|
|
İslam YAŞAR |
Habib’in (asm) diyarında |
|
Nur menzillerine seyahat...
Ruhu şâd, aklı işhâd edecek hayatî bir hareketti bu.
Gidildiği takdirde fasılalarla da olsa yıllarca süreceği ve çok zevkli geçip faydalı neticeler vereceği muhakkaktı. Fakat seyahat esnasında muhtemelen bazı zorluklar çıkıp çeşitli meşakkatler çekileceği için karar vermek zordu.
Bütün memleket Nur Menzili olduğu, dünyanın pek çok ülkesinde öyle sayılacak yerler bulunduğu ve o maksatla gidilince her yer bir nevî Nur Menzili addedileceği için böyle bir seyahate başlanacak yeri seçmek karar vermekten çok daha zor görünüyordu.
Biz, zor kararı verdikten sonra, ilk bakışta ondan daha zor olacağa benzeyen seyahate başlama yerini seçmekte bir an bile tereddüt etmedik. Zîra Nur menzillerini seyahate elbette Nurun menbaından başlanabilirdi.
Nurun menbaından, yani Medine-i Münevvere’den.
Ancak karar verince hissettik mukaddes beldelerin hasretiyle yanan ruhumuzun, yıllardır böyle bir seyahate müştak ve müheyya olduğunu. Hac zamanı yaklaştığı için seyahatimize ibadet uhreviyeti kazandırma fırsatı da yakalayınca hemen harekete geçtik.
Masraflar için lâzım olan maddî meblağı temin etmek pek zor olmadı. Kur’ân, cevşen, tesbihât, risâle gibi kitapların da içinde bulunduğu hac levâzımâtının tedariki de fazla zaman almadı.
Sıra resmî muamelâtı yaptırmaya gelince vazifeli memurlar kotalardan, kontenjanlardan söz ettiler; sıra, kur’a, izin, vize gibi muamelelerin yapılması gerektiğini hatırlattılar ve zamanın geçtiğini söyleyerek bütün kapıları kapattılar.
Fakat niyet halis olunca Cenâb-ı Hak nasip etmiş, can-ı gönülden talep gitmiş, Resul-i Kibriya’dan dâvet gelmiş ve yüzler o tarafa dönmüştü bir kere. Bu gidişe hiç kimse engel olamazdı.
Olamadı da gerçekten. Türkiye’nin Hicaz’a açılan kapıları kapanınca biz de Avrupa’ya gittik, oradaki bir hac kafilesine katıldık ve Medine-i Münevvere’ye doğru tayerâna başladık.
Kafilemiz, Türkiye’de ve Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yaşayan Nur Talebelerinden müteşekkil müstesna bir gruptu. Kafileyi istisnai kılan asıl hâl ise Bediüzzaman Said Nursî’nin rahle-i tedrisinde yetişen ve Risâle-i Nur Külliyatının neşrine hayatını vakfeden Mehmed Emin Birinci’nin de aramızda olmasıydı.
Müşfik, sakin, kararlı, takva ehli bir insan-ı kâmil olan ve etrafındaki herkesi tesir hâlkasının içine alarak insanlar arasındaki insicamı sağlayan Birinci Ağabeyle hacca gitmenin hazzını daha ilk andan itibaren hissetmeye başladık.
Zira diğer yolcular gibi biz de zaman geçirmenin çarelerini ararken onun pencereye doğru dönerek tesbihini çıkarıp hem zikirle, hamdle meşgul olduğunu, hem de dışarıdaki semavî manzaraları tefekkür ve temâşâ ettiğini görünce zamanı nasıl değerlendirmemiz gerektiğini anladık ve o hâllerle hallenmeye çalıştık.
Zaman uzunca bir süre bu ahvâl içinde geçti. Uçağımız Medine semalarına girdiğinde vakit fecir vaktiydi. Pencerelerden dışarıyı temaşaya başlayınca daha iyi anladık şairlerin, yazarların, mütefekkirlerin, Peygamberimizin zât-i pâkini neden güle teşbih ettiklerini.
Çünkü Medine-i Münevvere’nin etrafını çevreleyen dağlar ve semasını tezyin eden bulutlar fecrin allığıyla, yaprakları yavaş yavaş açılıp şekli an be an değişen büyük bir kırmızı gülü andırıyordu.
Tayyaremiz, gizli zikri tedaî ettiren arı vızıltısına benzer sesler çıkarıp cezbeye gelen kelebek zerafetiyle süzülerek o devâsâ gülün yaprakları arasında yol alırken nazarlarımız hep müştak olduğu Nur ummanını aradı.
Bu arayış, yüzlerce ağızdan huşû içinde terennüm edilen salât ü selâmlarla içli bir yakarış hâlini alınca tayflar hareketlendi, yapraklar aralandı ve Ravza-i Mutahhara tebellür etti.
Biz, o müstesna gülün ebedî goncası olan Kubbe-i Hadra’nın uhrevî âsumanında pervane hissiyatıyla pervaz ederken; Mescidi Nebevî’nin on minaresinden birden sabah salâları ve ezan sadâları yükselmeye başlayınca vecd içinde Nur-u Muhammedî’nin (asm) kâinatı ihata edişine şahit olduk.
Bir ikram-ı İlâhî olan bu Ravza-ı Mutahharayı havadan temâşâ faslının ardından uçak yere indiğinde biz hâlâ göklerdeydik. Bir daha da ayağımız yere değmedi. Zîra Medine-i Münevvere, arzın mehtabı addedilecek hususiyetleri hâiz müstesna bir Nur Menzili idi.
Ruhumuzu saran bu uhrevî hazzın ihtizazıyla Ravza-i Mutahharanın muhitine yaklaştıkça hâl ve hareketlerimize, irademizi aşan ruhanî bir ihtiram hâlinin hakim olduğunu hissettik.
Gerçi adımızda paşa sıfatı, sırtımızda sultan şatafatı, üzerimizde gaflet rehaveti yoktu. Aramızda Nâbî misal şair mizaçlı mütehassis insanların olmadığını da biliyorduk.
“Sakın terk-i edebden kûy-i mahbûb-u Hudâ’dır bu
Nazar-gâh-i İlâhidir Makam-ı Mustafâ’dır bu ”
Onun için hiç birimiz böyle musanna beyitlerle veya benzeri ifadelerle ikaz edilmedik ama hepimiz ilk defa müşerref olduğumuz mekânın mânâsına münasip hâl ve hareketler içine giriverdik.
Ruhumuzun mukaddes menzilleri ziyaret âdâbına bu kadar âşinâ olması, yıllardır okuduğumuz risâlelerin ve dinlediğimiz derslerin neticesiydi. Çünkü Bediüzzaman Hazretleri, Risâle-i Nur Külliyatında geçen kudsî isimleri ve mukaddes yerleri, hep tazim edici sıfatlarla birlikte kullanarak hislerimizi terbiye etmişti.
Hac yolculuğuna başlamadan önce Peygamber Efendimizi anlatan On Dokuzuncu Söz’ü, Otuz Birinci Söz’ü, On Dokuzuncu Mektub’u, Mucizât-ı Kur’ân’iye’yi ve benzer bahisleri münhasıran bir defa daha okumamızın yanı sıra âdeta müteharrik bir Külliyat olan Birinci Ağabeyin müeddep hâl ve hareketleri de mukaddes menzillere intibak etmemizi kolaylaştırdı.
Bu âşinalıktan gelen ruhî yakınlığın huşusu içinde çıktık huzura (asm). O andan itibaren de, değil anlatmak, yaşarken bile idraki mümkün olmayan müstesna zamanlar başladı.
***
“Şu söz güzeldir. Fakat onu güzelleştiren, güzellerin güzeli olan evsâf-ı Muhammediyedir.”
Bediüzzaman Said Nursî, bu ifadelerle başlamıştı Risâlet-i Ahmediyeyi anlatmaya. Bu güzel söz sayesinde, güzelleşmenin sırrının onu (asm) anmak ve evsafını taşımak olduğunu anladık.
Artık iki sözümüzden birincisi onun ismiydi, ikincisi de şefaat talebi.
Bu şekilde sözlerimizi güzelleştirirken; maddî uzuvlarımızı ve mânevî hasselerimizi güzelleştirmek için de olabildiğince çok Hadis-i Şerif ezberleyip Sünnet-i Seniyeye ittiba etme ve Efendimizin yaşadığı menzilleri görerek hâliyle hâllenme gayreti içine girdik.
O hasletleri bizzat yerinde kazanmak için önümüzde sekiz günümüz vardı. Bu zaman içinde hem Mescid-i Nebevî’de kırk vakit namaz kılacak, hem de Medine-i Münevvere’nin muhtelif yerlerindeki mukaddes menzilleri ziyaret edecektik.
İlk günlerimizi münhasıran Mescid-i Nebevî’ye hasrettik. Her sabah fecir öncesinde okunan salâlarla başlayan ziyaretimiz; mescidin, Hâne-i Saadetle Minber-i Nebevî arasında kalan ve Peygamber Efendimizin ‘Cennet bahçelerinden bir bahçe’ dediği için hüccacın ‘cennet’ veya ‘ravza’ diye tesmiye ettiği mevkiinde kısa fasılalarla gece yarılarına kadar devam etti.
