Öğrenci motivasyonu arttırılabilir mi?
Aileler ve öğretmenler için
Bütün dünyada, ebeveynler ve öğretmenler, öğrencilerin niçin her geçen gün okula ve okul derslerine daha az ilgili göründüklerini anlamaya çalışıyorlar. Ebeveynlerin görevi, basitçe, çocuğu okul için hazırlamak, onu okula götürmek ve ödevlerin düzenli olarak yapılmasını sağlamaktı. Öğretmenlerin vazifesi, öğrenciye bilgiyi sunmak ve alıştırmalarda onlara yardımcı olmaktı. Bunlar, artık geçerli görünmüyor. Hem ebeveynler, hem de öğretmenler, sürekli olarak, öğrencilerin iyi akademik performanslarını sağlamak için yeni stratejiler geliştirmek zorundalar.
Muhtemelen problemin bir kısmı, öğrencileri gerçekten neyin motive ettiğini anlama eksikliğidir. Motivasyon, genellikle, belli bir davranışı neyin uyardığına ve neyin devam ettirdiğine göre anlaşılır. Bununla birlikte, en azından okul amaçlı kabul gören, iki tür motivasyon vardır: Dışsal motivasyon ve içsel motivasyon. Dışsal motivasyon genellikle dışsal ödüllerden kaynaklanır: Hediyeler, notlar, hatıratlar ve diğerlerinden daha iyisini yapma isteği. Bu, öğrenciyi tamamen bu ödüller için hareket etmeye yönlendirir ya da utanç duruma düşmekten ya da sıkıntılı duruma düşmekten sakınmaya yönlendirir. İçsel motivasyon kişinin içinden gelir. Bir yetenek geliştirmede, eğer bir öğrenci kendini tatmin etme duygusuyla daha iyisini yapmaya yönlendiriliyorsa, o zaman öğrenme daha anlamlı ve daha kalıcıdır.
Motivasyon aşağıdaki şartlarda en yüksek seviyededir:
* Kişi, dışsal baskıya karşılık olarak değil de kendi gerekçesiyle işi üstlenir.
*Ödev üstesinden gelinebilecek düzeydedir.
*Yeterince seçenek vardır.
Ebeveynler ve öğretmenler, bu şartları sağlamak için, öğrenme ortamını hazırlamak için aşağıdaki genel prensipleri uygulanmalıdır:
*Öğrenciye baskı yapılmamalıdır. Meselâ, rekabeti ya da sosyal karşılaştırma kesinlikle yapılmamalı ve çocuk asla notla tehdit edilmemelidir.
*Ödevin, öğrencinin yaşı ve yetenek seviyesi için üstesinden gelebileceği uygun bir düzeyde olması sağlanmalıdır. Eğer ödev çok kolay ise, öğrenci sıkılacak ve motive olmayacaktır. Öğrencinin kabiliyetinin üzerinde bir zorluk düzeyi ise, hüsrana ve ödevi terk etmeye yol açacaktır.
*Ödev, aynı zamanda, anlamlı ve öğrenciyle alâkalı olmalıdır. Öğrenci sık sık şu yorumu yapar “Bunu niçin öğrenmem gerekiyor …. Büyüdüğümde bunu asla kullanmayacağım! “. Ödevin amacı, birbiriyle ilgisiz gerçekleri hafızaya kaydetmek yerine, yetenek geliştirme ya da kazandırma olmalıdır.
*Çocuklar uygun şartlarda ödüllendirilmelidir. Övgü gerek anne babanın gerekse öğretmenin en yaygın alışkanlığı haline gelmeli ve çocukların ufak ilerlemelerinin ve çabalarının bile fark edildiği çocuklara hissettirilmelidir.
*Öğretmen ve ebeveyn ne kadar çok şeyi kontrol ederse, öğrenci o kadar az motive edilmiş olacaktır. Bu yüzden öğretmen ödev seçiminde, ebeveyn ise ödevi yapış saatinde çocuğun kendi isteklerini dile getirmesine, kendi isteklerini yansıtmasına ve kendi programını yapmasına izin vermelidir.
