“Lebbeyk, Allahümme Lebbeyk, Lebbeyke lâ
şerîke leke lebbeyk.İnne’l-hamde ve’n-ni’mete
leke ve’l-mülk. Lâ şerîke lek.”
Peygamber Efendimizin Veda Haccı’nda ihrama girdiği Zulhuleyfe’de izâr kuşanıp ridâya bürünerek ihrama niyet etmiş ve birinci rekâtında ‘Kâfirun’, ikinci rekâtında da ‘İhlâs’ sûrelerini okuyarak ihram namazı kıldıktan sonra söylemeye başlamıştık bu telbiye ifadelerini. Bir daha dilimizden düşürmedik.
Her seferinde üç defa tekrarlayıp ardından da tekbir, tehlil ve salâvât-ı şerife getirdiğimiz telbiye; ‘Emret Allah’ım. Dâvetine icabet ederek huzuruna geldim. Bütün emirlerini yerine getirmeye hazırım. Hamd, nimet ve mülk Senindir. Senin eşin, benzerin ve ortağın yoktur’ gibi mânâlar ifade ediyordu. Biz de beyaz ihramlar içinde telbiyeyi tekrarladıkça Harem diyarında olduğumuzu hissediyor; saç, sakal, tırnak kesmeyip dikişli elbise giymeyerek mahşerî hâller yaşadığımızı; yeşil yaprak, taze ot koparmaktan sinek, böcek öldürmeye varıncaya kadar hiçbir canlıya zarar vermeyeceğimizi biliyorduk.
Aslında bu uhrevî ahvâli yaşayan yalnız biz değildik. O sırada milyonlarca muhrîm Müslüman, hususî makamıyla, yüksek sesle, koro hâlinde telbiye getirerek Mekke’ye doğru gidiyordu.
Medine-i Münevvere bile Mekke-i Mükerreme’ye akıyordu.
Dünyada, milyarlarca Müslümanın ibadet niyetiyle baktığı, milyonlarcasının da aynı zaman içinde, aynı renklere bürünüp aynı ifadeleri nida ederek oraya doğru aktığı bir başka yer yoktu.
O anda biz de ‘Sath-ı arz mescidinin Medine minberinden Mekke mihrabına’ giden o coşkun insan çağlayanının içindeydik ve Kâbe-i Muazzamaya yakından bakmaya, hatta fırsat bulursak dokunmaya, yüz sürmeye, öpüp koklamaya gidiyorduk.
Yatsı namazından hemen sonra başlayan yolculuğumuz, Mekke ile Medine arasındaki en kısa ve emniyetli yol olan hicret hattında gece boyu aynı coşku ve heyecan içinde devam etti.
Sarât dağlarının, dalgaları andıran irili ufaklı tepeleri arasında yer alan, Suriye, Yemen, Hint Okyanusu, Kızıldeniz yollarının kavşağında bulunan ve önceleri ‘Bekke’ denen Mekke-i Mükerreme’ye geldiğimizi, Mekkî makamında okunan sabah ezanları ruhumuzu cûş-u hurûşa getirince anladık.
O zamana kadar kendimizi hep Mekke’ye vardığımızda önce Kâbe’yi görmeye ve en çok istediğimiz şeyi dilemeye hazırladığımız için her yere baktık, ama pek bir şey görmedik.
Karşıya bakarak gözbebeğimizi görmeye çalışmak gibi bir hareketti yaptığımız şey. Onun için nurunu siyahlığında saklayan gözbebeği renginde ayna misâl bir cazibe merkezine bakmamız gerekiyordu.
O da ancak Kâbe-i Muazzama olabilirdi.
Dâvet Harem-i Şerif’ten geldiği, ezan sesi de mihmandar olduğu için Mescidi bulmamız fazla zor olmadı. Ama Kâbe’yi karşımızda gördüğümüz anda şükür secdesine kapandığımızdan durup doya doya temâşâ edemedik.
Zemzem içen güvercin gibi bir süre secde sürûrunu soluyup başımızı kaldırarak karşıya baktığımızda, en çok istediğimiz şeyi dilememiz gerektiğini hatırladık.
Böyle mübarek bir yerde ve müstesna zamanda Allah’ın rızasından başka ne istenebilirdi ki. Biz de önce Allah’ın rızasını kazanmayı isteyip Peygamberimizin şefaatine nâil olmayı diledik, ardından da sair duâlarımızı, niyazlarımızı gönlümüzden geçirdik.
Vecd içinde geçen bu sürûr ve şükür faslından sonra ‘Bismillah, Allahuekber’ diyerek Hacerü’l-Esved’i selâmlayıp, kendimizi, arzı arşa bağlayan amud-u nuraninin etrafında melekler gibi pervaz eden mü’minînin âhenkli akışına bıraktık.
Her seferinde, cennetten indirildiğinde mücessem bir nur hâlinde parlamasına rağmen, zamanla insanların günahları yüzünden karardığı söylenen Hacerü’l-Esved’i selâmlayarak başladığımız şavtları yediye tamamlayarak yedi kat göğe yükselmiş gibi bir hâlet-i ruhiye içine girdik.
