, Sabancı Üniversitesi Rektörünün farklı çıkışıyla deliniyor.

Kemalizmi eleştiren Prof. Dr. Atilla Yayla’ya rektörlük tarafından uygulanan “dersten men” cezası kalıcı olamıyor ve bilâhare geri alınıyor.

Benzer bir durum Prof. Dr. Baskın Oran’ın da başına getirilmek isteniyor. Rektörlük “Ders veremez” diyor; ama dekanlık bu kararı dinlemediği gibi, emekli olduğu halde derslerine devam etmekte direnen Oran’a öğrencileri de sahip çıkıyor ve bu tartışmanın ardından Oran’ın verdiği ilk derste sınıf, öğrencilerle destek için dışarıdan gelen profesörler ve STK temsilcileri tarafından hınca hınç dolduruluyor. Rektörlüğün koymak istediği yasak böyle cevaplanıyor.

Bir başka üniversitede, keskin söylemleriyle bilinen bir emekli orgeneral, rektörlüğün davetiyle verdiği konferansta, “Darbe istemiyoruz” diyen öğrencilerin protestolarına muhatap oluyor.

ADD’nin tertiplediği ve rektörlüklerin aktif destek verdiği 14 Nisan mitinginde de, birçok üniversitede öğrenciler “Biz bu işte yokuz” çıkışları yaparak “pişmiş aşa su katıyor” ve oyunu bozuyorlar.

28 Şubat sürecinde yaşandığı gibi, rejim meselesi söz konusu olduğunda hizaya getirilen işçi ve işveren örgütleri, meslek birlikleri, sendikalar da, benzer iddialarla tertiplenen 14 Nisan mitingine gayet soğuk ve mesafeli duruyorlar.

Geçmişte çok daha hafifleri çok daha ağır sonuçlara yol açmış olan son derece profesyonelce provokasyon denemeleri birbiri peşi sıra geliyor, ama ilginç bir şekilde hiçbiri tutmuyor.

Ne İsmail Ağa suikastı, ne Hrant Dink cinayeti, ne artan terör olayları ve şehit cenazeleri, ne DTP tahrikleri, ne “Apo zehirlendi” iddiaları, ne de Barzani densizlikleri, birilerince umulan neticeleri ortaya çıkarabildi. Hepsi “boşa giti.”

Son olarak Mart ayında sansasyonel suikastlar dahil çok ağır tahriklerin tezgâhlandığı yönünde yoğun söylentiler vardı ve Başbakanın aylardan beri tekrarladığı “Final sürecinde provokasyonlar çoğalacak” söylemi de bu söylentilere kuvvet veriyordu, ama hiç de öyle olmadı

Bunda, hiç şüphe yok ki, medyanın tavrındaki inanılmaz değişim de son derece önemli.

Yakın zamana kadar provokasyon amaçlı tertip ve tezgâhların vurucu gücü olarak kullanılan kartel medyası, artık dolduruşa gelmiyor ve getirilemiyor. Çünkü medyanın arkasındaki sermaye gücü de iç çekişmelerden birşey kazanmadığını, aksine çok şey kaybettiğini gördü.

28 Şubat’a verdiği aktif desteğin, kendisine 2001 krizi olarak geri döndüğünü yaşamış ve ilâveten AB sürecinin getirdiği açılımlarla dışarıda da yeni kazanç kapılarını keşfetmiş olan sermayenin statükoya destek vermesi artık çok zor.

Sonuç: Demokratikleşmeye direnen tavırların, akıntıya karşı kürek çekmekten farkı yok.

14.04.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004