*Destekleyici bir çevre olmazsa olmaz şarttır. Ebeveynler ve öğretmenlerin öğrenci ile geliştirdiği ilişkiyi kolaylaştıran ve rahatlatan bir diyalog olmalıdır. Meselâ, cesaretlendirici bir söz ya da ses tonu, omuza bir el dokunuşu... Bunlar önemsiz gibi görünse de öğrenme üzerindeki etkisi son derece fazladır.
Kısaca, öğrenciler iyi davranıldığında, saygı gördüğünde, cesaretlendirildiğinde ve ödev anlamlı olduğunda, yüksek düzeylerde motivasyon kendiliğinden gelişecektir.
Bunun için ortamı sağlamak, onun yaş düzeyinin özelliklerini ve düşünce yapısına bilerek yaklaşmaksa hem öğretmenin hem de anne babaların vazifelerinin bir gereğidir
[email protected]
|
Murat BAŞBUĞ
11.04.2007
|
|
Sağlıksız fazla kilo ile baş etmek için beslenme reçetesi
Hayatınızda akılcı bir beslenme reçetesi her zaman olmalı. Karbon hidrat, protein ve yağları dengeli tüketin.
Vitamin alımını asla ihmal etmeyin.
Tatlıyı ve tuzluyu azaltın.
Herhangi bir tatlıyı yemeden veya bisküvi paketini açmadan önce kendinize sorun, “Ben gerçekten aç mıyım?” eğer cevabınız olumluysa, on dakika bekleyin ve bu soruyu tekrar sorun.
Yiyeceklerinizi haftalık olarak planlayın. Böylece alış veriş yaparken, abur cubur satın almaktan kurtulabilirsiniz. Asla süpermarkete aç gitmeyin. Eğer insanlar tok karnına alış verişe giderlerse, besin değeri daha yüksek yiyecekler alıyorlar. Abur cuburdan da uzak duruyorlar.
Daha hareketli olabilmek için hayatınızda, beslenme düzeninizde değişiklik yapmaktan kaçınmayın.
Eğer sağlıksız olan beslenme alışkanlığınızı değiştiremiyorsanız bir günlük tutun. Hem ne yediğinizi, hem de ruh halinizi kaydedin. Eğer istemediğiniz halde yemek yiyorsanız, bir dakika sonra kendinizi kontrol altına alabilirsiniz. İradeyi kullanmak, dakikalarla başlar, saatlik, günlük, haftalık, aylık... sürelerle devam eder. Daima geriye dönüp kendinizi kontrol edin.
Hiçbir zaman neden kilo vermek istediğinizi unutmayın. Sıkıldığınızda veya diyet yapmaktan yorulduğunuzda eski fotoğraflarınıza göz atın, yaşadığınız sağlık sorunlarını hatırlayın. Ve her verdiğiniz kiloda kendinizi nasıl hissettiğinizi hatırlayın. Değişimin zamanla ve sabırla olacağını hep aklınızın bir köşesinde bulundurun. Geçmişi değiştiremeyebiliriz ama gelecek için şansımızı deneyebiliriz.
*Eğer istemediğiniz halde yemek yiyorsanız, bir dakika sonra kendinizi kontrol altına alabilirsiniz. İradeyi kullanmak, dakikalarla başlar, saatlik, günlük, haftalık, aylık... sürelerle devam eder.
*Eğer yemek yemek istemiyorsanız, yemek yiyebileceğiniz bir yere gitmeyin.
*Sosyal zorunluluk olarak, bir gezmeye gidiyorsunuz, ne yiyeceğinizi de planlayın.
*Her zaman ölçülü olun. Porsiyonlarınız küçük olsun.
*Bol sebze, az yağ, Bardak bardak su....
*Yemeğe başlamadan önce bir bardak su.
*Bilinçli bir şekilde yemek yiyin. Yavaş olun. Ağzınıza götürdüğünüz her lokmaya dikkat edin.
*Her yemekten sonra dişleriniz fırçalayın. Ağzınızdaki temizlik duygusu sizin bir kaç saat acıkmanızı engelliyor.
|
Şenay ÖZER
11.04.2007
|
|
Evliliği saran zehirli sarmaşık: İlgisizlik
Evinizin bir köşesindeki bitki, bahçedeki kedi, içerideki beşikte uyuyan minicik bebek her şey beslenmek ister, hem de devamlı ve itina ile…
İşte evliliklerimiz ve sevgilerimizde böyle.
