|
|
M. Ali KAYA |
İçtimâî hayat prensipleri |
|
“Hayat-ı içtimâiye”nin günümüz dilindeki karşılığı “sosyal hayat”tır. Sosyal hayat, toplumsal hayat demektir. Bediüzzaman’a göre “İnsanın fıtratı medenîdir. Hayat-ı içtimâiye ile hayat-ı şahsiyesi devam edebilir.”1 Yani insan sosyal bir varlıktır; toplum içinde hayatını devam ettirebilir.
“Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şer’iyedir.”2 Toplumda yaşayan Müslümanların saadetlerinin anahtarı aralarında yaptıkları istişare ve bunun sağladığı dayanışma ve yardımlaşma iledir. “Mü’minlerin dünyevî işleri aralarında meşveret iledir”3 âyeti şurayı esas olarak emrediyor. Asya kıt'asının geri kalmasının sebebi o şûrâyı yapmamasıdır.
Sosyal hayat, şahısların inisiyatifleri ile değil, genel prensipler üzerine binâ edilirse sağlam ve faydalı olur. Bediüzzaman sosyal hayatı tanzim eden prensiplerden bir kısmını “Bir kısım desâtir-i içtimâiye”4 başlığı altında sıralamıştır. Bunlar:
1. “Müsavatsız adalet, adalet değildir.” Eşitlik olmadan adalet olmaz. İnsanlar hukuk karşısında eşit olmalıdır ki âdil hüküm verilsin. İmtiyaz, adaletin düşmanıdır. Bunun için ırkçı, âdil davranamaz. Sosyal hayatta insanların birbirine üstünlüğü ancak fazilet ve takva ölçüsüne göre olmalıdır. Fazilet ve takva ise tevazuu gerektirir. En faziletli ve en müttakî, en mütevazî olanıdır. Tevazu müsavat, müsavat ise adalet ile sonuçlanır.
2. “Temasül tezadın sebebidir.” Birbirinin misli olanlar zıtlığa sebep olurlar. Aynı seviyedeki insanlar birlik sağlayamaz ve beraber hareket edemezler. Bir memlekette iki padişah, bir müessesede iki müdür ve bir köyde iki muhtar bulunmaz. Bunun için aralarında statü farklılığı oluşturulmuştur. Biri müdür, diğeri yardımcı, öteki hizmetli gibi farklı iş bölümleri oluşturulmuştur ki işler düzenli olarak yürüsün. Aynı seviye ve statüdeki insanlar arasında zıtlık oluşur ve ihtilâf başlar.
3. “Tenâsüb tesanüdün esasıdır.” Birbirine uyumlu olanlar iyi bir dayanışma sergilerler ve aralarında kuvvetli bir birlik oluştururlar. Denklik beraberliğin devamı için şarttır. Bundan dolayı evlilikte denklik aranır. Tenasüp karşılıklı ihtiyaçların giderilmesi ve yapılan bir işe en uygun olanının seçilmesi ile tesanüde dönüşür.
4. “Sığar-ı nefs tekebbürün menbaıdır.” Tekebbür, büyük olmadığı halde büyük görünmek demektir. Basit ve küçük insanlar büyük ve değerli görünebilmek için büyüklenme ihtiyacı hissederler. Büyüklenmek, yani kibirlenmek küçüklükten kaynaklanır. Bediüzzaman, bir başka ifadesinde her insanın sosyal hayatta görmek ve görünmek için bir penceresinin olduğundan bahseder. Şayet kişinin boyu o pencereden yüksek ise görünmek için eğilmesi gerekir. Yok, eğer boyu pencereden kısa ise o zaman görünmek için kendisini büyütme ve boynunu uzatma ihtiyacı hissedecektir. İşte büyüklenme budur. Bundan dolayı sosyal hayatta değerli insanlar toplumun seviyesinden yukarıda oldukları için tevazu ile eğilmek ihtiyacı duyarlar. Toplumun seviyesinden küçük olanlar da büyüklenme ihtiyacı duyarlar. Tekebbür bu şekilde ortaya çıkar.
5. “Za’f-ı kalb gururun madenidir.” Gurur, övünmekten ortaya çıkan bir durumdur. Bu da kalbin, yani maneviyâtın zayıflığından kaynaklanır. Kalbin güçlü olması maneviyâtın, yani iman ve ihlâsın gücündendir. İmanı güçlü olan ihlâslı olur. İhlâs, Allah’a olan imanın sonucudur. Bunun için Kur’ân-ı Kerim’de “Tevhid Sûresi” olan ve Allah’ın zâtî sıfatlarından bahseden sûreye “İhlâs Sûresi” denilmiştir. İhlâs ise hiçbir beklenti içinde olmadan sırf Allah emrettiği için emrin gereğini yapmaktır. İhlâslı bir kul, yaptıklarından dolayı övünme ihtiyacı duymaz; çünkü emreden Allah, yaratan Allah’tır. İnsanın iradesi sadece o hayrın yapılması için bir şart-ı âdîdir. Bunun için yapılan iyiliğe ve hayra sahip çıkamaz. Böylesinin imanı güçlü kalbi kuvvetlidir. Bu kimsenin kalbinde gurur değil, tevazu hâkim olur.
6. “Acz muhalefetin menşeidir.” Güçlü olan iktidar olur. İktidar olamayan muhalefette kalır. Siyasette böyle olduğu gibi, toplumda ve sosyal hayatta da muhalefet acizliğin alâmetidir. Acizler yapılan her müsbet iş ve icraata karşı çıkmakla, yani muhalefetle güçlerini gösterme çabasındadırlar. Hayır ve müsbet faaliyet vücudîdir. Bütün şartların tahakkuku ile meydana gelir. Bunun için zordur; kolay değildir. Şer ve tahrip ise bir şartın ademi ile olduğundan kolaydır. Acizler hayra engel olmakla sanki güçlü olduklarını göstermek isterler. Bu da acizliktir. Bunun için acizlik muhalefetin kaynağı olur.