Her seferinde Resûl-i Zîşanı ve yanında medfun sahabe-i güzini selâmlayarak geçtik ve Vüfûd sütununun dibinde namazlarımızı cemaatle eda edip zikir ve tesbihâtlarımızı yaptıktan sonra Ashâb-ı Suffanın mekânına gidip dünyanın farklı ülkelerinden gelen Müslümanlarla tanışıp konuşarak kardeşlik bağlarını pekiştirdik.
Medine-i Münevvere’nin değişik yerlerindeki mukaddes menzillere ve tarihî mekânlara ancak namaz vakitlerinin aralarında gitmemiz gerektiğinden, ilk ziyaretimizi Mescid-i Nebeviyenin hemen yanında bulunan Cennetü’l-Bâkî mezarlığına yaptık.
Peygamber Efendimizin, “Bâkiye ehlini cennet bahçelerine gül gibi silkseler gerektir” buyurduğu yerin üstü, boydan boya küçük kum kümeleri ile şekillenmişti. Ama altının nice Cennet bahçeleri ile müzeyyen olduğu muhakkaktı. Zira Hazret-i Abbas, Hazret-i Hasan, Hazret-i Osman, Hazret-i Fatıma ve daha nice evlâd-ı Resûl ve Ashâb-ı Güzîn orada medfundu.
İkinci ziyaret menzilimiz Kûba Mescidi idi. Peygamberimizin Medine-i Münevvere’ye ilk gelişinde konakladığı yere inşâ edilen bu mescide sadece namaz kılmak maksadıyla gitmek efdal olduğundan biz de o niyetle gittik, ziyaret namazımızı kılıp döndük.
Bir başka gün öğle ve ikindi namazları arasında Peygamber Efendimizin ilk Cuma namazını kıldığı yere yapılan Cuma Mescidi’ne gittik. Dönüşte Hazret-i Fatıma’nın evinin yerine yapılan Fatımatü’z-Zehra Mescidi’ne uğrayarak o mübarek yeri de tazimle ziyaret ettik.
Bir diğer ziyaret faslında, Peygamberimizin üzerine gölge eden bulutun, o mescitte olduğu zamanlar beklediği ve Peygamberimizin vefatından bir hafta sonra kaybolduğu yere yapılan Gamâme Mescidi’ni gördük.
Dönerken yol güzergâhını biraz değiştirip birbirine yakın mesafelerde bulunan Hazret-i Ömer Mescidi’nde, Hazret-i Ali Mescidi’nde tahiyyatü’l-mescid namazları kıldık. Tabi bu arada, orada Osmanlı’nın himmetini ve itinasını yaşatan Medine Tren İstasyonunu ve Mimar Sinan’ın kırk günde yaptığı Sinan Camii’ni gezmeyi de ihmal etmedik.
Önceleri Mescid-i Aksa’ya doğru dönerek namaz kılan Peygamberimizin, Seleme Oğulları mahallesinde öğle namazı kılarken Bakara Sûresinin 144. âyeti inzal olunca namazı bozmadan Kâbe-i Muazzama’ya döndüğü Mescid-i Kıbleteyn’e yaptığımız ziyaret de seyahat hatıralarımızı tezyin eden müstesna yerler arasındaydı.
Ondan sonra sıra muharebe meydanlarına gelmişti. Bir öğleden sonra gittik Hendek Savaşı’nın yapıldığı yere. İslâm Ordusu’na komuta eden yedi komutan adına yaptırılan mescitleri ziyaret ettik. Orada Peygamberimizin gösterdiği bazı mucizeleri ve sahabelerin yaşadıkları kahramanlıkları hatırlamak hamaset hislerimizi hareketlendirdi.
Ziyaret edeceğimiz son menzil olan Uhud’a o hissî halecanlar içinde girdik. Resul-i Ekremin senasına mazhar olan bu dağın hisleri teskin edip ruhu rahatlatan uhrevî bir sükûneti vardı.
Okçular Tepesi’nde beşerî zaafların tezahürü olan hüsran hâllerini, Hazret-i Hamza’nın da aralarında bulunduğu yetmiş şehidin yattığı Uhud Şehitliği’nde gözyaşları ile durulanan Fatihalar okurken, Allah inancının kazandırdığı mânevî merhaleleri müşahede edip hayatî dersler çıkardık.
O insanların torunları da onlar kadar imanlı, cesur, müşfik ve sahavet sahibiydi. Gittiğimiz her yerde onların Ensara has olan hasletleri sayesinde Medine-i Münevvere’yi gönlümüzün vatanı addettik.
Artık gönlün vatanına veda vakti gelmişti. Ömrümüzün en âsûde sekiz gününün geçtiği Medine-i Münevvere’de seksen senelik bir ömrün mânevî mahsulâtını derdiğimizi hissetmenin süruru içinde hafızamızı hatıralarla, çantamızı hediyelerle doldururken yine Üstadın ifadelerini hatırladık.
Hayatında hiç mukabelesiz hediye almayan Bediüzzaman, Vanlı talebesi Nuh Beyin Medine-i Münevvere’den teberrüken gönderdiği tevafuklarla dolu hediyeyi “Bu Nuh muh işi değil, Ravza-i Mutahhara sahibinin bu teberrük içinde bir iltifatı vardır. Bu teberrüke karşı istiğna değil dilencilikle iftihar ediyorum” diyerek kabul etmişti.
Biz de Medine-i Münevvere’den aldıklarımızı Ravza-i Mutahhara sahibinin adına aldık. Verirken de onun adına vererek Muhabbet-i Muhammediyenin (asm) intişarına vesile olmaya çalışacağız.
Çünkü, “Habib’in diyarından gelen her şey mahbubdur.”
15.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Tahirî Mutlu |
|
Muhterem Mehmet Fırıncı, geçtiğimiz 3 Nisan’da Hakkın rahmetine kavuşan Mehmet Emin Birinci’nin cenaze namazı kılındıktan sonra yaptığı konuşmada 57 yıllık hizmet ve dâvâ arkadaşının takva ve ubudiyet noktasındaki hassasiyetine vurgu yaparken, Birinci’yi bu yönüyle Tahirî Mutlu’ya benzettiklerini söylemişti.
Üstadın yakın hizmetkârlarından ve Risale-i Nur’un saff-ı evvel talebelerinden Tahirî Mutlu da namaz, ibadet ve takva hususundaki titizliğiyle mâruf muhterem ve bahtiyar bir insandı.
Kendisini bir defa görme ve arkasında namaz kılma mazhariyetine eriştik. 1976’daki bir İstanbul ziyaretimizde, Kocamustafapaşa’da bulunan ve Nur talebelerinin “seb’a semâvat” olarak isimlendirdikleri yedi katlı apartmanın üst katındaki mekânına çıktığımızda, ikindi namazı vakti girmişti. Tahirî Mutlu, kendisine ayrı bir heybet katan sarığı ve cübbesiyle salona geldi.
İmametinde kıldığımız namazdan ve yapılan tesbihattan sonra, tesbihatı acele etmeden ve tane tane okumanın önemine dikkat çeken kısa bir konuşma yaptı. Anahtar-kilit örneği vererek, “Anahtarın dişleri kilitteki yuvaya uymadığında nasıl kilit açılmıyorsa, tesbihattaki otuz üç rakamının tam olarak söylenmesine dikkat edilmediğinde de tesbihatın sırrı ve mânâsı tahakkuk etmez” diye ifade edebileceğim bir izahatta bulundu. Ve bu meyanda Sübhanallah tesbihinin hızlı bir şekilde “süb... süb... süb...” diye aceleye getirilmemesi gerektiğini ifade etti.
Muhterem İhsan Atasoy’un değerli kitabını okuduğumuzda, daha pek çok kişinin Tahirî Mutlu’dan aynı dersi aktardığını gördük.
Bu ilginç örnek, Tahirî Mutlu’nun söz konusu mânâ ve hakikatleri evvelâ kendi şahsında iyice hazmedip, bunun kazandırdığı ihlâsla başkalarına anlattığını da gösteriyor. Verdiği mesajın böylesine yaygın ve derin izler bırakmasının izahı bu olsa gerek.
Tahirî Mutlu vakit namazlarından ayrı olarak her gece teheccüd namazına kalkan ve sabaha kadar uyumadan evrad-ezkârla da meşgul olan bir insan. Bu hususta öylesine titiz ki, misafir olarak bulunduğu yerlerde bile gece yattığında, mutad saatinde kaldırılmayı ısrarla istiyor. “Yorgundur, rahatsız etmeyelim” düşüncesiyle kaldırılmadığı istisnaî durumlarda ise çok üzülüyor ve “Dün gece bir daha geri gelmeyecek ki” diyerek ev sahiplerine sitemde bulunuyor.
Üstadın, “gerçek makamını bilmeyen bir veli” olarak nitelediği Tahirî Mutlu’nun şahsî takva ve ubudiyeti yanında, hizmette de çok önemli bir yeri var. Meselâ, aileden gelen servetini hiç tereddüt etmeden hizmet için harcamış, birçok risalenin kâğıt ve basım masrafını, kendisine ait mülkleri, tarlaları satarak karşılamış.
Tevafuklu Kur’ân’ın yazım ve basım çalışmalarında en ön safta aktif görevler üstlenmiş.
Zübeyir Gündüzalp’in yanından hiç ayrılmaması, onun hizmetteki müdebbiriyet ve dirayetine tam bir güven duyması, istişareye tereddütsüz sadakati ve dahilî ihtilâfların en hararetli zamanlarında dahi kimsenin aleyhinde en küçük bir söz sarf etmemesi de Tahirî Mutlu’nun örnek alınması gereken önemli özelliklerinden.
