|
|
Davut ŞAHİN |
Shrek tehlikesi |
|
Bir televizyon programında bana sorulan suallerden bir tanesi; “Son dönemde yapılan çizgi filmin kalitesi”ydi.
Bu konuda söylemek istediklerim var ve demiştim ki:
“Son dönemde yapılan çizgi filmin kalitesi gerçekten yüksek. Teknolojik destekle yapılan animasyonlar müthiş. Başdöndürücü bir yenilikle izlenebilir bir nitelikte... Ancak bu tür çizgi filmlerde olumsuz karakterler var.”
Örnek vermiştim:
“Misal Shrek... Hiçbir anlam ifade etmeyen, insanî özelliklerden yoksun bir karakter... Bu karakter, fare yiyor, pislik içinde yaşıyor, nezaket ve nezafetten uzak... Çocuklara empoze edilen bu karakter, çocukların fıtratına zıt...”
Evet, Shrek gişe rekorları kırıyor, çok izleniyor. Ama hem filmin kahramanı, hem de filmin içindeki karakterler olumsuz etkiler bırakıyor.
Shrek 2’yi önceki gün atv ekranlarında izledik. Belki fark edilmedi, ama bu bölümde resmen “travesti” karakteri vardı. Yani kadın kıyafeti giymiş bir erkek... Bunun çocuklara yönelik bir çizgi film olduğunu söylemek mümkün mü?
Deniliyor ki, yakında sinemalarda gösterime girecek olan Shrek 3 filminde bu karaktere daha fazla yer ayrılmış.
Buradan anne ve babalara “dikkat” çağrısında bulunuyorum.
EURO-VİSİON
TRT, Eurovision’da Türkiye’nin vermiş olduğu 12 puana açıklık getirmiş.
Bu puanların Türkiye sınırları içerisinde yaşayan izleyicilerin, ulusal GSM firmaları aracılığıyla kullandığı oylar sonucunda belirlendiğini açıkladı.
Yapılan yazılı açıklamada, Eurovision Şarkı Yarışması’nın Avrupa Yayın Birliği’nin (EBU) televizyon departmanına bağlı ’Referans Grubu’ adı verilen 9 kişilik bir heyet tarafından koordine edildiği belirtiliyor.
Peki oylama sürecinde yaşanan riskler karşısında ne yapılabilmiş?
Dünyanın en büyük veri toplama sistemine sahip Alman Telekom Şirketi’ne bağlı Digame firmasıyla çalıştığı belirtilen açıklamada, söz konusu firmanın oylama için her ülkeden ulusal GSM firmalarıyla anlaşarak oylamanın bu firmalar aracılığıyla gerçekleştirildiği belirtilmiş.
Digame sistemiyle Türkiye’den yarı final ve finalde alınan oyların ülkelere göre puan olarak karşılıkları ve dağılımlarının yer aldığı çizelgelere de yer verilmiş.
Her ne olursa olsun, Eurovision kabak tadı verdi artık. Türkiye gibi bir ülkenin, küçücük bölünmüş ülkelerle mücadele ettirilmesi ve onların oyuncağı durumuna düşürülmesi doğru mu?
EĞİTİMLİ FANATİZM
Derbi maçta çıkan olayların failleri tesbit edilince, ilginç bir sonuç ortaya çıkmış.
O da şu:
Polise saldıranların çoğu üniversite mezunu.
Malûm: Galatasaray ile Fenerbahçe arasında Ali Sami Yen Stadyumu’nda oynanan karşılaşmada tribünlerde meydana gelen olaylardan sonra gözaltına alınan 15 kişi, adliyeye sevk edildi ve herkesi şaşkınlığa çeviren asıl olayın yakalanan “fanatik”lerin okul ve iş durumlarının çok iyi olduğu...
Fanatizm, eğitimli ve eğitimsiz dinlemiyor.
Hangi “sınıf”tan olursa olsun.
25.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Sevap dolu bir hayat |
|
Ahiret ticareti için dünyaya gelen bir insan her ne yaparsa yapsın, bunun ahirete mal olmasını, sevaba dönüşmesini ne kadar arzu eder. Ne var ki insan, yaratılışı gereği yer, içer, yatar, kalkar, ister istemez dünyevî bir sürü işlerle uğraşır.
Acaba bunlar da dünyevî olmaktan çıkarılıp ahirete mal edilebilir mi?
Bu soru gerçekten çoğu insanın zihnini meşgul edip durur.
İnsan farz namazlarını kılarak ve güzel bir niyetle mübah hareketlerini de ibadete, sevaplı hâle dönüştürebilir. Açıkçası sadaka vermişcesine sevap kazanabilir.
Kur’ân’da zekât sadaka olarak geçiyor. Fakat sadaka denilince daha çok Allah rızası için ihtiyaç sahibi bir fakire yapılan maddî ve manevî yardımlar anlaşılıyor. Hadis-i şeriflerde de genelde zekât dışında yapılan bu yardımlar kastedilir.
Her nimetin bir külfeti, bir bedeli, karşılığı vardır. Her nimet bir şükür ister. Bazan bu sadaka şeklinde kendini gösterir. Onun için biz ihsan edilen sayısız nimetlere şükreder; Allah için yapılan hiçbir iyiliği küçük görmez, bunları bir şükrün ifadesi, iyiliğin bedeli ve sadaka olarak görür, sevap hanemize kaydederiz.
