|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Şeytanlar onları yoldan çıkarır; onlar da kendilerini doğru yolda sanırlar.
Zuhruf Sûresi: 37
|
26.05.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Ümmetimin ihtilafı rahmettir.
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 165
|
26.05.2007
|
|
Ahlâktaki anarşi daha dehşetli
Hayat-ı içtimâiyeyi idâre eden en mühim esas olan hürmet ve merhamet gayet sarsılmış. Bazı yerlerde, gayet elîm ve biçare ihtiyarlar, peder ve valideler hakkında dehşetli neticeler veriyor.
Cenâb-ı Hakka şükür ki, Risâle-i Nur, bu müthiş tahribata karşı girdiği yerlerde mukavemet ediyor, tamir ediyor. Sedd-i Zülkarneynin tahribiyle Ye’cüc ve Me’cüclerin dünyayı fesada vermesi gibi, şeriat-ı Muhammediye (asm) olan sedd-i Kur’ânî’nin tezelzülüyle ve Ye’cüc ve Me’cüc’den daha müthiş olarak ahlâkta ve hayatta zulmetli bir anarşilik ve zulümlü bir dinsizlik fesada ve ifsada başlıyor.
Risâle-i Nur’un şakirtleri, böyle bir hadisede mânevî mücahedeleri, inşaallah zaman-ı Sahâbedeki gibi, az amelle, pek büyük sevap ve âmâl-i sâlihaya medar olur.
Aziz kardeşlerim,
İşte böyle bir zamanda, bu dehşetli hadisata karşı, ihlâs kuvvetinden sonra bizim en büyük kuvvetimiz, iştirâk-i âmâl-i uhrevî düsturuyla birbirimize kalemlerle, herbirinin âmâl-i saliha defterine hasenat yazdırdıkları gibi; lisanlarıyla, herbirinin takvâ kalesine ve siperine kuvvet ve imdat göndermektir. Ve bilhassa fırtınalı tehacüme hedef olan bu fakir ve aciz kardeşinize, bu mübarek şuhur-u selâsede ve eyyâm-ı meşhurede yardıma koşmak, sizin gibi kahraman ve vefadar ve şefkatkârların şe’nidir. Bütün ruhumla bu imdad-ı maneviyi sizden rica ediyorum. Ve ben dahi, iman ve sadakat şartıyla, Risâle-i Nur talebelerini bütün duâlarıma ve mânevî kazançlarıma, yirmi dört saatte, iştirak-i â’mâl-i uhreviye düsturuyla, bazan yüz defadan ziyade “Risâle-i Nur talebeleri” ünvanıyla hissedâr ediyorum.
Kastamonu Lâhikası, s. 111
Lügatçe:
Sedd-i Zülkarneyn: Zülkarneyn’in, Ye’cüc ve Me’cüc kavminden korunmak isteyenler için yaptırdığı çok büyük ve sağlam set, kale.
Ye’cüc ve Me’cüc: 1- Hadislerde kıyamete yakın zamanda çıkacağı belirtilen kısa boylu, çapulcu iki kavmin adları. 2- Kur’ân’da bahsi geçen, eski çağlarda Orta Asya’da yaşayan ve medeniyetleri saldırılarıyla taciz eden yağmacı ve talancı, acımasız iki vahşî güruh.
hayat-ı içtimâiye: Sosyal hayat.
şeriat-ı Muhammediye: Peygamberimizin şeriatı.
sedd-i Kur’ânî: Kur’ân’ın yıkılmaz seddi, kalesi.
tezelzül: Sarsıntı.
zulmetli: Karanlıklı.
anarşilik: 1- Kargaşa, karışıklık. 2- Sos. Her türlü düzen ve otoriteye karşı koyarak karışıklığı meydana getirme durumu. 3- Terör. 4- Siy. Hükümetsiz veya siyasi otoritesini kaybetmiş düzensiz topluluk hâli.
fesad: 1- Bozukluk. 2- Fenâlık, kötülük, arabozanlık.
ifsad: Fesada uğratma, bozma.
zaman-ı Sahâbe: Sahabe zamanı.
âmâl-i sâliha: Salih ameller.
iştirâk-i âmâl-i uhrevî: Âhirete ait olan işlerdeki ortaklık.
hasenat: İyilikler.
tehacüm: Hücum etme.
şuhur-u selâse: Üç aylar.
eyyâm-ı meşhure: Meşhur günler.