Tahirî Mutlu 3 Nisan 1977’de rahmete kavuşmuştu. Birinci de 30 yıl sonra aynı gün berzah âlemine göçtü. Şimdi bizleri bekliyorlar...
15.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Keşke ABD’nin ellerini kesselerdi |
|
‘Şiddeti doğuran şiddet’ diye bir kavram var. Bazen şiddet sarmal halinde birbirini besler. Olaylar birbirini tetikler. Irak’a Amerikan müdahalesi de böyle olmuştur. Geçtiğimiz günlerde el Alem Kanalı’ndaydık. Beyrut stüdyosunda Muhammed Nureddin, Erbil’den de bölge Kürt milletvekillerinden birisi katılmıştı. İsmini hatırlayamadığım milletvekili mutedil konuştu. Yapıcıydı ve askeri müdahale ihtimali konusunda şunları söyledi: “Biz bu hususu Türk yetkililerinin hikmetine bırakıyoruz...”
Türkiye de, askerî seçeneğe veya müdahaleye neden olmama hususunda onların hikmetine güvenebilmeli. Ama reddettiğim bir husus vardı. O da şu: Sürekli olarak Türkiye’nin Irak’ın iç işlerine karıştığından ve müdahale ettiğinden dem vuruyorlar. Ben de programda şunu hatırlattım: Burada büyük bir çelişik var.
Türkiye’nin bir komşu devlet olarak müdahalesinden yakınanlar bugün işgal altında bulunuyorlar ve işgale ve askeri müdahaleye karşı hiç ses çıkarmazken Türkiye’ye efelenmeleri kabul edilemez. Türkiye Irak’ın kuzeyine müdahale ediyorsa bunun nedeni Amerikan müdahalesi ve müdahalenin bölgede oluşturduğu boşluktur. Getirdiği kargaşa ortamı ve bundan da Türkiye’nin etkilenmesidir. Suud Kralı Abdullah’ın da hatırlattığı gibi gayri meşru askeri ve sivil bir müdahale ile bütünleşenler sıra Türkiye’ye gelince dikleniyorlar.
Arapçayı reddedenler İngilizceye sarılıyorlar. Üstüne üstlük Barzani gibiler sürekli çözümün siyasi olduğunu söylüyorlar ki bu aslında PKK’nın hedeflerine yani ayrılıkçılığı azdırmak ve kışkırtmaktır. Muhammed Nureddin’in deyimiyle Türkiye’de 30-40 milyon Kürtün olduğunu söylemek de öyledir. Bu, kimlik üzerinden siyaset yapmak ve azınlık siyaseti izlemektir. Halbuki kültürel kimlik konusunda Türkiye’nin bazı iyileştirmeler daha yapabileceği söylenebilir. Oradaki konuşmamda da değindiğim gibi, aslında Büyükanıt’ın konuşması müdahale sinyalinden ziyade ayağını denk alması için Barzani ve benzerlerine müdahale sinyali üzerinden gönderilen bir mesajdır. Bu mesajla, Kuzey Iraklı Kürtleri itidale davet ediyor ve Türkiye’nin ciddiyetini hatırlatıyor.
***
Burada Türkiye’nin yerden göğe kadar haklı olduğu görünüyor. Bu haklılığın nedenlerinden birisi PKK’nın bu bölgede yuvalanmasıdır. Bu hususta daha önce Türkiye ile işbirliği yapan Barzani ve Talabani şimdi işbirliğine yanaşmıyorlar. Kerkük meselesi ise daha karmaşık. ABD’nin müdahalesi ve işbirlikçilerin işgalden yararlanma siyasetleri bölge açısından kabul edilemez sonuçlar doğurmuştur.
Bunlardan birisi, de Kerkük’ün statüsü meselesidir. Türkiye’yi ve Arapları cezalandırmak ve işbirklikçileri mükâfatlandırmak için Amerikalılar şehrin karakterinin değiştirilmesine ve ardından da referandum yoluyla yeni statünün pekiştirilmesine ve Kürt bölgesine ilhakına müsaadekâr görünüyorlar. Halbuki doğru olan bu husustaki Baker-Hamilton Raporunun gösterdiği çizgidir. Buradan da ortaya çıkıyor ki, ABD’nin müdahalesi müdahalede domino etkisi meydana getirmiştir. Çünkü bölge ve Irak açısından statükoyu zorlamaktadır.
Bu açıdan, Türkiye’nin müdahalesi tabiri her şeyden önce kasıtlı ve yanlış bir tabirdir. Türkiye’nin müdahalesi yok. Kuzey Iraklı Kürtlerin Kerkük’e ve yapısına müdahalesine ve oldu bittisine yönelik olarak bir itirazı var. Dolayısıyla müdaheleci değil müdahaleye karşı. İşgalden hemen sonra Kürtler şehrin demoğrafik dengesine yönelik bir taarruz başlatmışlar ve bunun neticesinde kayıt sicillerini yakmışlar; bunu kazanım olarak pekiştirmek ve Arapların tehciri için de Iraklı bazı bakanlarle rüşvet ilişkisi içine girdikleri tespit edilmiştir. Türkiye’nin kabul etmediği ve etmeyeceği budur.
***
Bu bağlamda, işgal gölgesinde Barzani’nin çirkin beyanatlarına müzaharet eden başkaları da var. Bunlardan birisi de Irak’ın sözde Parlamentosunun Başkanı Mahmud el Meşhadani’dir. Banzani’nin bu Şii müttefiki ‘Irak’a uzanan eller kırılır, kesilir’ diyor. Keşke Amerika’nın Irak’a uzanan ellerini kesselerdi de Türkiye’nin müteselsil müdahalelerine gerek kalmasaydı. Türkiye’nin ellerinin Irak’a uzanmasına gerek kalmasaydı. Kürt Parlamentosu Başkanı Adnan Müfti’nin konuşması da Şii müttefikinden geri kalır gibi değil. Kerküki’nin yaptığı gibi Iraklı Künt yöneticiler karşılarına Türkiye gibi ülkeler çıktığında arkalarını Irak’a ve ABD’ye dayıyorlar ve Irak’ın birlik ve bütünlüğüne sığınıyorlar ve onu referans gösteriyorlar. Tehlike savıldığında da ayrılıkçı söylemlerine ve gündemlerine geri dönüyorlar. Ayrılıkçı ve şuubiye dailiği yapıyorlar. Kerküki, Türkiye’nin müdahalesinin Irak devletine karşı doğrudan savaş açmak olacağını söylüyor. Maalesef müdahale konusunda Kürtler ve Iraklı Şiiler mültiple denilen çoklu standart uyguluyorlar. Amerikan müdahalesi altında Türk müdahalesini telin ediyorlar.
İkincisi, İran’ın daimi ve mükerrer müdahalelerine karşı bu tarzdan karşılıklar vermiyorlar. Sözgelimi, çeşitli temaslarda bulunmak amacıyla ABD’yi ziyaret eden Ali El Dabbagh, Beyaz Saray’da düzenlediği basın toplantısında İran’ın müdahalesinin varlığını kabul ederek şunları söylüyor: ‘’Irak’taki olaylara İranlılardan gelen bir müdahale var, bunu reddedemeyiz. ABD ve İran arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi ve bu ilişkilerin daha iyi duruma getirilmesinin, İranlıların Irak’a yönelik müdahelelerini azaltabileceği kanısındayız...”
Aynı yaklaşımı Türkiye için niçin benimsemiyorlar? Türkiye açısından çözüm, şimdilik kaydıyla müdahale olmasa bile Erbil üzerine diplomatik ve askeri baskıyı artırmaktan geçiyor. Ve Türkiye bunu yayarak ve diğer bölgesel partnerlerle paslaşarak yapmalıdır. Erbil ve Washington şunu unutmamalı: Irak’ta her türlü çözüm Türkiye ve bölge ülkelerinin onay ve tasvibinden geçiyor.
15.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Mutlu olmak |
|
Mutlu olmanın “bir sanat” kabul edildiği ve boy boy kitaplarla bunun reçete olarak sunulduğu dönemlerden önceydi. İnsanların binekleri, araçları henüz canlıydı. Buharla beraber motor icat edilmemişti.
Mutluluğun el kitapları piyasalaşmamıştı. İnsanlar okuma ve yazmayı da çoğunlukla bilmezlerdi. Ancak mutluydular. Sadeydiler. Kendilerini görebiliyorlardı, dinleyebiliyorlardı. İçlerinde var olan duygu dilini yaşıyorlardı. Hayat arkadaşı ile yıllarca beraberliğin sadakatini her an teneffüs ediyorlardı. Ailecek konuşmadan anlaşırlardı. Sessizliğin dili, şifre çözücüydü bir anlamda. Hissederek yaşarlardı.
Konuşmaları da sınırlıydı. Konuşma kursları da yoktu o zamanlar. İnsanlar makine gibi kalıplara ve sanayi ürünü gibi ölçeklere emanet değillerdi. Kendilerine ve emanetin sahibine ait idiler.
Çok istekleri vardı. Bunlar tek isteğin şemsiyesi altında birleşirdi. Tevhidî bir sonuca götürürdü. Hayallerini süsleyen derin dünyalarında iç yolculuklarını yaşarlardı. En çok istedikleri huzur ve onurdu. Her şeylerini huzura, ağız tadına göre düşünürlerdi. “Düşünme Teknikleri Eğitimi” de almamışlardı. Düşüncelerinde sadelik ve narinlik vardı.
