Herşeye rağmen Türkiye’nin demokratikleşme yolunda küçümsenmeyecek mesafeler aldığını gösteren gelişmelere şahit oluyoruz.
Deniz Kuvvetleri eski Komutanına atfen yayınlanan günlük, içindeki darbe girişimleriyle ilgili bölümler sebebiyle gerek sivil toplum örgütlerinin, gerekse uzun yıllar yüksek yargıda görev yapmış tecrübeli uzman hukukçuların birbirinden bağımsız suç duyurularına konu oluyor.
Cumhurbaşkanı seçimiyle ilgili olarak rektörler adına sergilenen “ortak” tavır, Sabancı Üniversitesi Rektörünün farklı çıkışıyla deliniyor.
Kemalizmi eleştiren Prof. Dr. Atilla Yayla’ya rektörlük tarafından uygulanan “dersten men” cezası kalıcı olamıyor ve bilâhare geri alınıyor.
Benzer bir durum Prof. Dr. Baskın Oran’ın da başına getirilmek isteniyor. Rektörlük “Ders veremez” diyor; ama dekanlık bu kararı dinlemediği gibi, emekli olduğu halde derslerine devam etmekte direnen Oran’a öğrencileri de sahip çıkıyor ve bu tartışmanın ardından Oran’ın verdiği ilk derste sınıf, öğrencilerle destek için dışarıdan gelen profesörler ve STK temsilcileri tarafından hınca hınç dolduruluyor. Rektörlüğün koymak istediği yasak böyle cevaplanıyor.
Bir başka üniversitede, keskin söylemleriyle bilinen bir emekli orgeneral, rektörlüğün davetiyle verdiği konferansta, “Darbe istemiyoruz” diyen öğrencilerin protestolarına muhatap oluyor.
ADD’nin tertiplediği ve rektörlüklerin aktif destek verdiği 14 Nisan mitinginde de, birçok üniversitede öğrenciler “Biz bu işte yokuz” çıkışları yaparak “pişmiş aşa su katıyor” ve oyunu bozuyorlar.
28 Şubat sürecinde yaşandığı gibi, rejim meselesi söz konusu olduğunda hizaya getirilen işçi ve işveren örgütleri, meslek birlikleri, sendikalar da, benzer iddialarla tertiplenen 14 Nisan mitingine gayet soğuk ve mesafeli duruyorlar.
Geçmişte çok daha hafifleri çok daha ağır sonuçlara yol açmış olan son derece profesyonelce provokasyon denemeleri birbiri peşi sıra geliyor, ama ilginç bir şekilde hiçbiri tutmuyor.
Ne İsmail Ağa suikastı, ne Hrant Dink cinayeti, ne artan terör olayları ve şehit cenazeleri, ne DTP tahrikleri, ne “Apo zehirlendi” iddiaları, ne de Barzani densizlikleri, birilerince umulan neticeleri ortaya çıkarabildi. Hepsi “boşa giti.”
Son olarak Mart ayında sansasyonel suikastlar dahil çok ağır tahriklerin tezgâhlandığı yönünde yoğun söylentiler vardı ve Başbakanın aylardan beri tekrarladığı “Final sürecinde provokasyonlar çoğalacak” söylemi de bu söylentilere kuvvet veriyordu, ama hiç de öyle olmadı
Bunda, hiç şüphe yok ki, medyanın tavrındaki inanılmaz değişim de son derece önemli.
Yakın zamana kadar provokasyon amaçlı tertip ve tezgâhların vurucu gücü olarak kullanılan kartel medyası, artık dolduruşa gelmiyor ve getirilemiyor. Çünkü medyanın arkasındaki sermaye gücü de iç çekişmelerden birşey kazanmadığını, aksine çok şey kaybettiğini gördü.
28 Şubat’a verdiği aktif desteğin, kendisine 2001 krizi olarak geri döndüğünü yaşamış ve ilâveten AB sürecinin getirdiği açılımlarla dışarıda da yeni kazanç kapılarını keşfetmiş olan sermayenin statükoya destek vermesi artık çok zor.
Sonuç: Demokratikleşmeye direnen tavırların, akıntıya karşı kürek çekmekten farkı yok.
14.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|