7. “Merak ilmin hocasıdır.” İnsanlardaki merak duygusu, öğrenmenin ve bilginin kaynağıdır. Merak ederiz ve merak ettiğimiz şeyi öğreniriz. Öğrencilerin öğrenmeleri için onların merak duygularını harekete geçirmemiz gerekir. Merak uyandırmak, öğrencileri öğrenmeye motive eder. Bundan dolayı merak ilmin hocasıdır.
8. “İhtiyaç terakkînin üstadıdır.” İnsanları yönlendiren ihtiyaçlardır. Acıkma insanların yemek ihtiyacına, susama su ihtiyacına cevap bulmaya yöneliktir. Korunma ihtiyacı giyinme ve barınmayı, o da terzilik ve dülgerlik mesleğini ortaya çıkarmıştır. İnsanlar medenîleştikçe ihtiyaçlar da artmaktadır. İhtiyaçlarını gidermek için çalışmaya mecburdur ve bu terakkînin üstadıdır.
9. “Sıkıntı sefahatin menbaıdır.” Sıkıntıya düşen insan bu sıkıntıdan kurtulmak için oyun ve eğlenceye yönelir. Eğlence, insanı nefsânî isteklerini gidermeye yönlendirir. Nefsânî ihtiyaçlar ise sınırsızdır. İnsan bu yola girdiği zaman battıkça batar. Bunun için sıkıntı sefahatin kaynağı olmuştur.
10. “Yeisle sû-i zan sıkıntının madenidir.” İnsanı sıkıntıya sürükleyen şey, ümitsizlik ve başkaları hakkındaki yanlış düşünceleridir. Buna “su-i zan” denir. Geleceğinden ümidi olmayan sıkıntıya düşer. Aynı şekilde başkaları hakkında su-i zanna düşen kimse de sıkıntıya maruz kalır. Sıkıntı insanı eğlenceye, o da sefahate sürükler. Böylece sû-i zan ve ümitsizlik sıkıntıya, sıkıntı sefahate hocalık eder.
11. “Dalâlet fikrîdir. Zulümât kalbîdir. İsraf cesedîdir.” Dalâlet, inancın ve fikirlerin bozulmasından kaynaklanır. Zulümât günahlardan dolayı kalbin kararması hadisesidir, bu da imansızlıktan, iman zayıflığından ve maneviyatsızlıktan kaynaklanır. İsraf ise bedenî ve maddî şeylerde olur. Dalâletin tedavisi doğru inançla, kalbin nurlanması ibadetle, israfın çaresi ise iktisat iledir.
Dipnotlar:
1- Hutbe-i Şamiye (1996) s. 64
2- Hutbe-i Şamiye, 65
3- Şûrâ Sûresi, 42:38
4- Sözler (2001) s. 667 (Lemeât); Sünûhat, (1996) s. 74; Hutbe-i Şâmiye, 135-136
27.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Mesajlar |
|
Hızı hayli kesilmiş olsa da, bir kısmı ağır küfür ve hakaretler içeren, aşağılayıcı eleştiriler yönelten mesajlar hâlâ devam ediyor.
Bizim, hiç kimseye en küçük bir hakaret ifadesi taşımayan, tamamen müşahhas vâkıa ve tesbitlere dayanan, fikir ve yapıcı eleştiri ağırlıklı yazılarımıza gösterilen bu ölçüsüz tepkiler, ister istemez, “Bir yerlerden planlanıp kumanda edilen şiddetli bir psikolojik harekât mı yürütülüyor?” sualini gündeme getiriyor.
Bize gelen tepkilerde, geçen hafta yazılara iki gün ara vermemizi yine siyasî tarafgirlik yaklaşımı içinde sevinçle karşılayan, “Oh, nihayet susturduk” iması taşıyan mesajlar da vardı.
Ancak bunların yanı sıra, destek veren mesajlar da almıyor değiliz. Ve işte onlardan biri:
“(Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı adaylığının niye çıkmaza girdiğini tahlile çalıştığımız ‘Niye böyle oldu?’ başlıklı) 11.05.2007 tarihli yazınızı okumadan bir saat önce yazının konusu çerçevesinde bir AKP’li arkadaşla sohbet ettik. Hemen hemen aynı konuları ben de anladığım kadarıyla o kadar veciz olmasa da anlattım. Muhatabım ‘Bunda vebal var, vebaldesiniz’ diyerek sohbeti terk etti. Daha evvelce de 28 Şubat’tan önce iki kişi bana hakkını haram etmiş ve bir kişi de hesabı ahirete bırakmıştı
“Üstadın içtimaî görüşlerini tam isabetle yansıttığına inandığım gazetemin 1990’dan beri okuyucusuyum. Tesbitlerindeki haklılık ve isabet gerçekten takdire şayan. Tirajının azlığı, aynı meşrep mensuplarının da almaktaki gevşekliği bana fazla fütur vermiyor. Ben gazetemi alıp okumaya devam edeceğim.
“Bu durum bulunduğum yerde, herkesin AKP’li olduğu bir ortamda birçok bakımdan lehime değil. Olsun. Üstadı tanımaktan dolayı Rabbime şükürler olsun. Vesile olanlardan Allah razı olsun. Doğruyu ve başa gelecek hadiseleri herkesten önce söylemenin bir karşılığı olacak.
“Bu görüşten niye vazgeçemiyorum? Öbür bazı kardeşler hararetle karşımızda. Niye onlar gibi olamıyorum? Topu ağabeylerin üstüne atarak, en dindarına oy verip niye kenara çekilemiyorum? Çünkü Beyanat ve Tenvirler, Münâzarat, Sünuhat, v.s. gibi kitapları okudukça ve bu gazeteyi de almaya devam ettikçe bu fikirden vazgeçebileceğimi sanmıyorum. Bu bir dert ve ben derdimi seviyorum. Çünkü doğruluğu defaatle ispatlandı. Allah’a emanet olun.”