İnce boylu bir endamın sevimli bütün karelerini taşıyan bir tatlılığın yüz hatlarına sahiptiler. Yüzlerinde makyaj da yoktu, özel bakım setleri de. Hoş kokuluydular. Temiz giyinirlerdi. Aynı elbiseyi günlerce giyip, yeni alınmış gibi itinayla korurlardı. Parfümleri de yoktu. Boncuk boncuk terlerini çeşmeye tuttuklarında alın terlerini suyla birlikte avuçlayıp buluştururlardı. Yorulduklarında, rahatlamış bir simanın emeğine duyulacak zevk vardı.
Hal hatır sorarlardı, iletişim tekniklerini bilmeden. Muhatabına yoğunlaşıp, ciddiyet dolu bir sevecenlikle “Nasılsınız?” deyip, gelecek cevabı dikkatle dinlerlerdi. Çare olmaya çalışırlardı. Dua ederlerdi. Büyük bir sevgi ve ilgi ile dostluğun limanında sakinleşirlerdi.
Günün nevalesi, hazır rızıktı. Bulduklarına şükrederlerdi. Diyetisyenler yoktu. Fazla kiloları da olmazdı. Kâinatla ve toprakla kucak kucağa yaşarlardı. Efsunlu halleri, diğergamlıkları ve derin dalgınlıkları; okula giden Mehmet, satılacak bir parça eşyadan elde edecekleri gelir, ya da askere gönderecekleri Ahmet’ti. Bir de komşunun veya yakınının hayırlı talebine cevap verme süresini makul kullanıp, Ayşe’yi, Fatma’yı baş göz etmekti. Şimdiki gibi aile okulları yoktu.
Eskiden kariyer planlaması da yoktu. İnsanlar ne yapacaklarını, neye uygun olduklarını ustalarından, babalarından veya inandıkları insanların genel ve veciz sözlerinden aldıkları mesajla kendilerine bir yol bulurlardı. Fazlasıyla iç dünyalarında tefekkür eder, aldığı telkinlerin ona müdahale sayılmayan kalitesinde karşılıklı kabulle yola çıkarlardı.
Her zaman kendilerini gözden geçirirlerdi. Bunun için özel eğitimleri yoktu. Kursa da gitmemişlerdi. Niyet ve düşünce okullarında kendilerini yoğurur ve nasip dilerlerdi. Bilmedikleri önlerine açılır, duyamadıkları hissedilmeye başlanırdı.
Tevekkül içinde yaşarlardı. Hedeflerinin çapına uygundular. Zihinlerinde bir istekleri ve sonuç alma azmi vardı. Şimdilerdeki gibi her gün plan/pilav karması bir kargaşanın içinde değillerdi. Bu konuları da bilmezlerdi. Enteresan olan, yaşarlardı. İşleriyle hayalleri ve çalışma kararlılığı birbirini tamamlardı. Merakları kendisini açmaya yarardı.
İş aramazlardı, sürekli işleri vardı. Modern çağın artan iş potansiyeli olmamasına rağmen, önlerinde meslek ve iş imkânı vardı. Çaresiz görmezlerdi kendilerini. Rüyalarında tatlı sevinçlere arkadaş olurlardı. Aşırı endişe ve hırs ile olana razı olmama hırçınlığında değillerdi.
Dünün bu saf ve samimi ortamından, günümüzün iletişim yoğunluğuna, teknoloji ve hız kavramlarına boğulduk kaldık.
Peki ne yapalım?
Dünün değer ifade eden safiyeti, kesrette boğulmayan vasfı ile günümüzün metot ve yaklaşımlarını birleştirecek güçlü niyet, irade ile bilgi ve teknolojiyi bir arada tutmak gerekir.
Yoksa bir tarafta nostalji ve hasret, diğer tarafta batının kültürel tasallutu ve beşerî zafiyetlerin bilgi ile kirlendiği bir dünya var.
Sözün kısası, her şeyin müsbetinde devam etmek…
15.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Darbenin belgesi olur mu? |
|
Pek çok konunun tartışması bitiyor da, ‘darbe’ konusundaki tartışmalar bitmek bilmiyor. 27 Mayıs 1960’daki ihtilâlden sonra ortalama her 10 yılda bir tekrarlanan darbeler, son yıllarda şekil değiştirdi. Artık ‘eski, klasik darbe’ler yerine ‘post modern, çağdaş darbe’ler planlanıyor.
Türkiye’nin önünde iki önemli seçim var. Bunların ilki olan cumhurbaşkanlığı seçiminde milletin doğrudan oy kullanma hakkı yok. Seçimi TBMM üyeleri yapacak ve ‘kurallar’ da net olarak ortada. Buna rağmen bir bardak suda fırtına koparılmak isteniyor ki bu da bazılarının, ‘eski alışkanlıklar’ı devam ettirmek istediğini hatırlatıyor.
Milletin söz söyleme hakkı olan asıl seçim, yıl sonuna doğru yapılacak olan ‘genel seçim’lerdir. Siyasî partiler asıl bu seçimlere odaklanması gerekirken, milletten umudunu kesen bazı partiler; gerilimi arttırmak uğruna cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgileniyor. Cumhurbaşkanlığı seçimi de elbette ilgilenmeye değer. Ancak, bu konuda söz sahibi olan ‘millet’ değil, bir önceki seçimde seçilen ‘milletvekilleri’dir. Ülkemizde tam mânâsıyla hür ve demokrat bir sistem olmadığı için, bilhassa cumhurbaşkanlığı seçimleri hep sıkıntılı olmuştur. Son günlerde medyada yer alan konu ile ilgili ‘dizi yazı’ları (meselâ; Sabah ve Milliyet’in cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili dosyaları) bu durumu ortaya koyuyor. Bundan önceki seçimlerde yaşanan sıkıntılar şimdiki seçimlere de yansıyor.
Nokta dergisinin basılmasıyla neticelenen ve emekli bir komutana ait olduğu iddia edilen ‘darbe günlükleri’ konusu vardı. İddiaya göre Türkiye, bir değil iki ‘darbe’ tehlikesi atlatmıştı. Darbe yapmayı planlayan bazı komutanlar, konuyu kendi aralarında konuşmuş, ancak karşı çıkanlar olduğu için tasarlanan darbe, fiiliyata çıkamamış. Konuyla ilgili ‘günlük’ler gerek internet sitelerinde ve gerekse Nokta dergisinde yer aldı. Neticede bu ve benzeri yayınları sebebiyle Nokta dergisi, baskına uğradı. Basın meslek kuruluşları ve STK’ların, baskın sonrası ortaya koydukları tavır ayrıca takdire değer...
“Darbe günlükleri” genel kurmay başkanının ‘basın toplantısı’na da konu oldu. Buna göre, genel kurmay arşivlerinde ‘darbe günlüğü’yle ilgli hiçbir bilgi ve belge yokmuş. Nedense bu beyan, “Benim memurum işini bilir” döneminde yaşanan bir “rüşvet diyaloğu”nu hatırlattı. Yanlış hatırlamıyorsak; “rüşvet” almakla suçlanan bir üst düzey yönetici, mahkeme esnasında iddia sahiplerine “Belgesini gösterin” diyerek kendisini savunmuştu. Bunun üzerine işini halletmek için “rüşvet veren” taraf biraz da kızgınlıkla ağzını bozmuş ve “Ulan, rüşvetin belgesi mi olur?” demişti.
Geçmişte yaşanan bu tartışma, ‘rüşvet’ literatüründeki yerini aldı. “Darbe günlüğü” tartışmaları esnasında sarfedilen “arşivde hiçbir belge ve bilgiye ulaşamadık, böyle bir belge yok” sözleri de muhtemelen ‘darbe literatürü’ndeki yerini alacak.
“Rüşvet”in belgesini bulmak zor olduğuna göre, “darbe”nin belgesini ‘arşiv’lerde bulmak da kolay olmasa gerek.
Avrupa Birliği yolunda yürüyen Türkiye, klasik ya da modern bütün ‘darbe’ ihtimallerini, tartışmalarını geride bırakmak durumunda. Bu tartışmalar sedece Türkiye’nin önünü kesmeye ve ufkunu karartmaya yarıyor maalesef...
15.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Süreç ve bilgi kirliliği |
|
Ankara hareketli ve gergin bir haftayı daha geride bıraktı. Ve gün geldi çattı. Cumhurbaşkanlığı ile ilgili seçim süreci yarın başlıyor. Peki, bu süreç nasıl işleyecek? Cumhurbaşkanlığı için en son aday olma günü 25 Nisan. Kalan 20 günde de seçimler yapılacak. Oylamalar üçer gün arayla yapılacak. İlk 2 turda üye tam sayısının üçte iki çoğunluğu; yani 367 sağlanamazsa, 3. tur oylamaya geçilecek. 3. turda üye tam sayısının salt çoğunluğunu; yani 276’yı sağlayan aday cumhurbaşkanı seçilecek. Bu sağlanamadığı takdirde, 3. turda en çok oyu alan iki aday arasında 4. tur yapılacak. Yine 276 oy sağlanamazsa TBMM seçimleri yenileyecek.
