“Bilmiyorum ne vardı saçlarında? / Rüzgâr mı delice eserdi / Gözlerim mi öyle görürdü yoksa? / Saçlarının her hâli hoşuma giderdi...” (Ö.A.)
Arka penceremin tam karşısında kocaman bir kiraz ağacı var. Baharda gelin gibi süslenmiş çiçekleriyle. Bir ara baktım, rüzgâr estikçe çiçekler yavaş yavaş dökülüyor. Merak edip sormuştum ve öğrendim ki; kirazlar meyve verince, çiçeklerini dökermiş. Bu açıklamanın ardından rüzgârda duvağı savrulan gelin gibi duran çiçekleri izleyince, harika bir seyir oldu bana.
Her yer yeşile boyandı diye hafta sonu şöyle bir geziye çıktım. Dereden geçtim, baktım; sular oldukça azalmış. Söylenti var: “Sular bu yıl yetmeyebilir.” Ancak duâlar ediyoruz yağmur gelsin diye. Yeşillerin arasında yaptığım bu gezintide farklı bitkiler keşfettim. Bir seranın önünden geçtim. Harika çiçeklerle süslenmiş bu sera, aklımı başımdan aldı. Ayaklarımı yerden kesti. Öyle ki, bir yazıda okuduğum şu sözleri söylemek geldi içimden: “Pardon, öyle güzelsiniz ki, ayağımı yerden kesiyorsunuz. Lütfen, ya siz buraya çıkın ya da beni aşağıya indirin!”
Çiçekler, daha önce görmediğim çiçeklerdi ve harika kokuyordu. Öğrendim ki bu çiçeklerin ismi yusufçukmuş. Baharın bu mevsimlerinde yetişir, bir daha açmazmış. İçime çektim kokusunu, bir buket alıp elime, ilerledim. Yeşil bayırlarda gezerken, koyunları gördüm. O kadar güzel yaratılmışlardı ki… Her şey küçükken daha sevimlidir ya, hayvanların da küçük hâlleri ne kadar hoş! Kuzucuklar yeni doğmuşlar; o kadar şirin halleri vardı ki, hepsine sarılıp öpmek istedim. Yanaklarını sıkmak ve oynamak… Ama yemek ziyafetlerini bozmamak için fotoğraflayıp ilerledim. Güzel bir yer bulup oturdum. Temiz havayı ve ona karışan çiçek kokularını içime çektim. Kırlarda gezmek, milyonlarca sinema perdesine yansıyan güzelliklerden evlâ.
Yağmur yavaş yavaş atıştırırken, evin yolunu tuttum. Yağmurun altında yürümek, epeydir yapmadığım zevklerim arasındaydı. Bu kadar güzelliği bir arada yaşadığım için şükrettim. Yolda ilerlerken erik ağacından birkaç erik kopardım. Tatları pek güzel değildi. Meğer bunlar kış eriğiymiş, sonbaharda olgunlaştığı için sert oluyorlarmış. Yine de ağaçtan koparıp yeme lezzetini tatmak için ceplerime erikleri koyup ilerledim.
Baharla beraber bir yorgunluk vardı üzerimde. İçimden hiçbir şey yapmak gelmiyordu. Ancak yeşilin içine girip, toprağa çıplak ayaklarla dokununca, hâlsizliğim biraz geçti. Sahi derler ya: “Toprağa ayaklarınızla basın ki toprak stresinizi, elektriğinizi alsın.” Ben de öyle yaptım, iyi de geldi.
Nisan yağmurlarının yolunu gözlerken, şükür ki Mayıs yağmurlarıyla güldü yüzüm. Eve gelene kadar atıştıran yağmur, daha sonra şiddetlendi. Bir ara durmuştu; ancak dışarıdan gelen çığlıklarla yağmurun yeniden yağdığını anladım. Her bir yağmur tanesini bir meleğin indirdiğini bilmek, hep heyecanlandırır beni. Duâ etmek için penceremin kenarına oturdum. Birkaç kız çocuğu yağmurun altında duruyor, saçları ıslansın diye bekliyorlardı. Çocukluğum geldi gözlerimin önüne; küçük bir kız çocuğuyken Nisan yağmurlarında hemen çatıya çıkar, saçlarım sırılsıklam olana kadar beklerdim. Annemden öğrenmiştim. Nisan yağmurları saç uzatırdı. Uzun saçları çok sevdiğimden, bu fırsatları değerlendirir, hemen soluğu çatıda alırdım. Bu güzel hatıra canlanınca, biraz duygulandım. Hem duâ ettim, hem çocukların sevincine ortak oldum çocuksu bir duyguyla.
Anladım ki; mutlu olacak o kadar çok küçük şey var ki gözlerimizin önünde, görmek için biraz çaba yetecek. “Hayat ayrıntılarda gizli” ve bazen bu ayrıntıları hiç fark edemiyorum. Bahar tembelleştiriyor; ancak bu yönüyle sanki bizlere “Kışın hep evinizde oturarak sertleşen bedeniniz, duygularınız ve düşüncelerinizi okşayan sıcaklığımla yumuşatın, bağrıma gelin ve yeni şeyler keşfedin” diyor. İlk etapta ham oluşumuz bundan herhalde… Baharın, hepimize yeni yeni pencereler açıp tefekkür boyutlarına götürmesi temennisiyle…
23.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|