şe’n: 1- Hal, keyfiyet, durum, özellik, yapı, istidat. 2- İş.
|
26.05.2007
|
|
Anarşiyi önlemede Risâle-i Nur örneği
“Bu millet ve vatanın sosyal ve siyasî hayatının anarşilikten kurtulması için beş esas zaruridir. Bunlar da, merhamet, hürmet, emniyet, haram ve helâlı bilip haramdan çekilmek, serseriliği bırakıp itaat etmektir. Zaten Risâle-i Nur da, bu beş esası temin etmeye çalışarak, asayişin temel taşını sabitleştiriyor.” (Nursî, Kastamonu Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, 1994, s. 186)
Burada bildirilen beş esası insanların kalplerinde yerleştirecek olan da sağlam imandır. Sağlam bir inanca sahip olan insanlar, merhametli olur. Zayıflara, acizlere, masumlara acırlar. Kimseye kötülük yapmazlar. Hürmetli olan bir kimse de, başkalarının hakkına, hukukuna saygı gösterir. Emniyet sahibi olan, yani güvenilir olan bir insan, elinden ve dilinden insanların zarar görmediği bir insandır. Bir insanın helâl olanları bilmesi, helâl olan fiillere yönelmesi, haramları bilip onlardan çekilmesi zaten onun kendisine de, topluma da faydalı bir insan olduğunu gösterir. Bütün bu dört özelliğe sahip olan bir kimse ise, serseriliği bırakır ve itaat eder. Anarşist ve terörist olmaz. İşte bütün bu özellikleri insana kazandıran İslâm dinidir. İslâm dininin toplumda yerleşmesini, yayılmasını istemeyen insanlar, toplumun huzur ve mutluluğunu da dinamitleyen insanlardır.
Bediüzzaman Said Nursî’nin telif etmiş olduğu Risâle-i Nurları okuyan, bununla imanlarını kurtaran insanlar, bu beş esası öğreniyor ve tatbik ediyorlar. Nursî bunun örneğini de kendisi veriyor ve şöyle diyor:
“Emniyeti ihlâl vehmiyle bize ihanet etmek ve teveccüh-ü âmmeyi kırmak kastıyla tahkirkârâne, aldanmış mahdut adamların bed muamelelerine mukabil, hadsiz ehl-i hakikatin ve nesl-i atinin takdirkârâne alkışlamaları var diye ihtar edildi.
“Evet, komünist perdesi altında anarşistliğin emniyet-i umumiyeyi bozmaya dehşetli çalışmasına karşı, Risâle-i Nur ve şakirtleri, iman-ı tahkikî kuvvetiyle bu vatanın her tarafında o müthiş ifsadı durduruyor ve kırıyor, emniyeti ve asayişi temine çalışıyor ki, pek çok bir kesrette ve memleketin her tarafında bulunan Nur talebelerinden, bu yirmi senede alâkadar üç dört mahkeme ve on vilayetin zabıtaları, emniyeti ihlâle dair bir vukuatlarını bulmamış, kaydetmemiş. Ve üç vilâyetin insaflı bir kısım zabıtaları demişler: ‘Nur talebeleri manevî bir zabıtadır. Asayişi muhafazada bize yardım ediyorlar. İman-ı tahkikî ile, Nur’u okuyan her adamın kafasında bir yasakçıyı bırakıyorlar. Emniyeti temine çalışıyorlar.’
“Bunun bir numunesi Denizli hapishanesidir. Oraya Nurlar ve mahpuslar için yazılan Meyve Risâlesi girmesiyle, üç dört ay zarfında iki yüzden ziyade o mahpuslar öyle fevkalâde itaatli, dindarane bir salâh-ı hâl aldılar ki, üç dört adamı öldüren bir adam, tahta bitlerini öldürmekten çekiniyordu. Tam merhametli, zararsız, vatana nâfî bir uzuv olmaya başladı. Hatta resmî memurlar bu hale hayretle ve takdirle bakıyordular. Hem daha hüküm almadan bir kısım gençler dediler: ‘Nurcular hapiste kalsalar, biz kendimizi mahkûm ettireceğiz ve ceza almaya çalışacağız, ta onlardan ders alıp onlar gibi olacağız, onların dersiyle kendimizi ıslâh edeceğiz.’” (Nursî, Lem’alar, s. 260)
Bu örnekler de gösteriyor ki, sağlam bir iman dersi alan insanlar, câni de olsalar, merhametli bir insan haline dönüşüyor. O halde anarşi ve terörden kurtulmanın çaresi, insanları dinsizliğe, inançsızlığa ve ahlâksızlığa sevk etmek değil, imana, dini öğrenmeye sevk etmektir. İnsanların dinlerini öğrenmeleri ve yaşamaları ne kadar serbest olursa, bu ülkedeki asayiş ve huzur da o kadar güzel olacaktır. Hapishanelere doldurulan insanlara Risâle-i Nur eserlerinden beslenerek imanlarını kurtarmaya çalışan insanlar eğitimci olarak gönderilse, hapishaneler birer ıslâh evine ve bir okula dönüşür. Vatanını ve bu ülkede yaşayan insanları seven, onlar için gerçek bir iyilik yapmak isteyen idarecilerimizin zaman içerisinde bunu düşünmeleri vatandaşlarımızın hayrına olur kanaatindeyim.