Saksıda ki bitki, bahçedeki kedi gibi, o minicik bebek gibi sevgilerimizde beslenmediğinde geriler, dalları cılızlaşır, bünyesi zayıflar, hastalanır belki de ölür.
Peki sevgimiz ne ile beslenir?
Sevgiyi besleyen birinci şey ilgidir. Bir ufacık tatlı söz, bir minik dokunuş ya da bir ufacık tebessüm… İlgi dediğimiz şey geniş zamanlarda, fazla masraflara dayalı davranışlar değil, sadece sevginin ufacıkta olsa yansımalarıdır.
Peki evlilikte insanlar birbirlerine ilgilerini yitirdiler mi? Yani evlilikte bazen sevgi azalması ya da alışkanlık haline gelmeden dolayı özelliklerin göremez hale gelmesi söz konusu olur mu?
Tabiî evliliklerde de zamanla böyle durumlar gerçekleşebilir. Ancak bu sanıldığı gibi tabiî olarak gerçekleşen bir olay değil, kronikleşmiş ilgisizliğin bir sonucudur.
Çünkü sevgi dediğimiz şey üst limiti olmayan bir duygu olduğu gibi, insan dediğimiz varlıkta öyle hemen tüketilemeyecek kadar çok özelliğe sahip olarak yaratılmış bir varlıktır.
Ancak nasıl olsa benim duygusunun devamına gelen fazla rahatlık ile evden uzaklaşan kalbi ilgilerini başka şeylere yöneltirler. Çocuklara, kariyere, evin eşyasına, spora, modaya, ev temizliğine, araba tutkusuna, şöhrete, zenginliğe... Böyle durumlarda evlilik ihmal edildiği için bakımsız kalacaktır ve yıpranmalar, arızalar, yani sorunlar başlayacaktır.
Erkekler de ilgisiz kadınlar da
Kendisini iş başarısına odaklamış bir erkek evlendiğinde eşine zaman ayırma ve ilgilenme gibi “gerçek dünya” ile karşılaştığında zihinsel bir pişmanlık hissedebilir. Eğer erkek bencilse sorun başlayacaktır. Kısa da olsa kaliteli bir beraberliği, hem iş hem ev başarısını beraber götürebileceğini düşünmezse fırtınalar başlayacaktır.
Evini otel ve restoran gibi kullanan bir erkek eve geldiğinde “Nasılsın?” demeyi ihmal edecektir. Sevgi dolu bir bakışı, bir tebessümü esirgeyecektir. Bütün gün çocuklarla, mutfakla uğraşmış bir kadın kendisine değer verilmediğini hissettiği an evliliği sorgulaması tabiî bir hakkıdır. Erkekler gibi kadınlarda da ilgisizlik davranışları vardır.
Kadınlarda ilgisizliğin şekilleri:
Eve, eşyaya kendisini kaptırmış veya çocuklarla ilgilenmekten kocasına “Hoş geldin” demeyen eşler nadir değildir. Bütün gün bakımlı ve göz alıcı bayanlarla bir arada olan erkek evde iyi bir anne, iyi bir ev hanımı ama iyi bir eş ve arkadaş olmayan kadınla uzun süre beraberse evliliği sorgulamaya başlayacaktır.
Dostluk mu, evlilik mi?
Evlilikte eş kadar, dostta aranmaktadır. Her insan Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi kalbine karşılık gelecek, dertlerini paylaşacak, hafifletecek birilerinin yanında olmasını ister.
Bu yüzden eşinizle dostlarınızla olduğu gibi gözlerinin içine bakarak ve dinlediğinizi belli eden ifadelerle destekleyerek konuşmanız, dertlerini dert edinip onunla beraber çözüm aramanız çok önemlidir. Dostlarınıza nasıl bazen çok sıkılsanız da sabredip zaman ayırıyorsanız, dostluğunuzun devamı için, eşlerinize de bunu kat kat yapmalısınız. Çünkü iki cihanda yanınızda olacak ebedî bir dostunuz da eşinizdir.