Yaşadığımız mânevî mazhariyetin şükrünü eda etmek için metaf alanında kalan tek yapı olan ve içinde Hazret-i İbrahim’in (as) ayak izinin bulunduğu taşın muhafaza edildiği Makam-ı İbrahim’in arkasında iki rekât namaz kıldık.
Kâbe-i Muazzama’yı ziyaret âdâbının ilk merhalesini tamamladıktan sonra zemzem kuyusuna indik. Bu serin, mugaddi ve leziz cennet nimetinden kana kana içip abdest alarak Mesa mahallinin yolunu tuttuk.
Mesa, Safa ile Merve tepeleri arasında kalan mesafeye verilen addı. Biz, Hazret-i Hacer validemizin, oğlu Hazret-i İsmail’e (as) su bulmak maksadıyla koştuğu bu tepeler arasında bol bol zemzem içtikten sonra sa’ye başladığımız için Safa’dan Merve’ye dört gidiş, Merve’den Safa’ya da üç gelişten ibaret olan yedi şavtı yapmakta fazla zorluk çekmedik.
Yaşadığımız her anda ve attığımız her adımda ruhumuzu ihtizaza getiren uhrevî hâller yaşayıp Mescid-i Haram’da ilk farz namazımızı cemaatle edâ ederek istirahat mahalline döndüğümüzde, kazandığımız mânevî merhalelerin hududunu ancak ahirette ihata edebileceğimizi müdriktik.
Fakat düşman karşısında sağlıklı, güçlü, kuvvetli ve neşeli görünmek maksadıyla tavaf sırasında sağ omuzumuzu kolumuzla birlikte ihramın dışında bırakmak sûretiyle yaptığımız ‘Iztıba’nın ve sa’y esnasında hızlı, çalımlı, canlı adımlarla yürüyerek icra ettiğimiz ‘Hervele’nin sadece oralara münhasır kaldığını; o hamasî hasletleri, çağın icabı olan icatlarda, ilimde, teknikte, san’atta, marifette yapamadığımızı anlamanın hicabını hissettik.
Artık bütün zamanımız, yeryüzünün en kalabalık yerinde, harem diyarında dünyanın çeşitli yerlerinden münhasıran ibadet maksadıyla gelen Müslümanların arasında geçecekti. Burada erkeklik, kadınlık, çocukluk, gençlik, ihtiyarlık; zenginlik, fakirlik, beyazlık, siyahlık, Araplık, Acemlik, Türklük yoktu.
Sadece insanlık ve Müslümanlık vardı.
İnsan çok olsa da incinmek ve incitmek yoktu. Kim ne kadar insansa ve Müslümanlığını ne ölçüde yaşayabiliyorsa Allah indinde de, kul nazarında da o kadar makbuldü.
Onun için insanî hasletleri İslâmî meziyetlerle mezcederek yaşamayı hayatî bir düstur ittihaz ettik ve Peygamber Efendimizin (asm) “Benim mescidimde kılınan bir namaz Mescid-i Haram hariç, başka mescidlerde kılınan bin namazdan efdaldir. Mescid-i Haram’da kılınan bir namaz da sair mescidlerde kılınan yüz bin namazdan efdaldir” şeklinde de ifade ettiği gibi yeryüzünün bu en büyük ve en semereli mabedinde gücümüz yettiğince fazla ibadet etmeye çalıştık.
Bu maksatla cemaatle eda ettiğimiz farz namazların dışında her fırsatta Kâbe’yi tavaf ettik, bol bol kaza ve nafile namazı kıldık, tesbihat yaptık, Kur’ân okuduk. Yorulduğumuz zamanlar oturup uzun uzun Kâbe-i Muazzama’yı seyrederek o mukaddes beldede yaşadığımız her anı mânen semeredar hâle getirmeye gayret ettik.
‘Hac, din-i İslâm’ın kudsî ve semavî bir kongresi hükmünde’ olduğundan fırsat buldukça dünyanın değişik yerlerinden gelen farklı milletlere mensup din kardeşlerimizle İslâm Âleminin çeşitli meseleleri üzerinde fikrî müzakereler yapmak istedik.
Lâkin birbirimizin dillerini bilmediğimiz, Arapça’yı da ortak bir medeniyet dili hâline getiremediğimiz için çabamız el yüz işaretleriyle hâlleşip selâmlaşmaktan öteye geçmedi.
O zaman Said Nursî’nin; “Haccın bahusus tearüfle tevhid-i efkârı, teavünle teşrik-i mesaiyi tazammun eden içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki düşmana milyonlarla İslâmı, İslâm aleyhinde istihdama zemin izhar etti” şeklindeki tesbitini aynelyakin müşahede ettik.
Kardeş saydığımız insanlarla konuşup anlaşamayınca candan aziz bildiğimiz ve vatan olarak kabul ettiğimiz mukaddes mekânları gezip uhrevî mânâlara âşina olma gayreti içine girdik.