Her mafsalımız için bir sadaka borcumuz bulunduğuna dikkat çeken Allah Resûlü (asm), her tesbih, hamd, tehlil, tekbir, hatta iyiliği emredip kötülükten sakındırmanın bile bir sadaka olduğunu bildirmişlerdir. Kuşluk vaktinde kılınan iki rekât namaz da bir sadakadır.1
Birgün Sahabîler sevap noktasında zenginlere yetişemediklerinden dert yanmış, “Ya Resûlallah, zenginler de bizim gibi namaz kılıyor, bizim gibi oruç tutuyorlar, fazladan mallarının sadakalarını veriyorlar. Bizden daha çok sevap kazanıyorlar” diye hayıflanmışlardı.
Allah Resûlü Aleyhisselâtü Vesselâm onları, “Allah size sadaka verme imkânı bağışlamadı mı?” buyurarak yukarıda zikrettiğimiz gibi her tesbih, her tekbir, her hamd, her tehlil, her iyiliği emretme, kötülükten sakındırma, güler yüz, tatlı söz, hatta eşlerle yatıp kalkmanın dahi bir sadaka olduğuna dikkat çekmişlerdir. Sahabe merakla, “Yatıp kalkmakla şehevî arzularımızı tatmin ediyoruz. Bunda da sevap olur mu ya Resûlallah?” diye sorduklarında, “Bu arzularınızı haram yoldan karşılasaydınız günah işlemiş olmaz mıydınız? Öyleyse helâl yoldan karşıladığınızda sevap kazanırsınız” buyurmuşlardı.2
Bu demektir ki mü’min helâl ve meşrû dairede kaldığı müddetçe her hareketini sevaplı hale dönüştürebilir. Yeme, içme, yürüme gibi mübah hareketler bile sünnete uygun hareket edildiğinde sevap kazandırır.
Dipnotlar:
1- Riyazü’s-Salihin, 1:156 (Hadis no: 118; Müslim’den.) 2- A.g.e.; Hadis no: 120 (Müslim’den.)
25.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Allah'a dostlukta unvanlar |
|
Ömer Bey: “Kutup, Gavs, Üçler, Yediler, Kırklar diye bir şey var mıdır? Varsa mahiyetleri nelerdir?”
İnsanın kemâlât mertebelerinde yükselişini gâye edinen İslâm Dîni, bin dört yüz küsûr yıldan beri dünya üzerinde hükmünü icrâ ediyor, kendisine el ve gönül verenleri muhtelif derece ve makam sahibi kılıyor. Esas olan makam mevkî değildir şüphesiz. Esas olan Allah’a kulluktur. Allah’a kulluktan daha üstün makam ve mevkî aramamalı. Fakat necip ve merhum İslâm milleti, toplum içinde belirli derecede gördüğü kimselere birer kilometre taşı hüviyetinde isim ve unvan vermiştir.
Kutup, sözlükte uç, en ileri makam, en yüksek basamak, mıknatısın iki ucundan her biri, dünya küresinin iki uç noktasına verilen addır. Tasavvufta dinin hakikatine ve marifetullaha vâkıf ve mazhar olan en büyük veliye verilen bir unvandır. Allah dostlarının ve evliyanın en büyüğüne verilen bir makamdır. İslâm Tarihinde Kutup unvanı, birçok Müslümanı kendisine bağlayan, zamanın en büyük mürşidine verilmiştir. Zamanın en ileri geleni, en büyük mürşidi, velilerin en büyüğü...
Gavs, lügatte yardımcı, imdada yetişen, himmet eden mânâlarındadır. Tasavvufta kendisinden ruhânî himaye ve himmet istenen ermiş kişi, velilerin başında bulunan en büyük veliye verilen bir unvandır. Velâyet mertebelerinde yüksek makam sahibi olan ermiş kişilere gavs veya kutup denmektedir. Evliyaullahın başı ve büyüğü, hakikate ve marifete ermiş olanların en büyüğü, Abdulkâdir-i Geylânî Hazretleri (ra) ümmetçe Gavs-ı Azam olarak bilinmektedir.
Üçler, Yediler ve Kırklar muhtelif makamlardaki kerâmet sahibi ve ermiş kişilere halk tarafından verilen birer unvandır.
Unvanların geneli Müslüman halkın ve ümmetin uygun gördüğü ve birer duâ mahiyetinde kullana geldikleri adlardan ibarettir. Bizim de bu makamların içini dolduran aziz şahsiyetlerden bahsederken duâdan başka bir yaklaşım tarzımız olamaz.
***
İstanbul’dan okuyucumuz: “Kıyametin kopacağını bilseniz elinizdeki fidanı dikiniz” hadisini açıklar mısınız?”
İslâmiyet şefkat dinidir. İslâm peygamberi Hazret-i Muhammed (asm) âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. İslâm Dininin canlılara şefkati, merhameti ve hizmeti el üstünde tutması ve teşvik etmesi, Allah’ın birer masnûu olan canlıların başıboş olmadıklarını, tesadüf oyuncağı olmadıklarını, kıymetsiz bulunmadıklarını ve Hâlık Teâlâ’nın her bir can ve yürek sahibine birinci derecede ehemmiyet verdiğinin birer tescilidir. “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz”1 hadisinde veya kuyu başında susuzluktan toprak yiyen bir köpeğe kuyudan su çıkarıp su veren günahkâr bir adamın sırf bu merhametinden dolayı bağışlanmasında2 bu merhamete önemle vurgu vardır.
