“Asi” rumuzlu okuyucumuz:
*“Evlâdını kaybedenler için bir müjde var mıdır?
Bu vesileyle geçtiğimiz günlerde Aksaray yakınlarında müessif bir trafik kazasında ölen Zafer İlköğretim Okulu öğrenci, öğretmen ve velilerine taziyetlerimi sunuyorum, yakınlarına baş sağlığı diliyorum. Ölenleri Allah’ın rahmetinin ve lütfunun kuşatmasını niyaz ediyorum.
Bülûğ çağından önce vefat edenler cennetle müjdelenmişlerdir. Çünkü onlar mükellef olmamışlardır, masumdurlar. Kur’ân’ın “vildanün muhalledun” (Ebedî Cennet çocukları) sırrına dâhildirler. Cennet kuşu olup uçarlar.
Şüphesiz evlâdı vefat edenlerin sabredebilmeleri kolay değildir. Ne var ki, bu zorluğa bedel Allah’ın lütfu ve rahmeti onları da kuşatır. Onlara da sabredebilmeleri şartıyla inşallah sayısız müjde vardır.
Ebu Sinan anlatıyor: “Oğlum Sinan’ı defnettim. Ebu Talha el-Havlani kabrin kenarında oturuyordu. Kabirden çıkmak istediğimde elimden tuttu ve:
“Sana müjde vereyim mi?’’ dedi.
Ben: “Tabiî, söyle!’’ dedim.
Ebu Talha (ra): “Ebu Musa el-Eş’ari (radıyallahu anh) bana anlattı’’ diye söze başlayıp Resulullah’ın şu sözlerini nakletti:
“Bir kulun çocuğu ölürse, Allah (Kendisi bildiği halde) meleklere şöyle söyler:
“Kulumun çocuğunun ruhunu kabzettiniz mi?”
Melekler: “Evet” derler.
Allah Teâlâ: “Yani kalbinin meyvesini elinden mi aldınız?’’ buyurur.
Melekler yine: “Evet” derler.
Allah Teâlâ tekrar sorar: “Kulum (bu esnada) ne dedi?’’
Melekler: “Sana hamd etti ve dönülecek yerin ancak Senin huzurun olduğunu hatırladı da, ‘Biz Allah için varız ve Allah’a döneceğiz’ dedi” derler.
Bunun üzerine Allah Teâlâ Hazretleri şöyle emreder: “Öyleyse, kulum için Cennette bir köşk inşâ edin ve bunun adını ‘hamd köşkü’ koyun.’’1
Yozgat’tan okuyucumuz:
*“Bulunduğum ortamda arkadaşların bazı kusurlarını görüyorum. Gerek ibadetlerinde, gerekse Sünnet-i Seniyyede, bunlardan bazıları onları şirke götürecek nitelikte. Ben bunları bazen uyarma ihtiyacı duyuyorum ve uyarıyorum. Onlar ise, Allah ile kul arasına girilmez ve herkesin bildiği kendine yeter diyorlar. Bunlara nasıl cevap verebiliriz?”
1- Öyle anlaşılıyor ki, kendimizden fazla etrafımızla ilgiliyiz. Oysa efdal olan ve makbule geçen arkadaşlarımızın kusurlarını görmek yerine, kendi kusurlarımızı görüp izalesine çalışmaktır.
2- Çevremize karşı görevlerimizin en başında “iyi örnek” olmak gelmektedir.
3- Bazı durumlarda etrafımızı ve çevremizi uyarmak görevimiz de olur şüphesiz. Fakat bu durumda;
a) Muhakkak yumuşak sözlü olmalıyız.
b) Muhakkak saygın ve nazik bir ifade kullanmalıyız.
c) Sözü damarına değil, mutlaka kalbine işletmeliyiz.
d) Kendimiz yaşamadığımız bir meseleyi uyarı konusu yapmaktan kesinlikle kaçınmalıyız.
e) Samimî bir üslûp kullanmalı, fazilet satışı yapan üslûplardan uzak durmalıyız.
f) Gururlu değil; mütevazı olmalı ve bunu geçici bir gaye için değil, kalıcı bir hayat prensibi olarak yaşamalıyız.
g) Uyardığımız ve zaman zaman uyarma ihtiyacı hissettiğimiz kişilerin diğer zamanlarda diğer problemleriyle de ilgilenmeli, kalbimizle onun kalbi arasında sıcak bir iletişim köprüsü kurmalıyız. Her fırsatta bu köprüyü pekiştirmeli, çeşitli hatalar ve olumsuzluklarla bu köprünün tahrip edilmesine meydan vermemeliyiz.
h) Eğer bütün bunlara rağmen davranışlarında olumlu bir gelişme izlememişsek; sabırlı olmalı, itham etmekten, kınamaktan, yargılamaktan ve başkalarının yanında küçük düşürmekten kaçınmalıyız ve ıslâhı için gıyabında duâ etmeliyiz.
Dipnotlar:
1- Tirmizî; Cenâiz, 35
20.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|