Aynı paralelde bir başka mesaj da şöyle:
“Yazılarınızı her gün heyecanla takip ediyorum. Çok güzel siyasî tesbitleriniz var. Üstadımızın çizdiği yolun şekil şartlarını tamı tamına ifade ediyorsunuz. Allah dilinize kuvvet versin.”
Mesaj sahiplerinin isimleri bizde mahfuz. Sebebi, evvelce bazı mesajları imzalarıyla birlikte yazmamızın, hiç aklımıza gelmeyen sıkıntılara yol açması. Bu vesileyle ricamızı iletelim: Mesaj gönderenler, isimlerinin neşrinde kendileri açısından sakınca olup olmadığını da belirtsinler.
***
Bir buçuk yıldır Pazar yazılarında bazan politika dışı konuları işlememizin esprisini tekrar izah ihtiyacı doğdu. Bazı “büyük gazete”lerin baş köşelerinde Pazar günleri şarap, aşk, müzik muhabbeti yapılırken, biz de haftada bir manevî bahislere, hizmet meselelerine yönelmeye çalışıyoruz. Şikâyeti olan varsa lütfen bildirsin.
27.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
ABD ve Maliki hükümeti |
|
Mukteda Sadr, 5 aylık bir kayıp devresinden sonra, yine Kufe’de ortaya çıktı ve Cuma hutbesi okudu. Galiba Şiî liderler inançları gereği gaybubet haliyle çok içli dışlı. Hayat tarzı haline getirmişler. Genelde gaybubet halinde yaşıyorlar. Tabiî ki bu hususta Molla Ömer, Bin Ladin gibileri saymazsak. Bu anlamda, Şia içinde yaşayan kayıplar var. ‘Onikinci imam’ Mehdi bunlardan birisi. Samarra’da kaybolmasının üzerinden bin kusur yıl geçti, ama hâlâ yaşadığına inanılıyor. O bir tarafa, ama Lübnan’da kayıp imam Musa Sadr’ın da başına Libya’da böyle bir hal geldi. Onun başına gerçekte ne geldiğini tam olarak kimseler bilmiyor. Kaddafi gibiler, ‘onu da kayıp imamlarının yanına (Mehdi) gönderdik’ diyor olabilirler. En ilginci de Ayetullah Sistani. Hiç ortalıklarda gözükmüyor. Mehdi’nin nüvvabı veya sefirleri olduğu gibi, o da aracılarıyla konuşuyor. Bu haliyle Ahmet Mansur’un dediği gibi, kayıp imamı andırıyor.
Bu bir özenti midir, vakıanın dayattığı bir zaruret midir, bilmiyoruz. En azından garip bir durum olarak nitelendirilebilir. Fakat daha da garip olan, Sadr’ın bu kayıp devresiyle ilgili taraftarlarının anlattıkları. Mukteda yanlısı Baha A’reci isimli bir milletvekili telefonla katıldığı Cezire’nin haber bülteninde Mukteda Sadr’ın 5 aydır bir yere gitmediğini, gizlenmediğini ve normal yaşantısını sürdürdüğünü ve bürosuyla evi arasında gidip geldiğini söyledi. Sunucu gibi, ben de hayretler içinde kaldım. Galiba herkesi kör ve sersem sanıyorlar. İşte bu tavır ve yaklaşımların neden Mukteda ve benzerlerine asla güvenilemeyeceğini de ortaya koyuyor. Neyin takiyye, neyin de gerçek olduğunu ayıklamak neredeyse imkânsız. Son sıralarda Muhammed Hüseyin Fadlallah gibi Şiî din adamları, Şiîlerin de işgalciler karşısında direnişe geçtiklerini söyleyip duruyorlar, ama bir tek delil sunamıyorlar. Adres gösteremiyorlar. İranlıları ve Irak’ın Şiî hükümetini kızdıran da Ahmet Mansur’un açıkça bu konuda daha ılımlı Şiî din adamlarından Cevad Halisi’yi sıkıştırması olmasıdır. Adeta ondan hesap sordu. Halisi de, Fadlallah gibi, Iraklı Şiîlerin direnişinden bahsediyor, ama buna dair bir delil sunamıyor. Onun bu yöndeki mesnetsiz sözleri de Mukteda yanlısı Baha A’reci’nin açıklamalarını andırıyor.
***
El Cezire Kanalı’nda Sadık Mehdi ile alâkalı bir dizi var. İzliyorum. ABD’nin Sudan’ın askerî diktatörü Numeyri’yi strateajik çıkarlarına uygun olduğu için desteklediğini, ama kendi hükümetlerini demokratik olduğu halde kösteklediğini hatırlattı. Amerikalıların vaktiyle kendilerini bu konuda İran ve Libya yanlısı olmakla suçladıklarını söyledi. Buna mukabil, Sadık Mehdi bu hususta kendi konumlarını şöyle savundu: “Evet, hem Libya, hem de İran’la ilişkilerimiz vardı. Ama bu ilişkiler tabi-metbu ilişkisi değil eşitlerin ilişkisiydi. Buna rağmen, ABD bizi affetmedi...” HAMAS da seçilmiş olmasına rağmen, ABD tarafından aynı muameleye maruz kalıyor. Bunlar birbirlerine benzeyen hususlar. Ama bir de benzemeyen örnek var. Bu benzemeyen örnek bir çifte standartı oluşturuyor; Maliki hükümeti.