Diğer taraftan örgütlü anarşistlerin gençleri kolayca avlamalarına sebep olan zenginler ile fakirler arasındaki uçurumun kapatılması da ancak dinin hükümlerinin bilinmesi ve yaşanmasıyla mümkündür. Nursî, İşârâtü’l-İ’câz isimli tefsirinde şöyle diyor:
Heyet-i içtimâiyenin hayatını koruyan intizamın en büyük şartı, insanların tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır. Havas kısmı avamdan, zengin kısmı fukaradan hatt-ı muvasalayı kesecek derecede uzaklaşmamaları lâzımdır. Bu tabakalar arasında muvasalayı temin eden zekât ve muavenettir. Halbuki vücub-u zekât ile hürmet-i ribaya müraat etmediklerinden, tabakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahim kalmaz. Bu yüzdendir ki, aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilâl sedâları, haset bağırtıları, kin ve nefret vâveylâları yükselir. Kezalik, yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor.
“Maalesef, tabaka-i havastaki meziyetler, tevazu ve terahhuma (merhamet etmeye, sevmeye) sebep iken, tekebbür ve gurura bâis oluyor. Tabaka-i fukaradaki acz ve fakirlik, ihsan ve merhameti mucip iken, esaret ve sefaleti intaç ediyor. Eğer bu söylediklerime bir şahit istersen âlem-i medeniyete bak, istediğin kadar şahitler mevcuttur.
“Hülâsa, tabakalar arasında musalâhanın temini ve münasebetin tesisi, ancak ve ancak erkân-ı İslâmiye’den olan zekât ve zekâtın yavruları olan sadaka ve teberruâtın heyet-i içtimâiyece yüksek bir düstur ittihaz edilmesiyle olur.” (Nursî, İşârâtü’l-İ’câz, Dârü’l-Mihrab, Germany, s. 46-47)
O halde anarşistlerin gençleri kandırmak için kullandıkları fakirler ve zenginler arasındaki ekonomik uçurum, ancak İslâm’ın zekât ve sadaka hükmünün yerine getirilmesiyle mümkündür. Bunun için de insanların dinin emirlerini yapmaları teşvik edilmelidir.
Sonuç
Anarşi ve terör, inancın ve dinin hükümlerinin insanların akıllarından ve vicdanlarından sökülmesiyle ortaya çıkar ve yayılır. Çünkü inançsızlık insanlardaki merhamet, şefkat, sevgi, güven duygularını yok eder. İnsanların ifrata varan duygularını ve kuvvelerini ancak İslâmın inanç, ibadet ve ahlâk hükümleriyle sınırlamak ve her türlü anarşiyi önlemek mümkündür. Sadece emniyet kuvvetlerinin silâhlı mücadelesiyle anarşi ve terörün önlenmesi mümkün değildir...
(Köprü, Bahar-2006 sayısından alınmıştır)
|
Dr. Abdullah HAKİMOĞLU
26.05.2007
|
|
Kendime itiraflar
İtiraf ediyorum bugün her şeyi kendime. Meğer ne çok kandırmışım kendimi. Ne çok inandırmışım beyaz yalanlarıma. En çok kendimi terk etmiş, en çok kendimden vazgeçmişim. Birçok şeyi gerçekleştirebilmek için geniş zamanlar bekleyip durmuşum. Acemi bir tâcir gibi hayatta hep ya kaybetmiş ya da beyhude yorulmuşum.
Şimdi bütün suçlarımı bir bir sorgulayıp yazıyorum. Çeyrek asırlık ömrümde elle tutulur, gözle görülür bir şeyler yapamadım. Allah’ın razı olacağı bir kul olabilmek için lâyıkıyla çalışamadım. Hızla geçmekte olan gençliğimi, bir de ileride bana sorulacak olan “Gençliğini nasıl, nerede geçirdin?” sorusunu düşündüğümde nasıl cevap vereceğimi, ne diyeceğimi düşünmek bile alnımın ılık ılık terlemesine, ellerimin titremesine sebep oluyor. Aldığım nefes boğazımda düğümleniyor. Nasıl, nerede geçiriyorum gençliğimi diye soruyorum kendime.