Dinimizde sıla-i rahim önemli farzlardandır. Yani en yakından en uzağa bütün canlılara şefkat ve merhamet duymak Allah’ın emridir. Bir ağaç dikmeyi veya bir yaş ağaca bakmayı ya da bağlarda, bahçelerde yeşil bitkilerin yaşaması ve gelişmesi için hizmet etmeyi başka kategoride değerlendiremeyiz.
Yani bir ağaç veya fidan bir canlıdır. Onun hayatı toprağa kavuştuğu anda başlar. Ona duyulan merhamet ve ona yapılan sıla, onu toprakla buluşturmaktır. Can çekişen bir balık için deniz ne ise, havasız bir ortamda ölüme terk edilen insan için temiz hava ne ise, ağaç için toprak da odur. Ağaçlar toprakla buluşunca hayat bulurlar, toprakla birleşince gülümserler, toprakla buluşunca Sânî-i Kerimlerini bir başka tesbih ve tazim ederler, Allah’ı zikrederler, toprakla buluşunca çiçek açarlar ve meyveye dururlar.
Kıyametin kopması Cenâb-ı Hakk’ın emri ve iradesi üzerine vâki olacağı bildirilen, tamamen bizim dışımızda bir vakıadır. Oysa bir fidan dikmek, bir canı toprakla buluşturmak, bir ağacı güldürmek bizim amelimizdir. Çoğu zaman bizim elimizdedir. Biz kıyamet de kopsa, elimizde imkân varsa, amelimizden vazgeçmeyiz. Bizim için fazilet, sevap ve şeref, bizim amelimizdedir.
Duâ
Ey cansızlara can veren Muhyî! Ey toprağı hayatın arşı kılan Hayy-ı Kayyum! Ey ağacı hayvanın imdadına gönderen Rezzak-ı Kerîm! Ey hayvanı insana lütfeden Lâtif! Ey insanı kulluğuna kabul eden Mabud-u Bilhak! Ey kullarını affeden Afüv! Kalbimizi hatalardan, kusurlardan, günahlardan temizle!
Bize dünyada can bahşettiğin gibi, ahirette ebedî hayata mazhar kıl! Bize dünyada mutluluğu kolaylaştırdığın gibi, ahirette Cenneti müyesser kıl! Bize dünyada imanı lütfettiğin gibi, ahirette Cemal-ı bîmisâlini lütfeyle! Âmin!
Dipnotlar:
1- Riyâzü’s-Sâlihîn, 225
2- Riyâzü’s-Sâlihîn, 126
25.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
İman gücünün tezahürü |
|
Enaniyet, egoizm, yani benlikten beslenen bir takım düşüncelerin iddia ettiği gibi insan, içinde bir dev veya sınırsız güç taşımıyor. Yalnızca kendisine istidat (potansiyel yetenek) olarak verilen ve sınırlandırılmayan “akıl, gadap ve şehvet” gibi üç temel yeteneği, duyguyu, fevkalâde yükseltebilir, yönlendirebilir veya dumura da uğratabilir. Kabiliyetlerimizi bir tarla gibi düşünebiliriz. Bu tarladan, kim Allah’ın koymuş olduğu sebeplere, sünnetullah denilen tabiat veya fıtrat kanunlarına uyarsa, mahsulünü alır. İnançlı veya inançsız için bu durum aynıdır. Çünkü, âyette de belirtildiği gibi, “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.”
Son derece aciz ve fakir olan mü’min; iman ile sonsuz rahmet hazinesi ve tükenmez bir kuvvet kaynağına şuurlu olarak ulaşır. Kendi aczinin sınırsız, Kadir-i Mutlakın gücünün sonsuzluğunu bilir. Kabiliyetlerini geliştirmede, yalnızca bir istek, arzu, meyilden başka herhangi bir müdahalesinin olmadığını da bilir. Tıpkı, yemeği kaşıklaması, ekmeği yutması dışında, işleyen muhteşem psiko-biyo-fizyolojik hiçbir faaliyette müdahil olmaması, hatta haberdar olmaması gibi...
İman gücünü çeşitli şekillerde hissederiz, yaşarız veya tezahür ettiririz.
Meselâ inancımız, moral gücümüz, tevekkülümüz ve iman gücümüzle; Rabbimizin emirlerini yerine getirir; yasaklarından kaçınırız. Duygularımızı kontrol ile olumlularını geliştirebilir; olumsuzlarını yönlendirebiliriz. Sağlam bir karakter ve kişiliğe sahip oluruz. Sevgi ve cesaret sahibi oluruz. Gayr-i meşrû yollara sapmayız. Dolayısıyla; hastalıklara kolay kolay yakalanmayız. Yakalandığımızda da, ilâçlara iman gücümüzle (yüksek moralle) yardım ettiğimizden kolayca atlatırız. Veya, hastalıkların sonucu ölüm de olsa, korkarız, fakat dehşete düşüp başımızı-saçımızı yolmayız! Çünkü, ölümün bir paydos, bir mekân değiştirmek, hayatın başka boyutuna, daha doğru bir ifadeyle sonsuz hayat boyutuna geçmek olduğuna inanırız.