Cuma günü, el Cezire Kanalı’nda John Negroponte’yi ‘günün buluşması/ likau’l yevm (25 Mayıs 2007, 17:30 suları)’ adlı programda dinledim. Amerikan yönetimi olarak Maliki hükümetini desteklemelerine iki gerekçe gösterdi. Şimdi Rice’ın yardımcısı olan bu adam, Halilzad’dan önce ABD’nin Bağdat Büyükelçisi idi. İrangate’den beri ABD’nin karanlık yüzünü temsil ediyor. ABD’nin Maliki hükümetini destekleme gerekçesi olarak öne sürdüğü iki husustan birisi, seçilmiş bir hükümet olması. İkincisi de, aynı hükümetin Şiî yanlısı, yani taifiyeci olduğunu onaylamasına rağmen, önünde uzlaşmaktan başka seçeneği olmadığını ve er geç bu noktaya geleceğini öngörmesi. Bu öngörüsü Maliki hükümetinin de meşruiyetini temsil ediyor!
Öyleyse burada sorulması gereken soru şu: Bu toleransı neden HAMAS’dan esirgiyorlar? Ve neden Sadık Mehdi hükümetinden esirgediler? ABD’nin Maliki hükümetine yaklaşımını Washington Post gazetesi yazarlarından David Ignatius çok güzel özetlemiş: “Amerikalılar Maliki hükümetinin çok zayıf olduğunu biliyorlar. Kitle taban desteğinin azaldığının ve taifi ve mezhepçi bir karakterinin de farkındalar. Bununla birlikte, pratikte onun alternatifi olmadığı sonucuna da ulaştılar...” İki tarafa da hayırlı uğurlu olsun.
***
Negroponte, usta bir konuşmacı. Muhatabına ser veriyor, sır vermiyor. İleri derecede de pişkin. Soru ne olursa olsun, o söyleyeceğini söylüyor. İran’ın sistematik bir şekilde Irak’ta Şiî milislerini desteklediğini ve onlara silâh ve mühimmat ikmali yaptığını ve buna dair ellerinde istihbarat bilgileri ve deliller olduğunu ve bunların rapor haline getirilmesi çalışmalarına bizzat kendisinin de katıldığını ifade etti. İran’la pazarlığın da, saldırının da masada, yani iki ucu açık olduğunu söyledi ve İran’da yapıcı olmasını beklediklerini de sözlerine ilave etti. Maliki hükümeti dünyanın en garip hükümeti. İki düşman tarafa aynı anda çifte sadakatle bağlı. İkisini nasıl birden idare ediyor, onun sırrı. Belki onu Irak bağlamında vazgeçilmez kılan özelliği de bu çifte sadakatidir. Buna mukabil, ABD de çifte sadakatini çifte standartla ödüllendiriyor. Seçildiği halde Sadık Mehdi ve İsmail Haniye’nin rüyasında göremediği desteği Maliki hükümetinden esirgemiyor. Bu neyin farkı? Okuyucuların basiret ve sağduyusuna metruk bir soru.
27.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Boşa giden işler |
|
Kur’ân- ı Kerim, “Her nefis ölümü tadıcıdır”1 buyurur.
Hergün dünyanın dört bir yanında, şu veya bu şekilde on binlerce insan dünyaya elveda çekerek bu hakikati teyid etmektedir. Doğanlar ölenlerin yerini doldurur. Bu devri dâim sürer gider.
Peki, bu doğup ölmeler ne anlam ifade eder?
Buna en güzel cevabı âyetin devamında Kâinatın Sahibi veriyor: “Sizi denemek için hayırla da, şerle de imtihan ederiz. Sonunda ise Bize döndürüleceksiniz.”
İnsan bir yolcu. Ruhlar âleminden başlayan yolculuğu dünyadan kabire, kabirden sonsuzluğa kadar uzanmakta. Daha açıkçası insan sonsuz saadetin yolcusu. Dünyayla doymayan zengin yetenekleri onun zaten bu dünyanın adamı olmadığını gösteriyor. Dünyada görevi ise sadece şu geçici dünyanın değil, ister istemez gideceği o sonsuz âlemin saadetini de kazanmak.
Ve insan yukarıdaki âyette de dikkat çekildiği gibi şu imtihan dünyasında hayırla da, şerle de denenmekte. Böylece yüce ruhlarla âdî ruhlar belli olacak, birbirinden seçilecek.
Gerçek bu iken insan misafir olarak bulunduğu şu geçici dünyaya ebedî kalacakmışcasına ve hiç ölmeyecekmişcesine çalışmakta, ahireti ise umursamamaktadır. Kur’ân böylelerinin ibretli hâlini şöyle anlatır: “Dünya hayatını ve onun ziynetini isteyenlere, amellerinin karşılığını dünyada iken tamamen öderiz; dünya hayatında onların mükâfatlarından hiçbir şey eksik kalmaz.”2
Allah’ı, peygamberini tanımayan, gönderdiği kitaba kulak asmayan, hayatını bu emirler çerçevesinde değerlendirme yoluna gitmeyen böyle insanlar dünyada her ne kadar arzularına kavuşsalar da, hepsi dünyada kalmakta, öbür âleme birşey götürememektedirler.
Sonraki âyette Kur’ân buna da dikkat çeker. Buyurur ki: “Öyleleri için âhirette ateşten başka birşey yoktur. Dünyada işlediklerinin hepsi boşa çıkmıştır. Aslında onların yapageldikleri her şey boştur.”3
Ne kadar acı değil mi bütün emeklerin boşa çıkması! Çalış çalış elde var sıfır.
Demek her şey Kâinatın Sahibini tanımak, Onun emirleri doğrultusunda yaşamakla anlam kazanıyor.
Dipnotlar:
1- Enbiya Sûresi: 35.
2- Hud Sûresi: 15.
3- Hud Sûresi: 16.
