Feza İletişim Koleji’nin bir devamı niteliğinde olan Burç İletişim Koleji’nin vermiş olduğu gazetecilik başarı ödülleri dün Ataköy Yunus Emre Kültür Merkezi’nde sahiplerini buldu. Bu yıl dördüncüsü yapılan ödül töreninde bendenizi de dış politika dalında yılın yazarı olarak ödüle lâyık görmüşler; tensip etmişler. Bunu ödülden ziyade, hatırlanmak olarak değerlendiriyorum. Ödülün mahiyeti tartışılabilir, ama hatırlanma tartışılmaz. Ödül sahiplerini seçme ve belirleme öğrenci ve veliler arasında ortaklaşa yapılan anketler sonucunda gerçekleştirilmiş. Bu takdire şayan bir belirleme yöntemi. Zira, genelle ödül veya ödüllülerin seçimi ivazsız ve garazsız olmuyor. Bundan dolayı da ödüllerde genellikle şike aranıyor. Bu en üst ödül olan Nobel’e kadar böyle gidiyor. Seçimlerde muayyen kriterler gözetiliyor. Bunun sonucu ödüller üzerine şaibe lekesi düşüyor. Ama doğrudan halkın kriterleriyle ödül sahiplerinin belirlenmesi bu anlamda söylentileri izale edecek bir yöntem. Burç İletişim Koleji’nde eğitim gören genç meslektaşlarımın ve velilerinden oluşan jürinin beni de takdirlerinin ve kadirşinaslıklarının arasına kattıklarını görmekten dolayı bahtiyarım. Minnettarlık ve şükran hisleriyle yüklüyüm. Ve sözkonusu ödülü takdirin de ötesinde teşvik olarak da görüyorum.
Elbette mesleğimiz ışık hızı ile yeni imkânlara kavuşurken, mesleğin içi de boşalıyor. Önemli olan her mesleğin insanlığın yükselişine ve saadetine katkı sağlaması, hizmet etmesi ve basamak olmasıdır. Bu anlamda, bütün meslek kolları birer köprüdür ve vasıtadır. Gazetecilik de öyledir. Sanat sanat için değildir. Aksi takdirde, sanatın bir mesajı olamaz. Ama mesaj ile üslup da bir bütündür. Zarf mazruf ilişkisi. Mesaj görünmezdir sanat ise onun yüzüdür. Bu anlamda sanat bir üsluptur. Mesajla veya özüyle bütünleşmezse, kendisi için olur ve absürd derekesine veya menzilesine düşer. Bugün maalesef gazetecilik de böyle bir tehlikenin girdabındadır.
***
Geçenlerde, popüler tarihçilerimizden Murat Bardakçı, tarihimize artan ilginin magazinel bir ilgi olduğunu, daha doğrusu tarihçiliğin magazinleştiğini söyledi. Tarihçiliğimizin popülizm eğilimi ile ilişkisine ilişkin bir soruya verdiği cevapta bunu, popülizmden öte bir magazinleşme süreci olarak tarif etti. Haksız da değil. Aslında magazinleşme, popülizm kriterinin yansımalarından veya sonuçlarından birisidir. Gerçeğin yerini beğendirme ve eğlendirme aldığında, süreç magazinleşmeye dönüşür. Basında da böyledir. Meseleler hep hafif tarafından; moda tabirle, light boyutuyla ele alınıyor. Bu ise, mesleğin derinliğini alıyor ve onu bayağılaştırıyor. Magazinleştirme mesleğimizi sığlaştırıyor. Bugün gazeteciliğin ulaştığı elektronik imkânlar baş döndürücü ve hiçbir dönemle kıyas kabul etmez. Ama bu imkânlarla birlikte kendimizi fildişi kulelere hapsettik. İnsanlardan koptuk ve mürekkep ve kâğıt kokusunu unuttuk. Mesleğimiz bir taraftan sığlaşırken, diğer taraftan da sanallaşıyor. Önemli olan mânâyı yaşatmak ve bunu gelecek nesillere aktarabilmektir. Bugün bilgiye ve habere ulaşmak bir düğmeye tıklatmak kadar yakın. Bilgi ucuzladı, ama kalitesini de kaybetti. Kesafet ve yoğunluk arttıkça hazmetme kapasitesi azalıyor ve derinlik kayboluyor. Buna da bir zamanların ifadesiyle ‘enformatik cehalet’ diyorlar. Bilgiye ulaşma arttıkça kalite azalıyor. Maalesef bunlar ters orantılı. Bununla birlikte, gazetecilik tarihin doğrudan ve ilk tanığıdır. Cemil Meriç gibi kimi üstadlar gazeteciyi pek yazar addetmeseler ve hor ve tabir caizse ikinci sınıf görseler de çağımızın tarihçiliği ve yazarlığı gazeteciliğe bağlıdır. Ondan geçmektedir. Gazetecilik hız çağının bir ürünü olduğu için günlük ve gündelik ve kısa metrajlıdır. Yazarlar o kopuk günlük şeritleri birbirine ilave ederek kalıcılığı yakalar veya sağlarlar.
***
Bendenizle birlikte Yavuz Bahadıroğlu, Mustafa Armağan ve Ahmet Taşgetiren gibi bazı meslektaşlar da ödüle lâyık görülenler arasındaydı. Elbette onların yanında birçok güzide arkadaşımız daha vardı. Hepsinin ismini sayamayacağım. Kısa ödül töreni konuşmamda mesleğin sırrını söyledim. Kesintisiz ve sürekli öğrenme ve olayları birbirine bağlama. Bu anlamda tören sırasında yeni bir bilgi daha öğrendim. Özal, SSCB’nin dağılması sürecinde ‘Adriyatik Denizi kıyısından çıkan birisi Çin Seddine kadar başka bir dile ihtiyaç duymadan Türkçe anlaşarak gidebilir’ demişti. Anonim veya la edri mesabesindeki bu sözü onun zannetmiştik. Daha sonra bu söze Halil Halit Bey’in Arap ve Türk adlı kaynakta rastladım. O kitapta bu ifade bazı Alman oryantalistlere atfediliyordu. Ödül töreninin eş takdimcilerinden Moral FM’den dostumuz Sırrı Er, bu bilgide bir kayıp halkayı daha ortaya çıkardı. Meğerse bu söz, oryantalist Vambery’nin sözüymüş. Vambery, bunu başka müsteşriklerden nakletmiş de olabilir. Ama bu yine de bir katkı ve ilave bir bilgiydi, ben de tenevvür etmiş oldum. İnsanın kendisinden bahsetmesi hoş değil, ama bu münasebetle tarihe düşülen bir kayıt olarak şunu söylemeliyim:
Hayatım boyunca lihikmetin hep engelli bir koşucusu oldum, ama sonuçta kaderimin bana refik olduğunu gördüm. Hamd olsun yüzeye çıkma ve orada kalma merakım ve kompleksim hiç olmadı. Bununla birlikte, kastım harici ödüllendirilmemi tahdis-i nimet kabilinden sayarım.
25.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|