25.05.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Halil USLU |
Kızılalan Yaylası |
|
Milletin fıtratında, ecdadımızın afakında hep yaylalar çınlar. Yaylalar kitaplarda, destanlarda ve gönüllerde yer yapmıştır. Maddî ve manevî sahalarda yaylaların vazgeçilmez muhteşem yeri ve sönmez temâşâsı vardır. Akılların, ruhların ve kalplerin rahatladığı ve tefekkür ettiği meskûn yerlerdir yaylalar. Türkiye’de yaylaların çoğu ormanlık alanlardır, başta çam ağaçları olmak üzere çeşitli ağaçlar ve bitkilerle örtülüdür. Şark bölgelerinde ise rakımlar yüksek, fakat ağaçlık az ve hep çayır ve çimendir bizim “Başet” yaylaları gibi.
Alanyalı Yeni Asya Gazetesi ve vakfı müntesibi aziz can dostları, ülkemizde bir çok mahallin yaptığı gibi kendileri de geleneksel olarak her yılın Mayıs aylarında, yeşilliğin can alıcı noktasından denizlerin kenarından torosların bağrına bir nev'î teneffüs kemendi atmaktadırlar. Böyle örnek teşkil eden Torosların “Kızılalan Yaylası”na ailece iştirak edilen mekâna bizleri de konuşmacı olarak davet ettiler. Dâvete icabet ettik. Muhterem Remzi Çetin Beyin kaptanlığında o kıvrım kıvrım yollardan meskûn mevkiye intikal ettik.
Onlar Akdeniz’in dibinde, bizler de Anadolu’nun çorak arazilerinde yaşadığımız için, bu yaylada çok kalmak istedik, fakat yayla programı bir günlüktü. Konuşmamda da ifade ettim. Esas bu yüksek yerlerin öncüleri başta Peygamberlerdir. Sonra evliyalardır. Hıra mağarası, Nur dağı Hz. Peygamberimizin tefekkür ve tefeyyüz karargâhı değil miydi? Başet başı, Çam dağı, Erek tepeleri, Karadağ’ın yamaçları ve emsâli yerler Hz. Bediüzzaman’ın temâşâ ve tefekkür yerleri değil miydi? Şah-ı Geylânî (r.a) böyle, Yunus Emre böyle, Hz. Mevlânâ böyle, gönül sultanlarının çoğu böyle.
Mânâda böyle derken, tıp dünyası da bunun üzerinde ısrarla durmaktadır. Çünkü beton binalar sayesinde, insan, bünyesindeki başta elektrik olmak üzere bir çok duygu ve lâtifeleri dışarıya atamamaktadır. Toprak akımı olmadığından aile içi şiddet ve azap alabildiğine gitmekte ve yazılı ve görsel basında cinayetler ardı ardına olmaktadır. Cezaevleri, tımarhaneler, huzurevleri ve kimsesiz çocuklar yurtlarını bu babda değerlendirmek lâzım. Hepsi beton. Bu itibarla ruh ve kalb sahalarında gıdasız kalmaktadırlar. Bunun için istenilen faydalar zarara dönüşmektedir. Fikir bazı ayrı bir konu. Nerede öyle düşünür yetkili adamlar.
Kızılalan yaylasına gelen can dostlarım erkekler topluluğuna ayrı hitap ettim, hanımlar topluluğuna ayrı hitap ettim. Çünkü ayrı mekânları işgal etmişler. Erkekler topluluğuna “Risâle-i Nur penceresinden aile hayatı ve gençliğin durumu” üzerinde bugünkü Türkiye ve dünya gençliğini ortaya serdik. Çeşitli misâller verdim. Âyetlerle, hadislerle, başta Bediüzzaman Hazretleri olmak üzere bütün gönül sultanlarından çıkış yolları üzerinde durduk. İslâm dünyasından, Batı dünyasından bununla ilgili müşahhas örnekleri takdim ettik.
Hanımlar topluluğuna ise özetle: Aile içindeki “merhamet ve muhabbet” hususları üzerinde sosyal hayata bakan temel prensipler üzerinde durduk. İrşad metodunun Peygamberimizin metodu olduğunu ve akla, kalbe ve ruha hitap olduğunu anlattık. Ayrıca kendilerinin suallerini dar zaman diliminde cevaplandırmaya çalıştık. Hanımlar, erkeklerin rağmına beni alkışladılar, fakat ben istememiştim. Yaylalarda alkış olur mu?
Bir hususun altını çizerek makalemi noktalamak istiyorum. Bu yayla programının güzel tarafı, yemekler özel bir fabrikadan gelmişti, şükür her şey vardı. Fakat en güzel tarafı, orayı terk ederken geriye dönüp baktım, bir küçük küllük bırakılmamıştı. İlk haliyle son hali aynı idi. Yangın yok, çöp yok, slogan yok, kavga yok. Sevgi var, kardeşlik var. Ne güzel örnek Kızılalan yayla pikniği.
Bu yayla pikniğinde Alanyalıların dışında Antalya’dan ve ilçelerinden iştirak eden can dostları da vardı. Her yıl geçtikçe daha intizamlı ve daha iştirakli olmaktadır. Benim feryadım şudur: Bu günlerin biraz daha geniş tutulmasıdır, çünkü bir rüya gibi gelip geçti. Başta muhterem Remzi Ağabeyimizi, Kerim ve Selahaddin Beyleri ve bütün Alanyalıları gönülden tebrik ediyor ve şükranlar sunuyorum.
25.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
İstikrarı bozan unsurlar |
|
Demokrasi tarihimizin en istikrarlı dönemlerinden biri 1950–60 yılları olduğu gibi, bir diğeri de 1965–71 dönemidir.