27.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Bazı hassasiyetler fayda getirir |
|
Bazı hassasiyetler korunmasa, bazı duyarlılıklar muhafaza edilmese, bazı haramlara, bazı günahlara girmek işten bile değil bu zamanda.
İyi niyetli, ard düşüncesiz sâiklerle de olsa, dînî bazı tavsiyeleri göz ardı ederek, bazı şüpheli hâl ve davranışlara girmek, çoğu zaman bizi haramlarla, günahlarla burun buruna getirebilir.
“Nasıl olsa fetvası vardır?” sâikiyle, bazan fetvâ sınırlarını da zorlayarak dinî yaşantımızı o şekilde sürdürmek, her zaman için sağlam ve garantili olmayabilir. Bu şekildeki bir dinî yaşantı, çoğu zaman hiç de niyetimizde olmayan, arzulamadığımız günahlarla bizi başbaşa bırakabilir.
İslâm dini kolaylık dinidir elbette. Her ehl-i din, hiçbir zorlamaya girmeden meşrû dairede kalmak şartıyla dinini yaşayabilme hakkına sahiptir. Ruhsatla, fetva ile dinî hayatını devam ettirebilir elbette.
Söylemek istediğimiz, bu bilinenlerin dışındaki bazı şeyler... Ruhsatla, fetvâyla amel etmek geçerli bir hâl olmakla beraber bizi günahlardan koruyamayabilir.
Her zaman diyorum ki, elden geldiği kadar, günahlardan, haramlardan uzak durmanın yanında, haramlara kapı aralayacak, günahları işmam edecek hâl ve davranışlardan da uzak durma gayretinde olmalı ve o şekilde bir yaşantı içinde bulunmayı şiar edinmeliyiz.
Böyle bir hâl içinde bulunmanın diğer bir adı takvadır. Hayatımızın her ânını, ömrümüzün her dakikasını takva dairesinde geçirmek elbette kolay değil. Ama bilhassa bu fitne asrında, haramlarla helâllerin harmanlandığı, hasenatlarla, seyyiâtların iç içe olduğu bu zamanda ruhsatlarla, fetvalarla kazasız, belâsız dinî hayatımızı sürdürebilmenin zorluğu da hepimizin malûmu.
Bu tehlikeleri ve güçlükleri göz önünde bulunduran bir çok din büyüğü insanlar, hayatlarının her ânını takva ve amel-i salih dairesinde geçirmişler, o şekilde bu fani âlemdeki ömürlerini tamamlayarak huzur-u İlâhîye sâlimen çıkmışlar.
Son müceddid Bediüzzaman Hazretlerinin hayatına baktığımızda, onun da ömrünün bütün dakikalarını Kur’ân’ın tarif ettiği şekilde Sünnet-i Seniyye dairesinde fetvalarla değil, takva ile geçirdiğini görüyoruz.
Her hâlinden ders almaya, her davranışından ibret almanın gayretinde olmaya çalıştığım Bediüzzaman’ın hepimiz için ders olan taife-i nisâya karşı ibretlik duruşunu ve hikmet dolu iffetli ve istikametli tavrını hatırlamakta fayda görüyorum.
Hayatı boyunca iffet ve istikameti şiâr edinen o büyük insanın, daha genç yaşta iken Bitlis Valisi Ömer Paşanın evinde iki yıl misafir olarak kaldığını biliyoruz. İki yıl boyunca hane sahibinin üçü küçük, üçü büyük olmak üzere altı kızından üç büyükleri hiç tanımadığını kendi beyanlarından öğreniyoruz. Buna karşılık oraya gelen âlim bir misafirin, onları, iki günde tanıyıp birbirlerinden tefrik ettiğini Bediüzzaman söylüyor.
Yine bu meyanda Bediüzzaman’ın Haliç’te kayıkla giderken, sağında solunda arz-ı endâm eden açık-saçık kız ve kadınlara hiç bakmadan yoluna devam ettiğini; bu durumu fark eden yanındaki iki arkadaşının: “Senin bu haline hayret ettik, hiç bakmadın” demelerine karşılık; “Lüzumsuz, geçici, günahlı zevklerin akıbeti elemler, teessüfler olmasından, istemiyorum” dediğini risâlelerdeki ifadelerinden öğreniyoruz.
Daha sonraki yıllarda da taife-i nisânın, Üstaddan kendilerine bir va’z-ü nasihatta bulunmaları tekliflerini, nazikçe reddederek “mânevî hemşireleri” olarak kabul ettiği hanımlarla yüz yüze görüşmek yerine, bugün elimizde bulunan “Hanımlar Rehberi” kitabındaki yazılı metinlerle nasihatlarda bulunduğunu görüyoruz.
Günümüzde bir çok ehl-i din kadın ve erkeğin birbirleriyle olan münasebetlerde dinin emrettiği ölçü ve tavsiyeleri uygulamakta zorluk çektiğini veya görmezlikten gelerek önemsemediğini görünce, Bediüzzaman’ın bu meyandaki hassasiyetlerinin haklılığını daha iyi anlıyoruz.
Bu gün itibariyle dinî yaşantımızda, Bediüzzaman’ın aynısını yapmak mümkün olmamakla beraber, onun her bir duruş ve tarzının, Nur talebeleri için hafife alınmayacak, kulak ardı edilmeyecek, ciddî tavsiye ve mesajlar olduğunu düşünüyorum.
27.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
Kadın için hürriyet ve esaret! |
|
Günümüzde gündemden şu ya da bu şekilde düşmeyen müstehcenlik probleminin kökleri insanlık tarihi kadar derinlere uzanıyor.
Tarihî kaynaklar, asırlar boyu tesettürün kadının hür mü, yoksa köle mi olduğuna dair bir “işaret, sembol” anlamını taşıdığını belirtiyorlar. Tarih boyu hangi toplumda olursa olsun hür kadınlar vücut hatlarını gizleyen örtüleriyle, kendilerini teşhir eden köle kadınlardan ayrılıyorlardı…
Müstehcen giysilerin köle olsun, hür olsun kadınlar arasında revaç bulduğu toplumlarsa hiçbir zaman uzun ömürlü olmadılar.