Geçtiğimiz haftada bu süreçle ilgili “baş döndüren” hareketliliği özetlemekte fayda var: Pazartesi Bakanlar Kurulu, Salı günü ise Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve belki de aday olursa Erdoğan’ın başbakan olarak son kez katıldığı MGK toplantısı yapıldı. Erdoğan fırsat buldukça partisine mensup milletvekilleri ile görüşmeler yaparken, Çarşamba günü partisinin il başkanları, belediye başkanlarını topladı. Perşembe günü hem TBMM Başkanı Bülent Arınç, hem de Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt basın toplantıları vardı. Cumhurbaşkanı Sezer’in İstanbul’da Harp Akademileri Komutanlığı’nda “sert veda” konuşmasını yaptı. Dün ise ADD öncülüğünde Ankara’da “Erdoğan’a hayır” mitingi vardı…
Bu hareketlilik önümüzdeki haftada da artacaktır.
* * *
Bütün bu hareketliliğin ardından Ankara’da şimdi şu sorulara cevap aranıyor: Erdoğan adaylığını 18 Nisan’a açıklayacak mı? Hem DSP, hem de ADD mitingleri, Başbakan’ın kararını etkiler mi? Siyasî partiler, ortak bir adayda anlaşabilir mi? Muhalefet oylamaya girecek mi?
Bu sorular içerisinde geçtiğimiz haftanın en çok tartışılan konusu “367 meselesi” oldu. Hemen kutuplaşma oluşturuldu, “367’ciler” ve “184’cüler”…
“367 şartı”nı savunanlar Meclis’in Cumhurbaşkanı seçebilmek için 367 üyeyle toplanması gerektiğini söylüyorlar. Yargıtay eski başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun ortaya attığı ve CHP’nin sahiplendiği iddiaya göre, “Cumhurbaşkanı seçimi için Meclis’in 367 üyeyle toplanması şart... Buna rağmen seçim yapılırsa Anayasa Mahkemesi bunu ‘iç tüzük ihdası’ sayarak iptal eder...” Tabi YÖK Başkanı Erdoğan Teziç’i de bu gurupta saymak gerekli…
Aralarında Meclis Başkanı Bülent Arınç, Başbakan Tayyip Erdoğan, 9. Cumhurbaşkanı Demirel, DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar’ın bulunduğu kişiler ise “Hayır, Meclis 184 milletvekiliyle toplanarak ilk turda 367 oyla, bu sağlanamazsa sonraki turlarda daha az sayıyla cumhurbaşkanı seçebilir” görüşünü savunuyorlar.
Anayasa Mahkemesi Başkanı Tülay Tuğcu ise cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunda 367 milletvekilinin bulunmaması halinde mahkemeye başvurulursa, bunu ikinci tura geçilmeden önce karara bağlayacaklarını söylerken, şu aşamada görüş açıklamanın yanlış olacağını söylüyor.
Burada en ilginç açıklamayı Erdoğan, Arınç ve Gül’ün bir zamanlar siyaset yaptıkları Erbakan’dan geldi. Erbakan eski arkadaşlarını “Aman ha 367 şartını yabana atmayın” diyerek uyardı. Bu görüşü bazı AKP’li vekillerde Başbakan’a söyledi.
İşin başka bir boyutu da, Başkan oturumu açtığında, “çoğunluk vardır” diyecek. Bu sayının olup olmadığı ancak yoklama ile anlamak mümkün. Yoklamayı AKP’liler istemeyeceğine göre, CHP’liler isteyecek. Yoklama istemek için en az 20 milletvekili gerekiyor. 20 milletvekili ise, ister istemez, 367’yi tamamlıyor.
Hukukçuların dediği gibi bu tartışma sadece “bilgi kirliliği…” Öte yandan, cumhurbaşkanı seçimi bir “Meclis kararı” olduğu için Anayasa Mahkemesi’nin denetimine açık olmadığı da gözlerden kaçırılmamalıdır.
Yani, yapılanlar “boş” bir tartışma. Bunu biz söylemiyoruz, hukukçular söylüyor.
* * *
Mantıklı, önyargısız, hukukî, gerçekçi düşünen herkes “367 şartının” yanlış olduğunu düşünüyor. Burada muhalefet partileri DYP, ANAP ve bağımsız milletvekillerine büyük görev düşüyor. Başta Sabih Kanadoğlu, CHP ve YÖK’ün ortaya attığı ve “hukuku zorlayan” bu tartışmalara set çekmek, Meclis’i tartışılır olmaktan çıkarmak için cumhurbaşkanı adayına oy vermeseler de Genel Kuruldaki toplantıya katılmaları gereklidir.
Böylece son günlerde darbe tartışmaları ile yara alan demokrasimizde kazanır.
Süreç başladı, haydi hayırlısı…
15.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdurrahman ŞEN |
“Haber müdürlerinden küçük bir rica” yetseee... |
|
Vatan Gazetesi’nde Can Ataklı 9 Nisan Pazartesi günü; “Haber müdürlerinden küçük bir rica” başlığı altında şunları yazdı: “Hafta içinde tiyatro san’atçıları Harbiye’deki Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin yıkılmasını önlemek ve kararı protesto etmek için tiyatro binasının önünde toplanmıştı. Büyük tesadüf eseri, aynı gün belediye tek firmanın katılacağını gerekçe göstererek ihaleyi iptal etti.
“Tabiî olarak bu protesto eylemini izlemek için çok sayıda gazete ve televizyon muhabiri de ti-yatronun önünde toplanmıştı.
“Protestoya katılan yılların san’atçısı, 80 yaşına ulaşmış Mücap Ofluoğlu binanın merdivenlerini çıkarken, muhabir arkadaşlarımızdan biri tiyatro san’atçılarına ‘Muhsin Ertuğrul bu mu?’ diye sormuş. Bu soru çok kısa sürede kulaktan kulağa bütün san’atçılar arasında yayılmış. San’atçılar bir muhabirin Muhsin Ertuğrul konusunda bu kadar bilgisiz olmasını çok yadırgamışlar.
“Bu arada 10 yıl Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmenliği yapan Gencay Gürün de oradaymış. Televizyon kameraları dizilerden tanıdıkları san'atçıların etrafında toplanıp görüş almaya çalışırken, Gencay Gürün’ü tanıyıp da soru soran tek muhabir bile olmamış.
“Gazeteciler her şeyi bilmek ve herkesi tanımak zorunda değil. Ama hiç olmazsa izledikleri bir haber konusunda bilgili olmalılar. İnsan entelektüel bir çevrede bu tür şeyler konuşulduğunda üzülüyor. Haber müdürlerinin dikkatine sunmak istiyorum.”
Can Ataklı’nın anlattığı bu olay ne ilk ayıbı seçkin (!) medyamızın, ne de son ayıbı maalesef…
Öncelikle… Muhsin Ertuğrul ustanın adı geçtiği için ondan başlayayım… Sağda solda anlatan tiyatrocuların yalancısıyım!
Birkaç yıl evvel, bir kültür kuruluşumuzun yöneticisine tiyatromuzun önde gelen birkaç ismi gidip dilek ve temennilerde bulunuyorlar… Bu arada sık sık da “Muhsin Ertuğrul ustamızın işaret ettiği gibi…”, “Muhsin Ertuğrul ustamız der ki…”, “Muhsin Ertuğrul ustamızın bize gösterdiği yolda…” gibi cümleleri peş peşe sıralıyorlar söz konusu kültür kuruluşunun yetkilisine… Bir süre bu şikâyetleri ve beklentileri tiyatroculardan dinleyen kültür kuruluşu yetkilisi, tartışmaya net biçimde noktayı koyuyor: “Mesele anlaşıldı! O halde ilk fırsatta Muhsin Ertuğrul ustayı da dâvet ederek geniş tabanlı bir toplantı yapalım!”
Tabiî ki bu teklif karşısında tiyatrocular geri adım atıyorlar!
Öyle ya… Kim gidip de toplantıya çağıracak Muhsin Ertuğrul ustayı…
Sizce Yunus Emre kaç sene önce yaşadıydı?
UNESCO’nun “Yunus Emre” yılı ilân ettiğinde her kurumda bir hareketlilik vardı… İşte o günlerde, sayın Namık Kemal Zeybek’in bakanlığındaki Kültür Bakanlığı’nda da CD’den kitaplara, broşürlere kadar birçok yayın yapılmıştı. Ben de bir ziyaret için o dönem özel kalem müdürlüğü yapan sevgili Hilmi kardeşimin makamındayım. Biz çaylarımızı içerken, içeriye genç bir bayan girdi. Kendisinin bir kamu kurumunda halkla ilişkiler ve basın yayından sorumlu olduğunu ve o kamu kurumu adına yayınlamakta oldukları aylık derginin yeni sayısını tamamen büyük ozan Yunus Emre’ye ayırdıklarını anlattı… Ve bakanlığın yayınladığı malzemelerden istedi, ki dergilerinde kullanabilsinler… Hilmi kardeşim bir görevli çağırdı ve bakanlığın Yunus Emre ile ilgili yayınlarından bir takım yapıp getirmesini söyledi. Görevli çıktı… Yeni çaylar söylendi… Biz kendi aramızda konuşuyorduk, ki kamu kurumunda halkla ilişkiler ve basından sorumlu olarak çalışan ve o kurumun aylık dergisinin de yayınını yönettiğini öğrendiğimiz genç bayan, sohbete takılmak ve Yunus Emre hakkında konuşmak isteğiyle olacak; “Ölümünden yüz yıl felan geçmesine rağmen hâlâ gündemde olması bile Yunus’un büyüklüğünü anlamaya yeter! Di mi ama?” gibi bir giriş yaptı… Bir anda Hilmi kardeşimle göz göze geldik… Ben genç bayana dönüp; “Bayan, 100 yıldan biraz fazla!” dedim… Bunun üzerine aramızda şöyle bir diyalog gelişti: “Yoksa 200 mü?”