Bu zaman zarfında iki kez genel seçimler yapıldı: 1965 ve 1969.
Daha evvelki dönemde (1961) ihtilâlcilerin destek ve teşvikiyle siyaset meydanına atılan ve öncelikli stratejileri Demokratların (AP) önünü kesmek olan Millet Partisi ile Yeni Türkiye Partisi, 1965 seçimlerinde bir adım olsun ileri gidemedikleri gibi, gerilediler ve adeta hezimete uğradılar.
Demokrat oylar bölünemeyince de, AP yüzde elliden fazla seçmen oyunu alarak tek başına iktidara geldi.
Aynı durumun 1969 seçimlerinde de önemli ölçüde sağlandığını görmekteyiz. Adalet Partisi, yine yüzde elliye yakın oy desteği alarak tek başına iktidar oldu.
Ne var ki, 1969 seçimlerinden sonra, siyasî istikrar adım adım bozulmaya yüz tuttu.
1969'da AP'den ihraç edilen Necmettin Erbakan, Konya'dan bağımsız aday oldu. Seçilip Meclis'e girdikten bir süre sonra da, yeni kurulan Millî Nizam Partisinin genel başkanlığına getirildi.
Oysa, o seçim döneminde kendisini Konya'da ziyaret eden İzmir temsilcimiz Hasan Şen ve Fethullah Gülen'in de dahil olduğu bir heyete yaptığı açıklamada, sadece bağımsız olarak seçilmek istediğini ve asla AP'yi bölmek gibi, yani yeni bir parti kurmak gibi bir maksatlarının olmadığını söylemişti.
Ne var ki, gelişmelerin seyri, Erbakan'ın bambaşka bir duygu ve düşünce içinde siyasete atıldığını gösterdi. Aktif olarak katıldığı hemen bütün seçimlerde, en büyük zararı oylarını dağıtıp bünyesini parçaladığı Demokrat kitleye verdi.
Seçim sonuçları
1965–71 yılları, Türkiye'nin madden ve mânen en müreffeh olduğu bir dönemdir. Dinî tedrisat yapan yüzlerce eğitim kurumunun açılması yanı sıra, iktisadî kalkınmada da, Türkiye zirvelerde dolaşıyordu. Meselâ, enflasyon yüzde 5, kalkınma hızı ise yüzde 8'ler civarında seyrediyordu.
Şimdi, sırasıyla 1965 ve 1969'da yayılan genel seçimlerin neticelerine bakalım.
1965'te seçime katılan partiler şunlardı: Cumhuriyet Halk, Adalet, Millet, Cumhuriyetçi Köylü Millet, Yeni Türkiye ve Türkiye İşçi Partisi.
Sandıktan çıkan oyların yüzdelik oranıyla partilerin kazanmış olduğu milletvekili sayısı ise şöyle gerçekleşti:
AP : Yüzde 52,8 oyla 240 mv.
CHP : " 28,7 " 134 "
MP : " 6,2 " 31 "
YTP : " 3,7 " 19 "
TİP : " 2,9 " 14 "
CKMP: " 2,2 " 11 "
Gelelim 1969 seçimlerine...
Bir önceki tabloda bazı değişiklikler oldu. Erbakan'ın başını çektiği bağımsızların etkili olduğu, TİP ve YTP'nin silinme noktasına indiği, MHP'den Türkeş'in tek başına seçilebildiği, Alevilerin ise Birlik Partisi ile katılmış olduğu 1969 yılı seçim sonuçları şu şekilde tahakkuk etti:
AP : Yüzde 46,5 oyla 256 mv.
CHP: " 27,3 " 143 "
GP : " 6,5 " 15 "
BAĞ: " 5,6 " 13 "
MP : " 3,2 " 6 "
MHP: " 3,0 " 1 "
BP : " 2,8 " 8 "
TİP : " 2,6 " 2 "
YTP : " 2,1 " 6 "
Görüldüğü gibi, ufak tefek bölünme, parçalanmaya rağmen, ana gövdeyi zaafa uğratacak bir durum söz konusu değil.
Erbakan, Bozbeyli ve muhtıra
Konya bağımsız milletvekili Necmet tin Erbakan, 1970'de kurulan Millî Nizam Partisinin başına geçti.
Uzun yıllar Meclis Başkanlığı yapan Ferruh Bozbeyli ise, yine aynı sene içinde AP'den koparabildiği 46 milletvekili ile Demokratik Partiyi kurarak Meclis'te ayrı bir grup teşekkül ettirdi. Celal Bayar'ın destek verdiği Bozbeyli'nin partisinde Saadettin Bilgiç, Adnan Menderes'in oğulları Yüksel, Mutlu ve Aydın Menderes ile Bayar'ın kızı Nilüfer Gürsoy da yer aldı.
Siyasî istikrarı bozmaya yönelik olarak ortaya çıkan bu iki önemli faktöre ilâveten, 1971 yılı 12 Martı'nda da bir askerî cunta tarafından sert bir muhtıra geldi.
Doğrudan doğruya iktidardaki AP'yi hedef alan bu muhtırada, hükümetin istifa etmemesi halinde, askerî darbenin yapılacağı açıkça ifade ediliyordu.
Parlamento kapısının açık tutulmasını tercih eden AP hükümeti istifa etti ve Türkiye koalisyonlu ara rejimlerin anaforu içerisine girdi.