Duâ kapılarının ardına kadar açıldığı gece yarılarında Allah’ın sâlih kulları secdede iken ben gaflet uykularının en derinlerindeydim. Kılıçtan keskin kalemleriyle mücahitler ilim cephelerinde kendini ön saflara atarken, ben korkakça onların en gerisindeydim. Bir yaprak bile canlı kaldığı müddetçe Allah’ı tesbih ediyor, sonra kendini O’na fedâ edip sararıp dalından düşüyorken ben “Vücudunu mucidine fedâ et” ikazına rağmen bir yaprak kadar fedakâr olamadım. Bir deniz gibi sınırlarını aşmadan, küremiz gibi yörüngesinden şaşmadan yaşayamadım. Bir karınca kadar cumhuriyetperver, bir arı kadar çalışkan olamadım.
Suçlu ben, dâvâlı ben, dâvâcı ben, hâkim ben, kâtip ben. Ve itiraf ediyorum kendime. Geçen zamanlarımın değerini çoğu zaman bilemedim. Bir daha hiçbir şekilde geri getiremeyeceğim, hiçbir şeyle geri alamayacağım tek sermayem göz göre göre erimekte. Bense hâlâ sanki hiç bitmeyecekmiş gibi ömür sermayemi israf ediyorum. Dünya meşgalesine dalıp, oyalanıp duruyorum.
Tıpkı zamanım gibi ben de tükeniyorum yavaş yavaş. Kiracı olarak oturduğum beden mülkümün her gün bir taşı düşmekte. Geriye kalan hücrelerim Niyazi-i Mısrî gibi haykırmakta: “Günde bir taşı binâ-i ömrümün düştü yere / Can yatar gafil, binası oldu viran bîhaber…” Yarına çıkmaya senedim yok. Acizliğim, fakirliğim, had safhada.
Benim de parmağımın karıştığı küresel felâketler günden güne artmakta. Durdurmaya gücüm yok. Suyu fazlasıyla kullanıp ziyan ettiğim günlerin bedelini şimdi su kıtlığı ile ödemekteyim. Buruşturup attığım her bir kâğıt, ezip geçtiğim her bir ot şimdi bana hesap sormakta.
Meğer ne çok zulmetmişim kendime. Başkalarına acırken kendime hiç acımamışım. Oysa kendisi yangınlar içinde olan, başkasını yangınlardan kurtarabilir mi? “Ey nefsim” diye başlayan cümleleri okurken, hiç üzerime alınmamışım meğer. Bir kulağımdan girip diğer kulağımdan çıkmış âdeta. Şimdi cahilliğime mi ağlayayım, yoksa tembelliğime mi? Vurdumduymazlığıma mı, yoksa gafilliğime mi? Kaybettiklerime mi yanayım, yoksa kazanamadıklarıma mı?
İşte bütün suskunluğumu ve gururumu bir tarafa bırakıp bütün hatalarımı haykırdım kendime. Belki çoktan yapılmalıydı bu tek kişilik duruşma. Bu duruşmayı daha fazla ertelemenin faydası yok zararı vardı. İçinde bulunduğum zaman en uygun zamandı. Masumiyet maskesi takınıp kendimi savunmadım. Kendimi temize çıkarmaya çalışmadım. İtiraf ettim bütün suçlarımı. Hadsiz günahlarımı ve kusurlarımı havale edeceğim Yüce Adaletten daha yüksek bir mercî yok. Âdil, Hâkim, Rahim, Rahman isimlerinle yalvarıyorum Rabbim. Kuraklığımı rahmetinle, fakirliğimi cömertliğinle gider. Hatalarımı, kusurlarımı mağfiretinle affet. İhlâsla amel etmeyi, Senin rızanı kazanmayı nasip et.
[email protected]
|
Mehtap YILDIRIM
26.05.2007
|
|
BİR KISSA, BİN HİSSE
Mi'racda Peygamber Efendimiz (asm) Allah’ın selâmını “Esselâmü aleynâ ve alâ ibadillahissâlihîn” (Selâm bize ve Allah’ın salih kulları üzerine olsun) diye alınca Cenâb-ı Allah buyurdu ki:
“Ey Habibim! Burada ikimizden gayrı kimse yoktur. Ben Cebrail’i aramızdan çıkardım. Sen ümmetini aramıza koyarsın. Niçin ‘Aleyna’ (Bize) dedin?”
Sevgili Resul (asm) buyurdu ki:
“Ya İlâhî! Ümmetimin bedenleri gerçi benimle değildir. Lâkin ruhları benimledir. İnayetim, nazarım ve himmetim onlardan uzak değildir. Onları düşünmekteyim. Bana selâm verdin. Beni cümle kötülüklerden uzak eyledin. Ümmetim ki âhir zamanın fitnesine maruzdurlar. Bu yüksek ihsanı o fakir dertmenlerden nasıl mahrum edeyim? Bu büyük ikramdan ümmetimi nasıl nasipsiz kılayım?”
(Altıparmak, 413)
|
Süleyman KÖSMENE
26.05.2007
|
|
|
|