Sözgelimi, tarihin büyük imparatorluklarından Roma’yı yıkan aslî sebeplerden biri de sefahat âlemleri ve kadınlardı. Sefahatte keyif için Roma’yı yakabilecek seviyede olan İmparator Neron’un döneminde yaşayan ünlü filozof Seneca, Romalı kadınların içler acısı halini tarihe şu notla düşmüştü: “Erkekler için kadınların artık çekici kalan hiçbir yanları kalmadı. Nasıl kalsın ki, kadınların artık her şeyleri meydanda…”
Tesettür hürriyettir!
21. Asrı geçmiş yüzyıllardan ayıran en önemli özelliklerden bir tanesi de kadının meta olarak kullanılmasının yaygınlaşması. Müzik, magazin, sinema, klip, defile, reklâm dünyasının vazgeçilmez ögesi durumunda kadın. Kadın bu âlemlere ne yazıktır ki, cinselliği ile malzeme olmakta…
Kendilerini bu sektörlere malzeme yapan kadınların psikolojik problemleri bir tarafa, “fuhuş yolunu genişletip, nikâh yolunu kapatmaya çalışan” ifsat komiteleri teknolojinin de yardımıyla çalışmalarını geniş alanlara yayma konusunda titiz bir gayretteler…
Müstehcenlik yaygınlaştıkça, hayâ duygusu giderek aşınıyor. Aile yapısı zedeleniyor, özellikle de kadına yönelik suçlarda hızlı bir artış görülüyor…
Toplumsal yapımızda kadına yönelik cinsel suçlardaki artış, “Tesettür esarettir!” diyerek Kur’ân’ın tesettür emrine muhalefet eden sefih medenîlerin hayâsız yüzlerine vurulan şiddetli bir tokat değil mi sizce de?
İlginç mukavele!
Bu konunun üzerine, şimdilerde müstehcen pozlarıyla, büyük şehrin işlek caddelerini süsleyen reklâm panolarında yer alan ünlü bir mankenimizin iç dünyasını özetleyen şu sözlerine kulak verin: “Her Allah’ın günü, ‘Keşke bu mesleğe girmeseydim’ diyorum. Çok pişmanım. Ben 16 yaşında bu pozları vererek şeytanla anlaşma yapmışım.”
Ne diyelim, dileyelim ki bu hatun, fıtratının feryadını susturmasın ve Rabbim de hidayet versin!
Tesettüre dair bir risâle…
Bediüzzaman Hazretleri, Kur’ân’ın tesettür emrinin kadınların fıtratına uygun olduğunu psikolojik, sosyolojik, biyolojik, tarihî yönleriyle (fark edebildiğimiz kadarıyla) anlattığı Tesettür Risâlesi’ndeki iki cümle yüzünden 1935’te tutuklanır.
Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinin 19 Ağustos 1935 tarihinde verdiği kararla, hukukî bir suç isnat edilmemesine rağmen, “kanaat-i vicdaniyeye” dayanarak 11 ay hapisle birlikte Kastamonu’da “mecburî ikamet” cezasına maruz kalır. Tesettür Risâlesi yüzünden Bediüzzaman Hazretlerinin 15 talebesi de altışar ay hapis ile cezalandırılır. (Tarihçe-i Hayat, 2006 Yeni Asya Neşriyat baskısı, s. 11)
Bediüzzaman, Ağır Ceza Mahkemesindeki tabloyu başka bir eserinde şu şekilde değerlendirir: “Tesettür Risâlesini… müellifinin mahkûmiyetine sebep gösteren bir mahkeme, kendini ve hâkimlerini ebedî mahkûm ve mahcup eylemiş.” (Sözler, s. 668)
Yukarıda yer verdiğimiz aynı cümlenin başında “Tesettür Risâlesinin esasıdır” dediği şu tesbitleri de yapar: “Sefih erkekler, hevesâtlarıyla kadınlaşırsa, o zaman açık saçık kadınlar da hayâsızlıkla erkekleşirler. (Üstadımızın Arapça bir ifadesi)” (Sözler, s. 668)
Kadınların hayâsız bir şekilde erkekleşmesinde sefih erkeklerin oynadığı rol dikkatle yorumlanmaya değer bir tesbit öyle değil mi?
Özellikle de cinselliğin haram-helâl sınırını tanımadığı bu ortamda bugün de tazeliğini muhafaza eden yorumlar bunlar...
Yazılarımızda, bu muhteşem yorumları, lâyık olduğu güzellikte açabilme temennisiyle…
27.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Dâbbetü'l-Arz nedir?- 2 |
|
Eyüp Bey:
*“Dâbbetü’l-Arz nedir? Ne zaman, nasıl ve niçin çıkar? Bu konudaki rivayetler nelerdir?”
Dünkü yazımızda dâbbenin, “yeryüzünde yürüyen canlı” mânâsında Kur’ân’da sıkça geçen bir kelime olduğunu ifade etmiş ve yeryüzü canlılarını “dâbbe” olarak adlandıran âyetlerden örnekler vermiştik. Bugün de esrarlı bir ıstılâh halinde gündemimize düşen “dâbbetü’l-arz” meselesi üzerinde duralım.