[email protected]
|
Zehra DENİZBEY
11.04.2007
|
|
Şehirleşme, çocuk sağlığını olumsuz etkiliyor
Son 200 yılda, dünya nüfusunun büyük şehirlerde yaşayan kısmının yüzde 5’ten yüzde 50’ye çıktığı açıklandı. Hava kirliliğine sebep olan gazlar ve kirletici maddelerin, şehirlerde çok yüksek düzeylere çıkarak çocuklarda öksürük, solunum yolu şikâyetlerine sebep olduğu belirtiliyor. Diğer önemli sorunlardan biri olarak akut romatizmal ateş gösterilirken, bu hastalık gelişmekte olan ülkelerde daha sık görülüyor. Şehirleşmenin kaçınılmaz olduğundan bahseden uzmanlar, zararların mümkün olduğunca aza indirilebilmesi için eğitime, sağlığa önem verilmesi ve hastalıkların önlenmesine yönelik çalışmaların planlanması, bunların öncelikle çocuklara, ailelerine, öğretmenlerine ve bütün topluma ulaştırılması gerektiğine dikkat çekiyor.
İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Nermin Güler, dünyadakine paralel olarak Türkiye’de son yıllarda hızla gelişen şehirleşmenin hem çocuk, hem de erişkinlerin sağlığını etkileyen en önemli faktörlerden biri haline geldiğinin altını çiziyor. Güler, “Durum böyle olunca da ‘Şehirleşmenin bugün ve gelecekte çocuk sağlığı üzerinde ne gibi etkileri olacaktır?’ sorusu akla geliyor” diyor.
Çocuklar için şehirlerde büyümenin çok zor olduğunu vurgulayan Güler, “Şehirler genellikle çok kalabalık, gürültülü ve oyun alanları çok dardır. Aşırı kalabalık şehirlerde toksinler ve zehirlerle uzun süreli karşılaşmalar ile kronik zehirlenmeler de daha sıktır. Çeşitli sanayi artıkları ve tarım ilâçlarına bulaşmış yiyeceklerin tüketilmesi ile fiziksel ve mental hastalıklar yüksek oranlarda görülür. Büyük şehirlerde görülen hava kirliliğinin en önemli sebepleri sanayi ve trafiktir” uyarısında bulunuyor.
Güler, hava kirliliğine sebep olan gazlar ve kirletici maddelerin şehirlerde çok yüksek düzeylere çıkarak çocuklarda öksürük, solunum yolu şikâyetlerine sebep olduğunu, çocukluk çağı astımının da şehirleşmeyle gittikçe artığını ifade ediyor.
Şehirleşmenin sonucu çalışan anneler
Şehirleşmenin, çocukların yeme ve içme alışkanlıklarını da değiştirdiğine dikkat çeken Güler, emzirme oranlarının düşmesiyle birlikte artan sunî beslenmenin, bütün dünyada gıda ile bulaşan enfeksiyonlarda artışa sebep olduğunu, özellikle ishalin şehir çocuklarında hızla yayılarak her yıl milyonlarca çocuğun aynı sebebiyle öldüğünü kaydediyor.
Şehirleşme ile gelen fast food beslenme
Şehir çocuklarının en çok tükettikleri gıdaların genellikle çok yüksek enerjili, çok yağlı, çok tuzlu, kolesterolden zengin, nişasta gibi kompleks karbonhidratlar yerine rafine şekerleri içerdiğini, ayrıca vücuda giren lif miktarının da azaldığını belirten Güler; ülkemizde pekmez, boza, pestil gibi geleneksel gıdaların yerini özellikle büyük şehirlerde çikolatalar, kekler, dondurmalar ve ayak üstü beslenme alışkanlıklarının aldığına dikkat çekiyor.
Şehirleşmenin devam edeceğini, ancak onun zararlı etkilerini minimale indirerek yaşamayı öğrenmemiz gerektiğini vurgulayan Güler, “İlk adım sorunun ne kadar büyük olduğunu anlayabilmektir. Eğitime, sağlığa önem verme ve hastalıkların önlenmesine yönelik çalışmalar planlanmalı, bunlar öncelikle çocuklara, ailelerine, öğretmenlerine ve tüm topluma ulaştırılmalıdır” tavsiyesinde bulunuyor.
|
11.04.2007
|