Malatya’daki vahşet, dünyaya Trabzon’daki Rahip Santoro ve İstanbul’daki Hrant Dink cinayetleriyle irtibatlandırılarak duyuruldu.
Bu arada, Dink’in Malatyalı olduğu, şehirde yıllar önce Hüseyin Üzmez tarafından Ahmet Emin Yalman’a karşı bir suikast girişiminin gerçekleştirildiği, Papa’ya suikast teşebbüsünde bulunan Mehmet Ali Ağca’nın Malatya’dan çıktığı ve vaktiyle eski belediye başkanlarından Hamid Fendoğlu’nun da postayla gönderilen bir bombayla katledildiği hatırlatıldı.
Ama Malatyalılar bu “sabıka kaydı”ndaki eski olayların münferit örnekler olmaktan öte bir anlamı bulunmadığını, şehirde çok farklı inanç ve fikir sahiplerinin barış içinde bir arada yaşayan bir toplum oluşturduklarını söylüyorlar.
Buna karşılık, şehirde birtakım radikal ve uç unsurların mevcudiyetine, bunların 28 Şubat’ta bilhassa başörtüsü gibi hassas konularda kendilerini gösterdiklerine, misyonerlik meselesinde de çoktandır bazı provokatif söylemlerin devam etmekte olduğuna dikkat çekenler de var.
Santoro ve Dink cinayetlerinde 18 yaşından küçük gençler kullanılmıştı. Malatya olayındakilerin ise 19-20 yaşlarında olduğu belirtiliyor.
Olaya ilişkin bilgiler henüz netleşmiş ve kesinleşmiş değil. Bütün katil zanlılarının cebinden aynı mektubun çıkması gibi tuhaflıklara nasıl bir izah getirileceğinin cevabı da henüz ortada yok.
Bu tuhaf mektuplarda yer aldığı öne sürülen ifadelerde, vahşeti “dinci”lere de, “ulusalcılar”a da mal etmeye yarayacak unsurlar var. Bu itibarla doğru olan, hüküm vermekte acele etmemek.
Kaldı ki, zanlıların bir dinî gruba ait yurtta kalsalar dahi, dindarlıkla pek aralarının olmadığına, elebaşı konumunda olanın ise kavgacı ve sabıkalı olduğuna ilişkin haberler var.
Danıştay ve Dink cinayetlerine karışanlar için de aynı nitelemenin yapılması ilginç değil mi?
Emniyete atfen yapılan ilk açıklamalarda, cinayetler kişisel husumetten kaynaklanan âdi nitelikteki olaylar olarak değerlendirilmişti. Öyle de olabilir. Ancak algılanışı ve yol açacağı sonuçlar hiç de öyle olacak gibi görünmüyor.
Eğer planlı bir cinayet söz konusu ise, bunun cumhurbaşkanı seçimiyle doğrudan bir ilgisi olma ihtimali zayıf. Buna mukabil, Türkiye’yi dünya nezdinde, özellikle AB karşısında “Hıristiyanların katledildiği bir ülke” olarak gösterme hedefinin güdüldüğü son derece aşikâr.
Bu tür olayların gerçek arkaplanının aydınlatılması ise, daha önceki benzer hadiselerde de görüldüğü üzere, neredeyse imkânsız. Onun için, böyle bir beklentiye girmenin anlamı yok.
Ama bu çeşit çılgınlıklara zemin oluşturan atmosferin ortadan kaldırılması veya olabildiğince zayıflatılması için yapılabilecek şeyler var.
Meselâ, son olarak 14 Nisan mitinginde seslendirilen “Misyonerler cirit atıyor” söylemlerine karşı, topluma ve bilhassa genç kuşaklara konuyu dinimizin prensipleri; tâ Asr-ı Saadetten bu yana ecdadımızın hak, adalet ve özgürlük çerçevesindeki uygulamaları ve buna dayalı olarak şekillenen “birlikte yaşama” kültürümüz çerçevesinde izah ederek kin ve nefret üretme çabalarını etkisiz kılmamız gerekiyor.
Provokatörlere yarayan bataklığın kurutulması, toplumda bu bilincin oluşmasına bağlı.
20.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|