Başbakan ve kabine üyelerinin sık sık değişmek zorunda kaldığı bu ara rejim, 1973 seçimlerine kadar devam edip gitti.
Bu arada, 1971'deki muhtıra ve ardından gelen sıkıyönetim sebebiyle yurt dışına gitmiş olan MNP lideri N. Erbakan, yeniden Türkiye'ye geldi ve aynı tarz siyaseti bu kez Millî Selamet Partisi lideri olarak devam ettirdi.
CHP'nin bütünlük halinde, karşısındaki hürriyetçi demokrat kitlenin ise paramparça bir vaziyette katılmış olduğu 1973 yılı seçimleri aynen şu şekilde neticelendi:
CHP: Yüzde 33,2 oyla 185 mv.
AP : " 29,8 " 149 "
DP : " 11,8 " 45 "
MSP: " 11,8 " 48 "
CGP: " 5,2 " 13 "
MHP: " 3,3 " 3 "
(Devamı var)
25.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Şükran ve minnet |
|
Feza İletişim Koleji’nin bir devamı niteliğinde olan Burç İletişim Koleji’nin vermiş olduğu gazetecilik başarı ödülleri dün Ataköy Yunus Emre Kültür Merkezi’nde sahiplerini buldu. Bu yıl dördüncüsü yapılan ödül töreninde bendenizi de dış politika dalında yılın yazarı olarak ödüle lâyık görmüşler; tensip etmişler. Bunu ödülden ziyade, hatırlanmak olarak değerlendiriyorum. Ödülün mahiyeti tartışılabilir, ama hatırlanma tartışılmaz. Ödül sahiplerini seçme ve belirleme öğrenci ve veliler arasında ortaklaşa yapılan anketler sonucunda gerçekleştirilmiş. Bu takdire şayan bir belirleme yöntemi. Zira, genelle ödül veya ödüllülerin seçimi ivazsız ve garazsız olmuyor. Bundan dolayı da ödüllerde genellikle şike aranıyor. Bu en üst ödül olan Nobel’e kadar böyle gidiyor. Seçimlerde muayyen kriterler gözetiliyor. Bunun sonucu ödüller üzerine şaibe lekesi düşüyor. Ama doğrudan halkın kriterleriyle ödül sahiplerinin belirlenmesi bu anlamda söylentileri izale edecek bir yöntem. Burç İletişim Koleji’nde eğitim gören genç meslektaşlarımın ve velilerinden oluşan jürinin beni de takdirlerinin ve kadirşinaslıklarının arasına kattıklarını görmekten dolayı bahtiyarım. Minnettarlık ve şükran hisleriyle yüklüyüm. Ve sözkonusu ödülü takdirin de ötesinde teşvik olarak da görüyorum.
Elbette mesleğimiz ışık hızı ile yeni imkânlara kavuşurken, mesleğin içi de boşalıyor. Önemli olan her mesleğin insanlığın yükselişine ve saadetine katkı sağlaması, hizmet etmesi ve basamak olmasıdır. Bu anlamda, bütün meslek kolları birer köprüdür ve vasıtadır. Gazetecilik de öyledir. Sanat sanat için değildir. Aksi takdirde, sanatın bir mesajı olamaz. Ama mesaj ile üslup da bir bütündür. Zarf mazruf ilişkisi. Mesaj görünmezdir sanat ise onun yüzüdür. Bu anlamda sanat bir üsluptur. Mesajla veya özüyle bütünleşmezse, kendisi için olur ve absürd derekesine veya menzilesine düşer. Bugün maalesef gazetecilik de böyle bir tehlikenin girdabındadır.
***
Geçenlerde, popüler tarihçilerimizden Murat Bardakçı, tarihimize artan ilginin magazinel bir ilgi olduğunu, daha doğrusu tarihçiliğin magazinleştiğini söyledi. Tarihçiliğimizin popülizm eğilimi ile ilişkisine ilişkin bir soruya verdiği cevapta bunu, popülizmden öte bir magazinleşme süreci olarak tarif etti. Haksız da değil. Aslında magazinleşme, popülizm kriterinin yansımalarından veya sonuçlarından birisidir. Gerçeğin yerini beğendirme ve eğlendirme aldığında, süreç magazinleşmeye dönüşür. Basında da böyledir. Meseleler hep hafif tarafından; moda tabirle, light boyutuyla ele alınıyor. Bu ise, mesleğin derinliğini alıyor ve onu bayağılaştırıyor. Magazinleştirme mesleğimizi sığlaştırıyor. Bugün gazeteciliğin ulaştığı elektronik imkânlar baş döndürücü ve hiçbir dönemle kıyas kabul etmez. Ama bu imkânlarla birlikte kendimizi fildişi kulelere hapsettik. İnsanlardan koptuk ve mürekkep ve kâğıt kokusunu unuttuk. Mesleğimiz bir taraftan sığlaşırken, diğer taraftan da sanallaşıyor. Önemli olan mânâyı yaşatmak ve bunu gelecek nesillere aktarabilmektir. Bugün bilgiye ve habere ulaşmak bir düğmeye tıklatmak kadar yakın. Bilgi ucuzladı, ama kalitesini de kaybetti. Kesafet ve yoğunluk arttıkça hazmetme kapasitesi azalıyor ve derinlik kayboluyor. Buna da bir zamanların ifadesiyle ‘enformatik cehalet’ diyorlar. Bilgiye ulaşma arttıkça kalite azalıyor. Maalesef bunlar ters orantılı. Bununla birlikte, gazetecilik tarihin doğrudan ve ilk tanığıdır. Cemil Meriç gibi kimi üstadlar gazeteciyi pek yazar addetmeseler ve hor ve tabir caizse ikinci sınıf görseler de çağımızın tarihçiliği ve yazarlığı gazeteciliğe bağlıdır. Ondan geçmektedir. Gazetecilik hız çağının bir ürünü olduğu için günlük ve gündelik ve kısa metrajlıdır. Yazarlar o kopuk günlük şeritleri birbirine ilave ederek kalıcılığı yakalar veya sağlarlar.