Kur’ân’da iki âyette “dâbbetü’l-arz” kavramı geçer. Bunlardan birincisinde, hak karşısında kör, inatçı ve inkârcı olan insanların başlarına Allah’ın vaadi geldiği zaman yerden çıkarılacak dâbbetü’l-arzın, onlara, Allah’ı inkârlarının büyük bir dalâlet ve felâket olduğunu söyleyeceğini haber vermekte; diğerinde ise, Hazret-i Süleyman’ın (as) asasını yiyip çürüten dâbbetü’l-arzın, böylece cinlerin gaybı bilmediklerini ortaya çıkardığını bildirmektedir. Söz konusu âyetler şunlardır:
1- “O kavl (=söz) (kıyamet) başlarına geldiği zaman, onlara arzdan bir dâbbe çıkarırız da, bu onlara insanların âyetlerimize kesin olarak iman etmemiş olduklarını söyler.”1
2- “Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun ölümünü cinlere ancak değneği yiyen dâbbetü’l-arz gösterdi. O, yere yıkılınca ortaya çıktı ki, şayet cinler gaybı bilmiş olsaydılar küçük düşüren bir azap içinde kalmazlardı.”2
Bu âyetlerin ilkinde, Allah’ın vaadi geldiğinde; Allah’ın, “konuşan bir yeryüzü mahlûku” meydana çıkaracağı ve bu yeryüzü mahlûkunun insanlara ibret dersi vereceği bildirilir. Sonraki âyet ise, kısmen ilk âyeti tefsir eder mahiyettedir. Şöyle ki; sonraki âyet, ilk âyette çıkacağı haber verilen bu yeryüzü mahlûkunun, Hazret-i Süleyman’ın (as) asasını yiyen ağaç kurduna yakın bir karakterde olacağına, kurtçuğu bu âyetin kavramı olan “dâbbetü’l-arz” tâbiri ile ifade etmek sûretiyle işaret eder.
Bilindiği gibi Hazret-i Süleyman (as) cinleri emrinde çalıştırıyordu. Asasına dayanmış olarak cinlere emir verdiği ve işlerini takip edip denetlediği bir sırada vefat etti ve uzun süre asasına dayalı vaziyette ayakta kaldı. Cinler Hazret-i Süleyman’ın (as) öldüğünü hiç anlamadılar. Ne zaman Hazret-i Süleyman’ın (as) asasını dâbbetü’l-arz denen kurtlar yedi, içini çürüttü; Hazret-i Süleyman’ı (as) taşıyamaz hale gelen asa kırıldı ve Hazret-i Süleyman (as) yere yığıldı; işte o zaman cinler Hazret-i Süleyman’ın (as) öldüğünü anladılar.
Âyet bunu cinlerin gaybı bilmediklerine delil olarak zikreder. Çünkü cinler eğer gaybı bilmiş olsalardı, yanı başlarında, âmirleri hükmünde olan bir Peygamberin öldüğünü, hiç olmazsa ölüm geldikten sonra olsun, anlayabileceklerdi. Ama kurtlar asayı yiyip, Hazret-i Süleyman’ı (as) devirene kadar bunu bilmediler. Demek cinler gaybı bilmek bir yana, vakıaların görünen yüzünü bile kavramaktan çoğu zaman acizdirler.
Süleyman (as) âyetinde geçen dâbbenin ağaç kurtları cinsinden, yani bildiğimiz odunun içini kemiren kurtçuklar, bitler ve mikroorganizmalar nevinden olduğu âyetin sarahatinden, yani açık mânâsından ve genel çerçevesinden anlaşılmaktadır. Bu âyette ancak, önceki âyette geçen dâbbenin keyfiyeti hakkında bir ipucu aranabilir. Çünkü birçok âyetinde bilinen dünya canlılarını “izafetsiz” dâbbe olarak adlandıran Kur’ân’ın, yalnız bu iki âyette dâbbeyi arza izafe etmesinden ve bu izafede birinci dâbbenin asanın içini yiyen bir mikroorganizma türü olmasından; diğer âyette çıkacağı haber verilen ve yine arza izafe edilen dâbbenin de cüsse itibariyle “mikroorganizma” cinsinden olacağı yönünde bir işaret ve ipucu yakalamak mümkün gözüküyor. Nitekim Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin tevili, dâbbetü’l-arzın bir “mikroorganizma cinsi” olabileceği üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Bu âyette, bir takım bilinmeyenler vardır:
1- Allah’ın, tahakkuk edeceğini vaad ettiği “Kavl=söz” nedir?
2- Arzdan çıkacağı haber verilen dâbbenin keyfiyeti ve niteliği nedir? Nasıl bir dâbbedir?
3- Dâbbenin konuşmasının keyfiyeti nedir? Dâbbe nasıl konuşacaktır?
4- Dâbbe kimlerle konuşacaktır?
5- Dâbbe ne konuşacaktır? Mesajı nedir?
Yarın inşallah bu sorulara cevap arayalım.
Duâ
Ey zalimlere diz çöktüren! Ey zorbalara boyun eğdiren! Ey edepsizleri tedip eden! Ey büyüklenenleri tazip eden! Ey mütekebbirleri helâk eden! Ey Aziz-i Cebbar! Bizi itaatkâr kıl! İtaatimizi hatalarımızla birlikte kabul eyle! Bizi kinden, gururdan, kibirden, hasetten, zulümden, edepsizlikten halas eyle! Bize, Sana ulaşana kadar istikamet lütfeyle! Ayakların kaydığı hesap gününde ayağımızı kaydırma! Âmin!
Dipnotlar:
1- Neml Sûresi, 27/82
2- Sebe’ Sûresi, 34/14
27.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Rusya'da Risâle-i Nur |
|
Son zamanlarda, gazetelere düşen haberler, Risâle-i Nur’un Rusya’da yasaklanacağı yönündeydi. Üç defa belli aralıklarla bunun müsbet veçhesini gazetemizde okudunuz.
Bir kısım medya, kendi arzularını da yansıtan bir haber tekniği ile farklı duyurdular. Yıllarca Türkiye’de Risâle-i Nur’u yasaklama girişimlerinin akim kaldığı ve binlerce mahkeme kararıyla eserlerin iade edildiği dönemleri hatırlatırcasına verdiler.