“Biraz daha fazla…”
“300!”
“Az daha fazla…”
“400!!!”
“Ondan da fazla…”
“500 mü yoksa?”
“Cık… Az daha fazla…”
“600!!!”
“Az daha çıkın…”
“700!!!”
“Hıh… Tam 700 sene olmuş Yunus aramızdan ayrılalı…”
“Aaaa… İnanmıyorum ya… O zaman Yunus’un büyüklüğü daha da tartışılmaz oluyor, di mi ama?”
Birebir bu cümlelerle olmasa da bu minvalde bir manzaraydı Kültür Bakanlığı çatısı altında yaşadığımız…
Ekrem Bora ve Kemal Tahir’li olanları da var!
Beyoğlu Belediyesi’nde, Nusret Bayraktar’ın başkanlığı döneminde ilk defa Türk sinemasının yıldönümünü kutluyoruz… Türk sinemasının unutulmaz oyuncularından Ekrem Bora, Süleyman Turan v.b. sinema ustaları Nusret başkanın kolunda İstiklâl Caddesi’nde “sinemaya saygı yürüyüşü”ndeler… Derken, yanıma fotoğraf makineli ve elinde küçük bir bloknot olan genç bir bayan yanaştı. Başkanın yanındaki bembeyaz saçlı adamın (?) kim olduğunu sordu… “Tanımıyor musunuz gerçekten?” diye sorabildim ancak… “Evet” olumsuzunu alınca hangi gazeteden olduğunu sordum. “Büyük” sıfatlı gazetelerden birindenmiş bu şirin kızcağız… Ona dedim ki; “Sen o bembeyaz saçlı adamın kim olduğunu boş ver… Fotoğrafını çek seni buraya yollayan şefine götür. Nasıl olsa o tanıyordur! Yok, o da tanımazsa, boş verin gitsin… Tanıyacaksınız da n’olacak ki?”
Ve haber müdürleriyle sınırlı olmayan olaylar zincirine küçük bir halka daha…
Bağlam Yayınları’nın Kemal Tahir’in notlarını yayınlamaya başladığı günler… Basınımızın çok entelektüellerinden bir bölümü de azımsanmayacak bir reklâm girişimiyle, “sol çizgide” yeni bir gazete yayınına başlayacaklar… Söz konusu gazeteden iki üç genç, Bağlam Yayınlarından sevgili Sabit kardeşime geliyorlar ve Kemal Tahir’in notlarını yayınlamaya başladıklarını duyduklarını, bu yayınla ilgili olarak Kemal Tahir’le bir söyleşi yapmak istediklerini söylüyorlar…
Sevgili Sabit kardeşim bütün çelebiliğiyle o gençleri kırmamaya özen gösterip, şaşkınlığını da gizleyerek; “Aman gençler… Kemal Tahir aramızdan ayrılalı 16 sene oldu…” diyor…
Bu olayı anlattığında birçok dostumuz sevgili Sabit’e söylenmiştik; “Kemal Tahir benim!” deyip söyleşiyi yapmadığı için…
Düşünsenize… Vefatından 16 sene sonra Kemal Tahir’le söyleşi yapan acar (!) muhabirler belki ödül bile alırlardı!
Şaka bir yana…
Toplumun bütün kesimlerinde olduğu gibi “öncü” olması gereken medyamızda da en temel gerek olan “bilgi” yıllardır rafa kalktı…
Eeee… Her türlü kadınlık mahremlerini bile yazanların köşe sahibi olduğu bir medya dünyasında da bizim tasalandığımız şeylere bakın!
Ne geri kafalı adamlarız yahu…
Sahi! Can Ataklı’nın dikkatini çektiği haber müdürlerinden kaçı muhabirinden daha bilgili ki?
15.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Nasıl muvaffak olmuş? |
|
“Ahiret kardeşlerimden Mustafa Çavuş isminde bir zât vardı. Dininde, dünyasında muvaffakiyetli görüyordum, sırrını bilmezdim. Sonra anladım ki, o muvaffakiyetin sebebi o zat ise, ihtiyar peder ve validelerinin haklarını anlamış ve o hukuka tam riayet etmiş ve onların yüzünden rahat ve rahmet bulmuş, inşaallah ahiretini de tamir etmiş. Bahtiyar olmak isteyen ona benzemeli.”1
Geçtiğimiz 4 Nisan 2007 Çarşamba günü Barla’da Mithat, Nazmi ve Niyazi Beylerle birlikte Barlalı Mehmet Ağabeyi ziyaret ettiğimizde Üstadın 21. Mektub’da yer verdiği bu anekdotu hatırladık.
Çünkü Mehmet Ağabey, Mustafa Çavuş’un oğluydu. Evinde ziyaret ettiğimizde çay servisini ısrarlarımıza rağmen bize yaptırmadı. Misafirlerini ağırlaması, uğurlamasında büyük bir nezaket görmüştük. Risâlelere girecek kadar önemli olan babasının özelliğini ise bizzat kendisinden dinlemek istedik. Marangoz olan Mustafa Çavuş, Samsun Devlet Demir Yollarında bir iş bulmuş, çalışmaya başlamış. Babasının gözleri görmez olup çağırınca, Mustafa Çavuş, “Eyvah, işim gitti, bitti. Bir daha gelip işime devam edebilecek miyim?” diye dahi düşünmeden işine son verip Barla’ya dönmüş. Babasının gözlerinin görmemesi bir yana annesiyle birlikte bir de felçli olmuşlar. Fakat Mustafa Çavuş birgün olsun yüksünmemiş, hizmette aslâ kusur etmemiş ve zevkle bakmış onlara. Her zaman hayırlı duâlarını almış.
Oğlu Mehmet Ağabey diyor ki: “İşten geldiğinde önce dedem ve babaannemin hizmetlerini görür, ihtiyaçlarını karşılar, önlerinde diz çöküp emirlerine âmade olarak beklermiş. Dedem, ‘Evlâdım, artık sen gidebilirsin’ dediği halde belki ihtiyaçları olur diye beklermiş. Dedem ısrar edince de gider, fakat bu defa ‘Belki bir istekleri olursa hemen koşayım’ diye kapının dışında beklermiş. Yıllarca böylece hizmet etmiş onlara. ”
Onun böylesi meziyetleri olmasaydı Üstad hiç, “Bahtiyar olmak isteyen ona benzemeli” der miydi?
Kur’ân açık açık, “Rabbin şunu da emretti: Ondan başkasına ibâdet etmeyin; anne ve babaya da iyilikte bulunun. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olursa, onlara sakın ‘Öf’ bile deme, onları azarlama, onlara güzel söz söyle.
“Onlara merhamet ve tevâzu kanadını ger ve de ki: ‘Ey Rabbim, nasıl onlar beni küçükken besleyip büyüttülerse, Sen de onlara öylece merhamet buyur.’”2
Cenâb-ı Hakkın emri ve hükmü bu: Kendisine ibadettten sonra anne-babaya iyiliği, onların gönüllerini almayı emrediyor.
Dipnotlar:
1- Mektûbât, s. 252.
2- İsra Sûresi: 23-24.
15.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Zulmün sona ermesi için |
|
“Zulüm devam etmez, küfür devam eder” hakikatındaki derin mânâyı düşünürken, “Zulüm devam etmez” tesbiti zihnime takıldı ve uzun süredir devam etmekte olan zulüm boyutundaki olayların sebebini, niçinini çözmeye çalıştım kendimce.
Madem ‘zulüm devam etmez’di, ehl-i dine yönelik haksızlıklar, hakaretler, kanunsuzluklar hâlen neden şiddetlenerek devam ediyor. 28 Şubat kararlarıyla başlatılan ve on yıldır ara vermeksizin devam etmekte olan keyfîliklerin, kanunsuzlukların hikmeti ve kaderî yönü nedir acaba? Hangi fiilimizle, hangi yanlış tavır ve duruşumuzla kadere fetva verdirmeye sebebiyet verdik ki, dinimize, inancımıza yönelik hücumların ardı arkası kesilmiyor, belâ ve musîbetler üzerimizden eksik olmuyor?
Zihnim bu ve benzeri suallerin cevabını ararken, bir taraftan da zulme maruz kalan mağdur ehl-i dinin, olup bitenler karşısındaki duruş ve tavırlarını düşünmeye başladım.
Epeyce bir zaman diliminde reva görülen onca haksızlıklara, onca keyfîliklere karşı mü’minler olarak ne gibi haklı bir tepkide bulunduk veya ne çeşit bir hak arayışına koyulduk? Kudsî değerlerimize yönelik hakaret ve saldırılara karşı hangi tedbirleri düşündük, ne gibi meşrû müdafaa haklarımızı kullanabildik? Gasb edilen insânî haklarımızı elde etmek için hangi zahmetlere katlandık, ne gibi bir çabanın içinde olduk, hangi tehlikeleri göze alabildik?