Fırsat buldukça Peygamber Efendimizin doğduğu evi, Hazret-i Hatice’nin evini, Cennet-i Mualla kabristanını, Resûl-i Kibriyanın cinleri İslâm’a dâvet ettiği yere yapılan mescidi, Şakk-ı Kamer mucizesinin vuku bulduğu ve Hazret-i Bilâl-i Habeşi’nin üzerinde ezan okuduğu Ebu Kubeys dağını, hicret sırasında Peygamberimizin ve Hazret-i Ebûbekir’in saklandıkları Sevr mağarasını ve ilk âyetin indiği Cebel-i Nur’u ziyaret ettik.
Risâle-i Nur’dan, “Hacc-ı şerifin bilasâle herkes için bir mertebe-i külliye-i ubudiyet” olduğunu öğrendiğimizden, bunları yaparken “Hac miftahıyla açılan” rahmet mertebelerinden ve kemalât merhalelerinden mahrum kalmamak için her vesile ile Allah-u Ekber diye nida ederek ‘Mertebe-i külliye-i ubudiyete’ çıkıp kabiliyetimiz nisbetinde ‘Ancak Sana kulluk ederiz’ hitabına mazhar olmaya çalıştık.
Arefeden bir gün önce başladık Arafat yolculuğuna. O gün Mina’da geçen zamanda da yekpare bir Nur menzili olan mukaddes mekânların her yerinde olduğu gibi fevkalâde hâller yaşadık.
Arefe günü sabahleyin erkenden Mina’dan çıkıp Arafat’a vardığımızda, beyazlara bürünen mahşerî kalabalığın, Hazret-i Âdem (as) ile Hazret-i Havva’nın cennetten çıkarıldıktan sonra buluştukları yer olan Cebel-i Rahme’nin etrafını doldurduğunu görünce bulabildiğimiz bir yere yerleştik.
Biraz istirahat ettikten sonra çevreyi gezip komşu kafileleri ziyaret ettik. Öğleye doğru namaz hazırlığı yaptık ve hep birlikte hac farizasının en mühim rüknü olan Vakfe’ye durduk.
Şimdi zaman yalvarma, yakarma, dileme, isteme zamanıydı. “Büyük bir insan olan küre-i arzın kıblesi olan Kâbe-i Mükerremenin samîmî kalbiyle niyet edip Mekke ağzıyla, Cebel-i Arefe diliyle Allah-u Ekber diyerek semavâtı çınlatıp berzah âlemlerine temevvüc eden” o azim sadaya iştirak ederek herkes ve her şey için yalvardık, yakardık, diledik, istedik...
O’nun, ‘vermek istediği için istemek verdiğini’ bildiğimizden bütün istediklerimize nail olup günahlardan kurtulduğumuzu hissetmenin hiffetiyle ellerimizi indirdik. Öğle ile ikindi namazını birlikte kılıp ‘Cem-i Takdim’ yaptık ve Müzdelife’ye doğru yola koyulduk.
Yaya olarak iki saat kadar süren yolculuğun ardından Kur’ânî tabiriyle ‘Meş’arü’l-Haram’a gelip akşam ile yatsı namazlarını, yatsı vakti girince birlikte kılarak yaptığımız ‘Cem-i Tehir’in ardından başlayan ibadetlerimiz ve taş toplama gayretlerimiz, gayriihtiyarî araya giren kısa fasılalarla fecre kadar devam etti.
Sabah namazını cemaatle eda edip vakfeye durduk ve Habibullah’ın (asm) “Allah, Arafat ve Meş’ar-ı Haram ehlini affetti. Mazlûmların kul hakkını da kendisi tazmin etti” tebşiriyle müşerref olmanın uhrevî hazzı içinde girdik bayrama.
İlk işimiz, Mina’ya gidip büyük şeytanı taşlamak oldu. Nefsimizi de hedef alarak bu mühim menasiki yerine getirdikten sonra kurbanlarımızın kesilmesine nezaret ettik ve istirahata çekildik.
Şeytanla yaptığımız temsilî muharebe ikinci ve üçüncü bayramlarda da devam etti. Nefsimizin, mukaddes yerlerde bile içten içe devam eden tahriklerinin durmasından, her seferinde ‘Bismillâhi, Allah-ü Ekber’ diyerek fırlattığımız taşların hedefini bulduğunu hissetmenin gönül huzuru içinde tıraş olup ihramdan çıktık.
Hemen her vakit namazında cemaate iştirak etme iştiyakıyla koşup tavafla, temâşâyla, ibadetle, tezekkürle ruhumuzu tezyin ettiğimiz Mescid-i Haram’a gidip son tavafımızı da yaptık ve hac vazifemizi ifa etmenin süruru içinde ilk fırsatta tekrar gelme kararlılığıyla Kâbe-i Muazzamaya veda ettik.
Artık hepimizin, ömrümüz boyunca iftiharla taşıyıp itinayla yaşayacağımız ama asıl semeresini ahirette göreceğimiz makbul, muteber ve münevver bir sıfatımız vardı:
Hacı...
22.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|