Tarihî eserler yönünden ‘zengin’ bir ülkeyiz. Üzerinde bulunduğumuz topraklarda onlarca, belki de yüzlerce devlet kurulmuş, medeniyetler gelip göçmüştür. Gelip göçen medeniyetler de tarihi süreç içerisinde ‘eser’ler bırakmış. Türkiye, kendisine emanet edilen bu eserleri muhafaza etme noktasında bir görev ifa ediyor.
Ancak sahip olduğumuz eserleri gerektiği şekilde koruyup muhafaza ettiğimiz ve sonraki nesillere ulaştırabildiğimiz söylenemez. Bilhassa yakın tarihte, pek çok eserin çeşitli sebeplerle tahrip edildiği ve ‘tarihe karıştığı’ bir gerçek. Camilerin satıldığı, bir kısmının da başka maksatlarla kullanıldığı inkâr edilemez bir gerçek. Meselâ, şu anda İstanbul Şirkeci Tren Garı yanında hizmet veren ‘yeni cami’nin yeri 30 yıl önce ‘gazino’ olarak kullanılıyordu. Buradaki “eski cami” yıkılmış ve arsası uzun yıllar başka maksatlarla kullanılmıştır. Hamiyet sahibi kişilerin devreye girmesiyle sonradan bu arsaya yeniden cami yapıldı. Bunun gibi örnekler, yüz değil binlercedir.
Bugün bile geçmişte cami, medrese ya da irfan yuvası olan pek çok mekân muhtemeldir ki başka maksatlarla kullanılıyor. Vakıflardan sorumlu olan ‘yetkililer’in zaman zaman yaptıkları “Vakıflarımız işgal altında” ya da “Sahip olduğumuz mal varlığının, vakıf eserlerinin tam listesi bile elimizde yok” şeklindeki tesbitler bu vak’ayı itiraf anlamına geliyor.
Tarihî eserler bahsi açılınca ‘müze’lerimizi hatırlamamak mümkün değil. Müzelerimizde de çok sayıda tarihî eser var ve onların da kıymetini takdir edemiyoruz. En bilinen müzelerimizden olan Topkapı Sarayı Müzesinin Müdürü Prof. Dr. İlber Ortaylı, bu ilgisizliği sık sık dile getiren uzmanlardan biri. Geçen günlerde, “Müzelerimizi herkes ziyaret etmesin. Meraklısı ya da bu eserlerden anlayanlar ziyaret etsin” anlamında bir tesbiti dile getirmişti. “Müze ziyaretlerine sınırlama getirilsin” anlamı çıkabilecek bu tesbite itiraz edenler olabilir. Ancak, müzelerimizi gezenlerin oralardan yeteri kadar istifade edemediği de bir gerçek. Tabiî ki istifade edebilmenin yolu ‘ziyareti sınırlamak’ olmayabilir. Fakat, işin ehli ‘mihmandar’lara şiddetle ihtiyaç olduğu ortada.
İstanbul Sultanahmet’teki “Türk İslâm Eserleri Müzesi”nde açılan “Kutsal Emanetler Sergisi”ni gezen Haşmet Babaoğlu, haklı bir eleştiriyi dile getirmiş. Sergiyi gezenlerin yeteri kadar bilgilenemediğine dikkat çeken Babaoğlu şöyle demiş: “İnanamayacaksınız ama bazı eserlerin ne olduğu hiç belirtilmemiş. Bazılarının önüne alelusul yazılmış fakat eserle ilgisiz notlar iliştirilmiş. Duvara asılı ahşap olduğunu sandığım bir levhanın üzerinde nefis bir hat var. Bütün ziyaretçiler gibi ben de çok merak ediyorum: Nedir, hangi tarihe attir? Bir bilgi yok. Sadece yanına iliştirilmiş bir kâğıt parçasında ‘Kaside-i Bürde’ yazıyor. Yanımdaki öğrenciler (...) ‘Ne güzel değil mi?’ deyip geçiyorlar.” (Vatan, 13 Nisan 2007)
Yolu her hangi bir ‘müze’ye düşüp de, Babaoğlu’nun dile getirdiği tesbite şahit olmayanınız var mı? Hangi ‘müze’de eserler yeterince tanıtılıyor? Meselâ, Topkapı Sarayındaki bazı ‘bilgi levhaları’ neredeyse bir metre genişliğinde satırları ihtiva ediyor ki, okumak isteyen de okuyamıyor. Bunları daha anlaşılır, daha kısa satırlarla anlatmak; sarayı gezenlere bir adet broşür vermek çok mu zor?
Müzeleri, sarayları gezmekten maksat; ‘ibret ve bilgi almak’ ise lütfen bu işleri de şartlarına uygun şekilde yapalım.
14.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|