***
Bendenizle birlikte Yavuz Bahadıroğlu, Mustafa Armağan ve Ahmet Taşgetiren gibi bazı meslektaşlar da ödüle lâyık görülenler arasındaydı. Elbette onların yanında birçok güzide arkadaşımız daha vardı. Hepsinin ismini sayamayacağım. Kısa ödül töreni konuşmamda mesleğin sırrını söyledim. Kesintisiz ve sürekli öğrenme ve olayları birbirine bağlama. Bu anlamda tören sırasında yeni bir bilgi daha öğrendim. Özal, SSCB’nin dağılması sürecinde ‘Adriyatik Denizi kıyısından çıkan birisi Çin Seddine kadar başka bir dile ihtiyaç duymadan Türkçe anlaşarak gidebilir’ demişti. Anonim veya la edri mesabesindeki bu sözü onun zannetmiştik. Daha sonra bu söze Halil Halit Bey’in Arap ve Türk adlı kaynakta rastladım. O kitapta bu ifade bazı Alman oryantalistlere atfediliyordu. Ödül töreninin eş takdimcilerinden Moral FM’den dostumuz Sırrı Er, bu bilgide bir kayıp halkayı daha ortaya çıkardı. Meğerse bu söz, oryantalist Vambery’nin sözüymüş. Vambery, bunu başka müsteşriklerden nakletmiş de olabilir. Ama bu yine de bir katkı ve ilave bir bilgiydi, ben de tenevvür etmiş oldum. İnsanın kendisinden bahsetmesi hoş değil, ama bu münasebetle tarihe düşülen bir kayıt olarak şunu söylemeliyim:
Hayatım boyunca lihikmetin hep engelli bir koşucusu oldum, ama sonuçta kaderimin bana refik olduğunu gördüm. Hamd olsun yüzeye çıkma ve orada kalma merakım ve kompleksim hiç olmadı. Bununla birlikte, kastım harici ödüllendirilmemi tahdis-i nimet kabilinden sayarım.
25.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Tünele girmeyelim! |
|
Ankara, Ulus’ta patlayan terör bombalarının; Türkiye’yi ‘korku tüneli’ne sürüklemek maksadıyla patlatıldığı şeklindeki tesbitler kabul görmeye başladı. Bombalar Ankara’da patladı, ama asıl hedef başkent değil, bütün Türkiye idi.
Türkiye’nin son yılları terörle mücadele ile geçti. İsmi ve maksadı ne olursa olsun, onlarca terör hadisesi ve ‘örgütü’ ile mücadele edildi. Zaman zaman terör sindi, ‘mağlup’ oldu, ama sonra yeniden hortladı. Çünkü terör, bir ülkenin tek başıyla başa çıkabileceği bir hadise olmaktan çıkmış görünüyor. Dünyanın en büyük ve güçlü ülkeleri bile zaman zaman ‘terör’e muhatap ve belki de mağlup olmuyor mu?
Aslında başka pek çok problemde olduğu gibi ‘terör’de de kalıcı çare, insanlara “Allah sevgisi ve korkusu”nu verebilmektedir. Yaptığı her işin, attığı her adımın ‘hesabı’nı vereceğini bilen ve buna samimi olarak inanan kişi ya da kişiler ‘terör’e âlet olabilir mi?
İçeriden gelen teröre karşı bu şekilde mücadele edebilen bir ülke, terör belâsına karşı bununla da yetinmeyip dünya ile ortak hareket edebilmelidir. Nihayetinde terör, bütün dünya ülkelerinin başını ağrıtan bir durum. Başta ‘komşu’ ülkeler olmak üzere bütün dünya ülkeleri ile samimi bir işbirliği şart. Hiç bir ülke, “Benim teröristim iyidir” dememeli ve masum insanları hedef alan terör eylemleri mutlaka önlenmelidir.
Terörle mücadele konusunda komşularımızdan yana dertlerimiz de var. Geçmiş yıllara bakıldığında, terörün kaynağı olarak hep komşu ülkelerimiz gösterildi. Vakıa da böyleydi. Çünkü ‘komşu ülkeler’imizde terör örgütlerinin ‘kampları’nın varlığı inkâr edilmiyordu. Komşularımızda barınan terör örgütleri ‘sınır’ları aşarak ‘eylem’ler yapıyordu. Nihayetinde bu ‘sızma’lara engel olmak için ‘sınır ötesi operasyonlar’ yapıldı. Neredeyse ‘rutin’ hale gelen sınır ötesi operasyonlar kısmen netice vermişti ki, yaşanan gelişmeler dünyanın ‘süper gücü’ Amerika’yı bir anlamda ‘yeni komşu’muz haline getirdi.
