Çoğu zaman “‘keşke’siz hayat” diye tutturulan cümlelerin hilâfına, “keşke”li cümlelerin cümbüşünde kurulabilecek bir hayat tablosu çizmek, en büyük emeli gönlümün.
Sıcaklıklarla beraber toz ve dumanın dansa kalktığı şu Mayısın sonlarında “keşke”li hayallerin saf saf oluşturdukları temenni dalgaları sarıyor her yanımı. Söz gelimi, Eskişehir’de her yerinden bıçaklanarak öldürülen babanın perişan olan ailesinin yapayalnız kalışına sebep olan ahlâkî çöküntünün orta yerinde “keşke”li bir cümle düğümleniyor boğazımda. Öyle ki; sağım solum, önüm ve arkam çepeçevre keşkeli cümlelere bürünür olmuş. Değil mi ki, şairin dimağından uçsuz bucaksız bir hayalin gerçekleşmesine yönelik,“İnsanlar gülüyordu de/ Trende, vapurda, otobüste/ Yalan da olsa hoşuma gidiyor, söyle” diye dillenen sözler bir muştu, bir huzur ve toplumsal bir mutluluk özleminin “keşke”den örülü bir avuntu tablosudur; o hâlde, aynalardan “Hep kahır, hep kahır, hep kahır / Bıktım be...” sedaları yükselecektir.
Evet; aynalarımız, yaşadıklarımız… Ve dahi, birbirimize reva gördüğümüz acı sağanakları… Bugünlerde televizyonu açmak istemiyorum. Hele ki, haberleri izlemek daha bir arttırıyor “keşke”li cümlelerimi. Al bayrağa sarılı şehitler yetmiyormuş gibi, Anafartalar’da meydana gelen canlı bomba dehşeti daha bir kahrediyor hayallerimi. Ağlayışlar, çaresizlikler, kan ve gözyaşı… Bütün bu acı olaylar hangi kelime dizimiyle karşılanır; bilemiyorum. Keşke diyorum: Nasıl ki mahşerde yüzü kara olanlar ortaya çıkacak; aynı şekilde insan kanı üzerinden beslenen odaklar dünyada da yüzleri kara bir şekilde ortaya çıksa… Keşke diyorum: En şerefli yaratık unvanına sahip olan insan, biraz da olsa, insan olma erdemiyle hareket etmeyi becerip ihtiras ve kindarlığına yenik düşmese… Keşke diyorum: “Başarıya giden her yol mübahtır” felsefesiyle hareket eden zihniyet târumâr olsa ve kimsesiz, zavallı, günahsız insanlar zarar görmekten kurtulsa…
Kamplaşan dünyamızda, aydınlık ve güzel yarınların kucaklayıcı nefesini içimde hissedebilmek adına bu “keşke”li cümleleri haykırmayı o kadar isterken, fildişi kuleden yükselip emrivaki türünden ahkâm kokan seslerin ve kendini dev aynasında gören gözlerden dehşet havasıyla çıkan bağrışmaların huysuzluğundan kurtaramıyor kahırlanmayı yüreğim. Sahi, İstanbul’u gözleri kapalı dahi dinlerken mutlu olabilen şair gibi, hakkım değil mi edebiyatın şen şakrak kelimeleriyle dans etmek? Sahi, ötekileş(tir)menin neredeyse had safhada olduğu, sözün lâf seviyesine düştüğü; edebîliğini, zarifliğini, inceliğini ve bilgi taşıyıcılığını kaybettiği yerde, kendini dinletememenin hazin hüznünün tortusu ne zamana kadar yüreğimden göz bebeklerime yansımaya devam edecek? Hayır, “Bu kurtlar sofrasında biraz zor” demek istemiyorum.
Bir şiir kitabı yahut psikososyal tahlil zincirinden oluşan bir kitap çıkaracak olsam, Nazım Hikmet’in şiir külliyatına ad olan “Memleketimden İnsan Manzaraları” adını kullanmak isterdim. Hiç de sıkıntı çekmezdim; zira akın kara, karanın ak gibi gösterilebileceği bilgi kirliliği içinde yaşıyoruz. Kim kime bayrak sallıyor? Kim kime bomba atıyor? Ahmet Mehmet’e neden düşman? Daha dün aynı yoldan geçip de hâl hatır soranları birbirine düşman eden kim yahut ne? Nereden çıktı bu ayrı gayrılık? Ne zamandan beri, biri diğerini tehdit olarak görmeye başladı? Komşuyu komşudan ötekileştiren ne? Eskişehir olayında olduğu gibi, öğrencileri öğretmenlerine karşı saldırganlaştıran yahut saldırganlığı önlemede birebir ilâç olan ahlâkî yapı neden günden güne çürüyor?
Keşke, diyorum; bir araya gelip de sadece ve sadece hak ve hakikati ayırt edebilmek için omuz omuza verebilme olgunluğuna erişebilsek. Keşke…
26.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|