Bu noktadaki duruş ve tavrımızı gözden geçirdiğimizde, hiç de iç açıcı bir yerde olmadığımızı, problemlerimizin çözüme kavuşması bakımından lâzım gelen bir duruş ve tavır içinde bulunmaktan uzak bir yerde olduğumuzu göreceğizdir. Söz gelimi, Bediüzzaman’ın “Hakkın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra fedâ edilemez” düsturundan hareketle, mü’minler olarak her halükârda, her tehlike karşısında Hakkın hatırını mı esas aldık, yoksa birilerinin halini hatırını mı tercih ettik? Birilerinin hatırı için, bazılarının gözünden düşmemek uğruna doğruları söylemekten, yazmaktan çekinerek olup biten haksızlıklara seyirci mi kaldık; yoksa rıza-i İlâhîyi esas alarak doğru olanı her zeminde haykırmaya devam mı ettik?
Bu meyanda Yüce Allah’ın, “Zulme rıza zulümdür” mesajını veren “Zulmedenlere en küçük bir meyil göstermeyin; yoksa Cehennem ateşi size de dokunur” (Hûd Sûresi, 11:113) beyanını ve Efendimizin (asm) “Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır” ikazını düşünelim ve bu noktada yapılan bunca saldırılara ve haksızlıklara ehl-i din olarak nasıl bir tavır ve ne gibi bir duruş içerisinde bulunduğumuzu bir gözden geçirelim diyorum. İlâhî ve Nebevî ikaz ve ihtarlar çerçevesinde gerekli olan yerde miyiz acaba?
Geçmişten bugüne yapılan haksızlıklara, uygulanan kanunsuzluklara karşı, yerinde ve ciddî bir tavır sergilediğimizi söylemek zor. Çoğu zaman olup bitenlerin ucu bize dokunmuyorsa “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” mantığıyla hiçbir mü’minde olmaması gereken “nemelâzımcılık” kolaycılığına girdik. Halbuki Bediüzzaman’ın tesbitiyle, “Nemelâzım, başkası düşünsün” mantığı, “istibdadın yadigârı” idi. İnsanların olup bitenler karşısında böyle bir tavır takınmaları, müstebitlerin türemesine, istibdadın ve zorbalığın devam etmesine sebep oluyordu. Ve milletçe yaşamakta olduğumuz sıkıntıların, maruz kâdığımız dayatmaların önemli bir sebebi de bu lâkaytlığımızdır herhalde.
Bediüzzaman’ın şu ilginç tesbiti de, başa gelen belâ ve musibetlerin nedeniyle ilgili önemli ipuçları veriyor: “Bir millet, cehaletle hukukunu bilmezse, ehl-i hamiyeti dahi müstebit eder.” Bu tesbite göre, başımızdaki idareciler, çok samimi bir şekilde bize hizmet etmek için, her türlü zorbalıktan ve keyfîlikten uzak, kanunlar çerçevesinde millete hizmet için çabalasalar dahi, cehaletten dolayı millet, hakkını, hukukunu koruma becerisini gösteremese, en iyi niyetli ve en hamiyetli idareciler bile bir gün gelir müstebit olmaya meylederler.
Millete hizmeti şiâr edinenler, türlü hak ve hukuka duyarlı olan ehil idareciler dahi bir gün gelip zorbalığa, keyfîliğe girebildiklerine göre, ehl-i himmetle alâkası olmayan, gayr-ı samîmî şimdiki idarecilerimizin yapacakları iş ve icraat, görüldüğü gibi istibdada dayanan gayr-ı kanunî iş ve icraatlar olacaktır.
O halde, “Zulüm devam etmez, küfür devam eder” kaidesinde ifadesini bulan zulmün sona ermesi için, haksızlıkların, dayatmaların son bulması için, millet olarak üzerimize düşenleri âcilen yerine getirmemiz gerekir.
15.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Ümmet Kur'ân'dan uzak kalmadı |
|
İstanbul’dan okuyucumuz:
*“Hazret-i Muhammed (asm) zamanında herkes anlayarak Kur’ân okudu. Peygamberimiz; Kur’ân’ın okunmasına mani olur diye hadislerin yazılmasına izin vermedi. Tabiî ki dört halife de izin vermedi. Zaten 600 sayfalık Kur’ân elbette dîni anlatmaya yeterliydi. Ama olanlar oldu. Sonradan herkes hadis patentli kitaplar yazdı. Ve bu kitaplar dînin kaynakları oldular. Şimdi o kaynaklara göre, namaz, oruç, zekât ve hac farz. Diğer ibadetlerin değeri ise denizin yanında bir damla gibidir. Şimdi düşünüyoruz: İbadetleri yapması kolay. Namazı da kıldın mı, artık kurtuldun demektir. Fakat ben en az yüz kere Türkçe Kur’ân okudum, böyle bir şey görmedim. Şimdi de kimileri, Kur’ân tercümesini okumaya gerek yok diyorlar. Oysa Kur’ân tercümesini elinden bıraktığın anda namazı kılmak da çok zorla oluyor. Ben Türkçe Kur’ân okumanın Allah’ın en büyük emri olduğunu anladım. Bu konuları değerlendirir misiniz?”
Yüce dînimiz ifrat ve tefritlerden uzak bir dîndir. Aşırı uçlarda bulunmakla, Allah’ın istediği istikamette bulunmuş olmayız. Aklımızın bir orta mertebesi vardır. İstikamet oradadır. Ne geçmişimizi inkâr edeceğiz, ne de dikkatsiz-duyarsız biri olacağız. Ne Kur’ân’ı okumaktan vazgeçeceğiz, ne de ibadetleri yapmayı rafa kaldıracağız.
Peygamber Efendimiz’in (asm), önceleri, hadislerinin yazılmasını yasakladığı doğrudur. Ancak sonraları izin verdiğini de unutmamalıdır. Ashab-ı Kiramdan Abdullah ibn-i Abbas’ın (ra), Abdullah bin Amr’ın (ra), Enes bin Mâlik’in (ra), Hazret-i Ali’nin (ra) ve daha bir çok sahabenin hadisleri yazdıkları bilinmektedir.
Hadis üstadları, hadis aldıkları bütün râviler için: 1- Müslüman olmak, 2- Günahlara karşı Allah korkusu taşımak, 3-İbâdet, ihlâs ve takvâda istikâmet üzere olmak, 4- Dînin emirlerini yapmaya ve yasaklarından kaçınmaya karşı duyarlı olmak, 5- Güvenilir olmak, 6- Doğruluğunda şüphe olmamak, 7- Hadîsi bizzat kulağıyla işitmiş olmak, 8- İşittiği hadîsi değiştirmeyecek derecede güçlü hâfızaya sahip olmak, 9- Akıllı ve ezber kuvveti güçlü olmak, 10- Rüşt çağına ermiş olmak gibi önemli ve ağır şartlar aramışlar; bu şartları taşıyan kimselerin dışında hiç kimseden hadis almamışlar ve bu şartlarla aldıkları hadislere “sahih” demişlerdir. Bununla berâber İbn-i Cevzî gibi çok hadis eleştirmenleri toplanan hadisleri ayrı ayrı eleştiriye tabi tutmuşlar ve hemen her birisini yeniden ayıklamışlardır. Hedef, tektir: Allah Resulünün (asm) yaşadığı İslâmiyet’e dosdoğru yollarla ulaşabilmek.
Sahih hadislerin hemen her biri aynı sıhhat ve güvenilirlik ölçülerine sahip çeşitli râvilerce rivayet edilmişlerdir. Tabiîn dediğimiz sahabelerden sonra gelen şerefli nesilden çıkan hakikat âşığı âlimler, hadisleri “ilim” unvanıyla öğrenmeye ve öğretmeye önem vermişlerdir. Bunlardan dört müçtehid mezhep imamı kurdukları fıkıh okullarında doğrudan Kur’ân âyetlerini ve çok sıkı sıhhat ölçüleriyle bir araya getirdikleri sahih hadisleri esas almışlardır. Buhârî, Müslim, İbn-i Hibban, Tirmizî ve sair Kütüb-ü Sitte imamları çok hassas ölçülerle kuşaktan kuşağa kürsülerde öğretilmekte olan sahih hadisleri kitaplarına almışlardır. Yani Buhârî ile Müslim’in kitaplarına aldıkları hadisler, hadis üstadlarınca hadis okullarında öğrencilere öğretilen ve ezberletilen hadislerden başkası değildir. Öyle ki bu hadislerin, tabiînden Sahabelere ve Peygamber Efendimiz’e (asm) kadar sağlam bir zincirle kimler aracılığıyla alındıkları ve nakledildikleri net biçimde bilinmektedir.
Sahih hadislerin başka ölçüleri de vardır: Kur’ân ile çelişmezler, diğer sahih hadislerle çelişmezler, tek kişi tarafından rivayet edilmezler. Bunların içinden yalan söylemesi mümkün olmayan bir topluluk tarafından rivayet edilen hadislere de “mütevâtir hadis” denmektedir ki, bunlar doğruluğuna asla şüphe götürmeyen hadislerdir.
İşte İslâm fıkıh esasları, ya böyle sahih ölçülerdeki hadislere, ya da doğrudan Kur’ân âyetlerine dayanmaktadır. Binaenaleyh, ne İslâmiyet’in ilk iki yüz yılı içindeki sahih hadis derleme çalışmalarını hafife almamız, ne de o yıllarda yapılan fıkıh faaliyetlerini küçümsememiz mümkündür. Aksi takdirde kendimizi küçümsemiş ve bir yüce dini bize aktaran sağlam köprüleri yıkmış oluruz ki, Kur’ân’daki İslâm’a işte o zaman ihanet etmiş oluruz. Sonra biz de nefsimizle, hevâmızla ve şeytanımızla baş başa kalırız.
