BEDİÜZZAMAN ASRI
––Dünden devam––
Bu arada Yeni Asya gazetesi yayın hayatına başlıyor. Ve asıl hizmet aşkımı Yeni Asya ile buluyorum. Yeni Asya, dâvâma hizmet için bana büyük bir heyecan vermişti. Cebimdeki öğrenci harçlığıyla her gün dört-beş gazete alıp esnafa ve öğrencilere hediye ederdim. O zamanlar bir çay 25 kuruştu. Bir gazete fiyatı da 25 kuruştu. Kendi kendime diyordum, farz et dört-beş arkadaşına çay ısmarladın veya sanki bir paket sigara içtin. Hatta bu konuda Yeni Asya’da bir yazım çıkmıştı. Süleyman Yiğitler müsteâr ismi ile Yeni Asya’ya yazı gönderiyordum.
O zamanlar Viranşehir, devrimci sol örgütlerin kurtarılmış bölgesi haline gelmişti. Terör örgütlerinin ağına düşmemeleri için gençleri aydınlatmaya çalışıyorduk. Tabiî bu arada çok da tehdit alıyorduk. Teröristler bizleri yıldıramayacaklarını anlayınca bu sefer diyalog kurduğumuz gençleri tehdit ediyorlardı.
Hiç unutmam bir gün dershane-i nuriyeye gidiyordum. Sokak kapısından içeriye adımımı atacağım esnada aniden 15 yaşlarındaki bir çocuğun kafama bir taş fırlatıp kaçtığını gördüm. Durumu ağabeylere anlatınca bana teselli verdiler. “Meyveli ağaç taşlanır” dediler. Düşündüm de sanki İslâm’ın ilk devirlerini yaşıyor gibiydik. Peygamber Efendimiz (asm) Tâif sokaklarında az mı taşlanmıştı?
Ben Risâle-i Nurları okuyup hayatıma yansıttıkça akraba ve komşularımızın büyük takdirlerini kazanıyordum. Sık sık anneme bu takdirlerini iletiyorlardı. Annem benimle iftihar ederken ben de Nur camiasının bir ferdi olmakla iftihar ediyordum.
Annemin teklifiyle ayda bir bizim evde de Nur dersleri yapılmaya başlandı. Asaletli bir kadın olan annem derslere gelenlere mutlaka bir şeyler yedirmeye çalışırdı. “Bu evliya gibi insanlara hizmet etmeyeceğim de kime edeceğim” derdi. Bizim cemaat de onu kırmak istemezdi.
İhtilâl yılları ve Risâle-i Nur’un kerâmetleri
12 Eylül 1980 askerî darbesinin yaklaşık dört-beş ay öncesiydi. Bütün ülkede olduğu gibi ilçemizde de terör örgütleri can almaya devam ediyordu. Tuhafımıza giden bir durum ise güvenlik güçlerinin çok pasif kalmasıydı. Halk arasında güvenlik güçleri göz yumuyormuş gibi bir his oluşmuştu.
Bu durumu Süleyman Yiğiter imzasıyla zamanın başbakanı Sn. Süleyman Demirel’e bir mektupla bildirdim. Ayrıca mektubum Yeni Asya’da “Urfalı Süleyman’dan Ispartalı Süleyman’a mektup var” başlığıyla yayınlandı. Sayın Demirel’den 10 gün içinde bana özel cevap geldi. Bana teşekkür ediyor ve en kısa zamanda tedbir alınması için ilgili birimlere talimat verildiğini belirtiyordu.
O heyecan dolu hizmet dönemimde bizzat şahit olduğum ve Risâle-i Nur’un kerâmeti olarak kabul ettiğim bazı şok hadiselerden bahsetmek istiyorum.
Halkın can güvenliğinin tehlikede olduğu o meşhur 12 Eylül darbesinin kısa bir zaman öncesiydi. Gençliğin de vermiş olduğu heyecanla kendime bir silâh edinmeyi düşünmüştüm. Bu fikrimi bir ağabeyin işyerine giderek kendisine açtım. O ağabey, bu düşüncemin çok yanlış olduğunu, Üstad’dan örnekler vererek anlatmaya çalıştı. Dahilde silâh kullanamayacağımızı, aksi takdirde teröristten farkımızın olmayacağını söyledi. “Hem ülkenin her yerinde Nur talebeleri asayişin muhafızı olmuşlardır. Çünkü Üstad ‘Elimizde topuz yok, Nur var’ demiş. Bunun için can güvenliğinin korunması konusunu önce Allah’a, sonra Emniyet güçlerine bırak” deyince, ben iknâ oldum.
Aynı akşam bir ağabeyin evine derse gitmiştik. O zamanlar güneş battıktan sonra sokağa çıkmak her yiğidin harcı değildi. Polisler birbirlerine “Gece sokaklarda Nurcularla kedilerden başka kimse olmaz” derlerdi. Dersten sonra önce biz üç kişi eve gitmek için ayağa kalktık. Benimle beraber M.Z. adında Eğitim Enstitüsü öğrencisi bir arkadaş ve ara sıra ders dinlemeye gelen M.A. adında 60 yaşlarındaki amca dediğimiz bir zât.