Tabiî ki ‘sınır ötesi operasyon’un tek başına terörü sona erdireceğini düşünmek de gerçeğe uymuyor. Terörün sona ermesi en başta ‘içeride’ gerekli çalışmaları yapmak ve bunu yaparken de ‘hak, hukuk, insan hakları’ çizgisini aşmamaya bağlıdır. Bazıları ‘hak, hukuk, insan hakları’ gibi temel değerlerin; ‘terörü azdırdığı’nı bile düşünmektedir ki, Türkiye için asıl tehdit ve tehlike de bu düşüncedir. Çünkü hak, hukuk, adalet gibi kavramlar hiç bir zaman terörü azdırmaz, aksine söndürür. Azdırıyor olsaydı, terör olayları en fazla hür ve demokrat ülkelerde olurdu. Böyle olmadığına göre, terörün azmasında hürriyet ve insan hakları hiç bir şekilde suçlu görülemez.
Komşularımızla ‘kavga’ ederek değil, ‘dostluk köprüleri’ kurmak sûretiyle terörü önleyebiliriz. Terörün hedefi, Türkiye’yi ‘korku tüneli’ne sokmak ise; bize düşen bu oyunu bozmak olmalı. Tekrarlanan ‘terör filmleri’ni izlemekten bıktığımıza göre, hiç değilse son tuzağa düşmeyelim!
25.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Sorular |
|
Ankara’nın kalbi Ulus’u Anafartalar Çarşısının önünden vuran kalleş bomba, aynı zamanda bütün Türkiye’yi de derinden sarstı.
Zihinlerde ister istemez “Benzerlerini daha evvel defalarca gördüğümüz bayat film yeniden mi vizyona sokuluyor?” sualini uyandıran bu menfur olay ve gerçekleştiği andan itibaren yaşananlar başka soruları da gündeme getirdi.
Bazılarını buraya kaydetmek istiyoruz:
İntihar bombacısı olarak eylemi gerçekleştirdiği belirtilen şahsın kimliğinin, olay yerinde bulunan iki kopuk parmağından hareketle yarım gün içinde bilumum sabıka kayıtlarıyla birlikte tesbitiyle gösterilen başarı neyi ifade ediyor?
Başbakanın “Başka birçok benzer olay, istihbaratının iyi takip edilmesi neticesinde engellendi ve bunlar kamuoyuna duyurulmadı” açıklaması nasıl değerlendirilmeli? Birçok olay bu yolla önlenirken, her yerden sıkı korunması gereken başkentte bu hadise nasıl gerçekleşti?
Olayı duyar duymaz komutanlarla birlikte patlama mahalline giden Genelkurmay Başkanı, oluşan tedirginliği arttırıcı nitelikteki “Benzer saldırılar önümüzdeki günlerde büyük şehirlerde tekrarlanabilir” açıklamasının ve saldırıdaki asıl hedefin komutanlar olduğu yönündeki sorulara verdiği “Teröristler bana birşey söylemedi” cevabının ötesinde, halka sükûnet ve kararlılık telkin eden mesajlar vermeyi düşünüyor mu?
27 Nisan e-muhtırasının bir benzeri, terör tehdidiyle hukuk ve demokrasi içerisinde mücadele kararlılığının vurgulandığı bir geceyarısı veya gündüz bildirisiyle kamuoyuna deklare edilecek mi?
Samsun’daki “Asker konuştu, imam bayıldı” pankartıyla, “sivil ve demokrat” maskesini indirip gerçek yüzünü gösteren zihniyetin “irtica”ya karşı milyonları sokağa dökerek gerçekleştirdiği mitingler, terörü lânetlemek ve terörün ardındaki mihraklara meydan okumak gibi bir amaçla, milyonlara milyonları katarak devam ettirilecek mi? Organizatörlerin böyle bir derdi, tasası, niyeti, düşüncesi ve hassasiyeti var mı?
Kutlu Doğum Haftası etkinlikleriyle tehlikeye düştüğü iddia edilen cumhuriyetin, asıl büyük tehdidi oluşturan terör belâsına karşı çok daha kararlı bir şekilde savunulması gerekmiyor mu?
Türkiye böyle bir terör tehdidi karşısında bile rejim, laiklik, irtica tartışmalarıyla kan kaybetmeye ve zaafa düşürülmeye devam edecek mi?
Elebaşısının sekiz yıldır zindanda “kontrol altında” tutulduğu, terör olaylarının senelerdir büyük ölçüde sona ermiş gibi göründüğü bir ortamda, tam da seçim arefesinde terör saldırılarının tedricî bir şekilde tırmandırılmasının ve akabinde başkentin böyle bir intihar saldırısıyla sarsılmasının ardında ne gibi hesaplar yatıyor?
İnisiyatifi Meclisin ve hükümetin elinden alıp siyaset dışı aktörlere aktaran 27 Nisan sürecinin, zaten ciddî ölçüde yıpranmış olan demokratik dengeleri iyice bozduğu bir noktada, bir de terör silâhı devreye sokularak Türkiye nerelere götürülmek isteniyor? Ulus bombasından sonra hükümet ve Meclisten “Kuzey Irak operasyonuna tamam” sinyallerinin gelmesi, o konuda da “teslim bayrağı”nın çekildiğine mi işaret?
Böyle bir operasyon Türkiye’ye ne getirir, ne götürür? Seçimi nasıl etkiler? AB süreci ne olur? Dünya ne der? Allah sonumuzu hayretsin...
25.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|