Muhakkik âlimlerce bir araya getirilen ve kitaplaştırılan hadislerin hemen hiç birisi bu ümmeti dalâlete götürmüş değildir. Buna bir örnek veremiyorsunuz. Bir takım hurafelerin ve isrâiliyâtın zaman zaman sağdan soldan halk içine sıçramış olmasının suçunu ve günahını âlimlere atmak kadar uyduruk bir çamur da olamaz.
Dînimizi hurâfelerden, batıl inançlardan, yanlış telâkkilerden temizleyelim şüphesiz, ama bunun için ümmeti neden karalayalım? Bu yol yanlıştır, tutarsızdır, çelişkilidir, iftira ve bühtan yoludur, günahtır. Bu yolu Kur’ân kabul etmez.
Kur’ân’da namazı, orucu, zekâtı ve haccı bulamadığınızı yazmışsınız. Öyleyse, Kur’ân’ı bir kez de bu ibadetleri görmek için okumanızı öneririz. Allah için okursanız, inşallah göreceksiniz.
Kur’ân okumaya devam etmenizi tebrik ediyorum. Fakat ümmet düşmanlığı aşılayan, âlimleri küçümseyen, hadisleri ve sünneti hafife alan, hadis ve fıkıh ilimlerine karşı haddini aşan hezeyanlara karşı daha dikkatli olmanızı dileriz.
Son söz olarak şunu söyleyebiliriz ki: Kur’ân toplumu, o bahsettiğiniz ilk ikiyüzlü yıllar içinde Kur’ân’dan uzak kalmamıştır. Bilâkis, Kur’ân’ın şanına uygun çalışmalarla, kıyamete kadar yaşanacak sağlam bir dînin önemli kurumları o yıllarda kurulmuştur.
15.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
Bir kültür başşehrinden kareler… |
|
İstanbul dünyanın kültür başşehir lerinin önde gelenlerinden. Bütün keşmekeşine rağmen, bu gerçek değişmiyor. Napolyon boşuna, “Dünya tek bir devlet olsaydı, başşehri İstanbul olurdu!” dememiş…
Geçen gün, arkadaşımla sözleştiğimiz yarım günlük eğitim programı bir anda tehir edilince, üzülmeyi bırakıp uzun zamandır gezmeyi hayâl ettiğim sergileri gündemime alıverdim…
Güzel bir Nisan sabahı, lütf-u İlâhîye nail olmak buna denir!..
Ali Emiri Efendi Sergisi…
İlk hedef, Pera Müzesindeki Ali Emiri Efendi Sergisi…
Ali Emiri Efendi ismini ilk defa lise yıllarında ödevlerimi yapmak için gittiğim Millet Kütüphanesinde duymuştum…Yıllar sonra, onun çöken imparatorluğun yıkıntıları arasından titizlik ve fedakârlıkla toplayıp, ömrü boyunca koruduğu eserlerin çok nezih bir ortamdaki sunumunu görmek gerçekten ayrı keyifti… Sergi, Pera Müzesi ve İstanbul Araştırmaları Enstitüsü salonlarında iki bölüm halinde açılmıştı. Zaman zaman “Muhteşem, harika…” nidalarıyla gezdiğim sergide neler yoktu ki… Padişah fermanları, beratlar, hatlar, kitaplar, Emiri Efendinin özel eşya ve belgeleri…
Padişah fermanları bölümü, Kanuni’den Sultan Reşad’a uzanan 500 yıllık bir dönemi kaplıyor ve bugüne kadar hiçbir yerde sergilenmemiş eserlerden oluşuyor.
İkinci bölüm, imparatorluğun ünlü hattatlarının eserlerinden oluşuyor.
Hoşuma giden bir hatta yer alan şu dizeyi sizlerle de paylaşmak isterim: “Sal keşt-i umuru, bahr-i tevekküle. Aç, bad-ban-ı himmeti. Yan gel de seyre bak!”
Yani, “İş gemisini tevekkül denizine sal. Himmet, gayret yelkenini aç. Yan gelip seyrine bak!”
Divanu Lugati’t-Türk, Avni, Muhibbi, Adli…
Üçüncü bölüm de Ali Emiri Efendinin hayatını vakfettiği nadir yazma eserlerden oluşuyor.
Dünyadaki tek nüshası Millet Kütüphanesinde bulunan ve Kaşgarlı Mahmud tarafından 11. yüzyılda yazılmış olan “Divanu Lûgati’t-Türk” ilk defa bu sergide yer alıyor.
Fatih Sultan Mehmed’in “Avnî”, Kanunî Sultan Süleyman’ın “Muhibbî”, Sultan II. Bayezıd’ın “Adlî” mahlaslarıyla yazdıkları divanlar, ayrıca Yavuz Sultan Selim Hanın ve Sultan II. Murad’ın divanları bu bölümde yer alıyor.
Hanedan mensubu Adile Sultan’ın kaleme aldığı divan da yine burada…
Evet Osmanlının en parlak dönemlerini, padişahların devleti kılıç ve kalem üzerine kurdukları yıllarda yaşadıklarını sergide açıkça görebiliyorsunuz… Cihan devletini kuran padişahların ve hanım sultanların kaleme aldıkları divanlar bu gerçeğin delilleri hükmünde.
Pera Müzesi
Yaşadığı dönemde sefahat merkezi olduğu için Beyoğlu’na adım atmayan Emiri Efendi’nin ölümünden sonra Pera’ya gidişi tek kelimeyle “muhteşem” olmuş…
Bu ihtişamlı güzelliği kendinize çok görmeyin ve uygun olduğunuz bir zaman dilimini sadece ve sadece ona ayırın… Sergi 1 Temmuz 2007’ye kadar açık.
Pazartesi günleri dışında haftanın her günü ziyaret edilebilirsiniz. Ziyaret saatleri Pazar dışındaki günler 10.00-19.00, Pazar günleri ise 12.00-18.00. Bu arada 18 Mayıs Müzeler Haftası dolayısıyla müzelerin “ücretsiz” gezilebileceğini de hatırlatalım…
Müze, Suna ve İnan Kıraç Vakfına ait. Pera Müzesinin ilk katında Anadolu Ağırlık Ölçüleri Koleksiyonu ve Kütahya Çini- Seramikleri Koleksiyonu yer alıyor. İkinci katında 17. ve 20. Osmanlı dünyasını yansıtan tablolar sergileniyor. Ali Emiri Efendi sergisi ise üçüncü katta. Emiri Efendi Sergisinin ikinci bölümünü, Pera Müzesinden birkaç bina ötede olan İstanbul Araştırmaları Enstitüsünden “ücretsiz” olarak takip edebilirsiniz. …
Ömrümden uzun ideallerim var…
Pera Müzesinin girişinde, şimdilerde ağır bir hastalık geçirmekte olan Suna Kıraç’ın hayatını aktardığı kitabı da satışa sunulmakta… Kitabın adı: Ömrümden uzun ideallerim var…
Biliyorsunuz Suna Hanım, Vehbi Koç’un kızı. Tedavisi olmayan ALS hastalığı dolayısıyla yıllardır hayatla bağını sadece gözleriyle kuruyor. Gözleriyle konuşuyor. Konuşmak ya da bir mesaj iletmek istediğinde tam karşısına koyu renklerle yazılmış 29 harften oluşan alfabe konuluyor. Hemşireler tek tek harfleri gösteriyor. Suna Kıraç kirpiklerini kırpıştırdığında ilgili harf yazılıyor. Kelimeler tek tek bulunarak cümle oluşturuluyor... Kitabı şu şekilde bitirebilmiş.
Evet, ömür kısa, idealler bu dünyaya sığışamayacak kadar çok ve yoğun. Hayat okulunda şükür ve sabır üzerine almamız gereken daha o kadar çok dersler var ki…
Her şey bir yana, Suna ve Can Kıraç çiftine kültür dünyamıza kazandırdığı bu güzellikler için teşekkürler…
Ali Emiri Efendi kimdir?
(1854 Diyarbakır-1924 İstanbul)
Sergide “Hiç evlenmedi, hiç fotoğraf çektirmedi ve Beyoğlu’na hiç adım atmadı. Hayatını, kitapları ve kedileriyle geçirdi…” sunumuyla verilen tanıtım bilgileri şöyle: “Memur olarak gittiği tüm imparatorluk bölgelerinden kaderine terk edilen nadide kitaplar topladı. Elde edemediklerini, bizzat kendisi kopya ederek kaybolmaktan kurtardı. Kitaplar onun için bir koleksiyon malzemesi değil, okunarak geçmişi keşfetmenin birer aracıydı. Millet Kütüphanesini kurdu ve kitaplarını milletine bağışladı.”
1924 yılında vefat eden ve Fatih Camii Haziresinde defnedilen Emiri Efendinin mezar taşı kitabesi de ayrı bir hat şaheseri. Müzede, alçıdan birebir yapılmış bir kopyası da sergileniyor. Merhum ünlü hattat Hamit Aytaç tarafından yazılan kitabe “Ali Emiri Efendi merhumun karargâh-ı ebedîsidir…” cümleleriyle bitiyor.
15.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|