Biz karanlık ve dar sokağa henüz yeni çıkmıştık, sokağın başında “Kıpırdamayın, siz kimsiniz?” sesleriyle birden irkildik. Ben önce güvenlik güçleri olduğunu zannettim. Meğer teröristlermiş. Kimlik kontrolü yapacaklar. Bu arada bizimle birlikte olan amca dediğimiz zat M.A., dersin yapıldığı eve doğru geriye dönüp kaçınca olan oldu. Teröristler karanlık ve dar sokakta üzerimize otomatik silâhlarla ateş etmeye başladı. Sağımızdan solumuzdan mermiler vızıldıyordu. Allah’a şükür hiçbirisi bize isabet etmedi. Yalnız bizi bırakıp kaçan amcanın ayağını mermi biraz sıyırmıştı. Gidip durumu ağabeylere anlatınca, hepsi yanımıza geldiklerinde—bu arada ateş edenler kaçmışlardı—hepimiz buna Risâle-i Nur’un bir kerâmeti olarak kanaat getirdik.
***
Yine bir gün memuriyetimin ilk yıllarıydı. Bize yeni gelen müdür, alkol müptelâsıydı. Ayrıca inançlı insanlara karşı alerjisi vardı. Bunun için benim varlığım onu rahatsız ediyordu. Bir gün Ramazan ayında görev icabı kurumun arabasıyla, birlikte il merkezine gitmiştik. Dönüşte ben ve şoför iftarımızı yolda açtık, kendisi oruçlu değildi. Buna rağmen yol üzerinde bulunan içkili bir dinlenme tesisinde şoföre durmasını söyledi. Biz her ne kadar “Varacağımız yer az kaldı” dediysek de kabul ettiremedik. Onun maksadı içki içmekti.
Ben arabadan inmedim. “Beş dakika” dedi, bir saat oldu. Sonra geldiğinde zil zurna sarhoş olmuş. Arabada bana ileri geri konuşmaya başladı. Hepsine “Yâ Sabır” dedim. Fakat Bediüzzaman Hazretlerine hakaret etmeye başladı. Sarhoş adama ben ne cevap verebilirim? Kendisine “Bu büyük âlime hakaret etmeye hakkınız yok” dedimse de fayda etmedi. “Sizi Allah’a havale ediyorum” dedim.
Bu hadiseden birkaç gün sonra bir gece, birlikte içki içtikleri arkadaşları, sarhoş edip kendisini don atletle kapılarının önüne bırakıyorlar. Karısı sabah komşularının haber vermesiyle farkına varıyor. Artık ilçede kimseye bakacak yüzü kalmayınca tayinini oradan aldırıyor. Rezillik bununla kalmıyor. Aradan uzun bir zaman geçmişti. Bir gün Ankara’ya yolum düşmüştü. Tevafuken onun bir personeliyle karşılaştım. Onu sordum. Bir yolsuzluk sebebiyle görevden atılmış ve şimdi bir kahvehanede garsonluk yapıyormuş. Bunun değerlendirmesini okuyuculara bırakıyorum.
***
Yine Risâle-i Nur ile ilgili beni şok eden bir hadise de Manisa/Turgutlu’da yaşandı. Akşam namazına yakındı. Hanım mutfakta yemek hazırlamakla meşguldü. Ben bu arada salonda risâle okuyordum. Orta 1’de okuyan en küçük kızım, okuldan gelir gelmez televizyonu açtı ve çizgi film seyretmeye başladı. Ben kendisine iki kere kapat dedim, risâle okuyorum. Beni duymazlıktan geldi. Üçüncü kez biraz sertçe kapat dedim. Yine kapatmayınca aniden televizyon tak etti, kendiliğinden kapandı. Birden ne olduğunu anlamayan kızım korktu ve mutfağa annesinin yanına koştu.
Televizyona ne mi oldu? Onu biz de bir türlü anlayamadık. Tamirciye götürdüm. Tamirci uzun bir uğraştan sonra pes etti. Açıkça “Ben bunu yapamıyorum” dedi. İkinci bir tamirciye götürdüm. Bir hafta uğraştıktan sonra ancak yapabildi.
İşte bu hadiseler ve yazmayı uygun bulmadığım şahsımla ilgili bir çok hadiseler gösteriyor ki Üstadımızın çok yerde söylediği gibi inayet altındayız. Bütün bunlar Risâle-i Nur’un ortak şahs-ı mânevîsinin, sadakat ve ihlâsının bir sonucudur.
‘Bediüzzaman Asrı’
23 Mart günü sabah namazından sonra Üstadımızın Tarihçe-i Hayatını okuyordum. Birden gözyaşlarımı tutamadım. 1979 yıllarındaydı zannedersem, Yeni Asya’da o zamanlar “Aydınlar konuşuyor” yazı dizisi yayınlanıyordu. Ben de kendim, mahallimdeki aydınlarla bir röportaj yapıp gazeteye göndermek istemiştim. Bediüzzaman ile ilgili görüşlerini almak için ilçemizin vaizini iknâ edinceye kadar neler çektim. Bugün ise bilim adamları, akademisyenler kongrelerde Bediüzzaman’ı anlatıyorlar. Bütün dünya onu konuşuyor.
İnsanların ebedî hayatlarının selâmeti ve dünya barışı adına 80 yıllık ömrünü bu uğurda her cefa ve eziyete katlanarak geçiren bu zat için “Bediüzzaman Haftası” bence yetmez. Hatta bir ay veya yıl da yetmez. Bu asrın, Bediüzzaman asrı olarak ilân edilmesi gerekir. Ona gönül vermiş bir insan olarak 47. vefat yıldönümünde onu ve ahirete göç eden aziz ve sıddîk talebelerini rahmetle anıyor, hayatta olanlara da sıhhat ve âfiyet diliyorum.
—SON—
|