Ancak durum bundan farklı. En son açıklamadan başlayalım. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in insan hakları temsilcisi Vladimir Lukin, “Said Nursî’nin 14 ciltten oluşan Risâle-i Nur eserlerinin yasaklanmasının kabul edilemeyeceğini” bildirdi.
Tataristan savcılığı tarafından açılan bir dâvânın duruşmalarına müdahil olarak katılan ve Risâle-i Nurları Rusçaya çeviren vakfın avukatı Sergey Siçov ise karara bir üst mahkemede itiraz edeceklerini belirtiyor. Siçov, AİHM’e kadar devam edecek bir hukukî sürece değiniyor.
Risâle-i Nurların Rusya’da yasaklanmasıyla ilgili açılan dâvâda görüş bildiren Moskova Devlet Üniversitesi ve Tataristan Pedagoji Üniversitesince hazırlanan raporlar, Rusya Müftüler konseyince yetersiz bulundu.
Konsey Başkanı Ravil Gaynuttin, “Nursî’nin ünlü Kur’ân yorumcularından biri olduğu, eserlerinin müstesna şekilde aydınlatıcı unsurlar taşıdığı ve manevî değerler meydana getirilmesini sağladığı” kanaatini yazılı olarak açıkladı.
Bu arada, Rusya hükümetinin yayın organı Russiskaya Gazetesi, Moskova’daki bir mahkemenin kapalı oturumda Risâle-i Nurları incelediğini duyurdu. Risâle-i Nur’un İslâm dininin üstünlüğünü ortaya koyarak, diğer dinlere karşı düşmanlık duygularını geliştirdiği iddiasında bulundu.
Rosbalt Ajansı da konuya yer ayırdı. Putin ve Tataristan Başkanı Mintimer Şaymiyev’in dâvâyla yakından ilgilendiğini yazdı.
İlginç olan, üniversitelerden alınan raporun, psikoloji bölümü uzmanlarınca hazırlanmasıydı. Bu durum, delil zafiyeti olarak görülüyor. Mahkeme, buna dikkat ederek, Rusya Bilimler Akademisi uzmanlarından yeni bir görüş istemiş.
Milliyet Gazetesi, 30 Nisan tarihli sayısında, haberi, “Rusya’da Said Nursî dâvâsı” başlığıyla verdi. Haberin içinde Tataristan Savcılığı müfettişlerinden Valeriy Kuzmin, “kitaplarda doğrudan şiddet çağrısı yapılmadığını” itiraf ediyor. “Ancak” diye devam eden gerekçesinde ise “Psikologların kullanılan kelimelerle telkin ve bir çeşit hipnoz etkisi” yapabileceği ihtimali üzerinde durulduğunu kaydediyor.
Milliyet, yansız habercilikten biraz çıkıyor. Risâle-i Nur dâvâsını Fettullah Gülen’in okullarıyla ilişkilendiriyor. Tatar Ajanstan aktardığı ifadeyle, “İlerde sıra Rusya’dan toprak istemeye gelecek” gibi garip bir mantık malûliyeti ortaya konuyor.
Görüldüğü gibi Risâle-i Nur dünyanın gündeminde. Rusların, ilgili mahkemelerin ve akademik çevrelerin inceleme ve endişelerini giderme araştırmalarını, doğru buluyoruz. Daha çok anlaşılmasına, siyasî husûmetten bağımsız ve ön yargılardan arınmış bir tetkikin büyük inkişaflara vesile olacağına inanıyoruz.
“Asayişin muhafızı” olduğunu yüzyıldır ortaya koymuş bir hareket, elbette dünyanın sükûnetine iman merkezli bir irşad ve tebliğle daha fazla katkı yapacaktır.
1997 yılında bulunduğum Moskova’da, beş bin adet Rusça Tabiat Risâlesi ve Birinci Söz’ün merkez camiinde, Rus gençler ve Müslüman Orta Asya toplulukları arasında nasıl büyük bir heyecan ve iştiyakla okunduğunu bizzat müşahede ettim. Cumaları, namaz sonrası kurulan geniş halkalarda açıkça tevhit inancının işlendiği mevzular, ilgi uyandırıyordu.
Dağılma sonrası o kritik dönemlerde bu kadar kabul görmesini, insanların inanma ihtiyacının ne kadar zarurî olduğunun bir ispatıydı. Üstelik Müslüman gruplarda da saygı gören mutedil ve şefkat merkezli bir iman hareketinin farklı üslûp ve yaklaşımı, herkesi memnun ediyordu.
Risâle hediye ettiğim tıp profesörü Gorbonov ve birkaç Rus gencin, beraber olduğumuz zamanlardaki izlenimleri de oldukça memnuniyet vericiydi.
Uzun yıllar komünizmin baskısı altında maneviyatı tahrip edilmiş bir toplumun, ilmen ve vicdanen kabullenebileceği Risâle-i Nur’la buluşması, elbette ki gündem olmaya devam edecektir. Bunun müsbet inkişaflara vesile olacağı, bu güne kadarki uygulamalar göstermektedir.
“Merak etmeyiniz, bu nurlar parlayacak” müjdesi tazeliğini koruyor.
27.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
İhtilâl zinciri kırılsın |
|
Bugün 27 Mayıs, kanlı bir ihtilâlin yıldönümü. 1950’de ‘tek parti’ iktidarına demokratik bir seçimle son veren ve 10 yıl boyuncu Türkiye’yi ‘ileriye’ götüren Demokrat Parti iktidarı, ‘irtica/gericilik’ yaftasıyla suçlanıp 1960’da askerî darbe ile devrilmişti.
Demokrat Parti’nin Türkiye siyaset tarihindeki yerini anlayabilmek için, önce ‘tek parti’ devrini iyi tahlil etmek gerekir. ‘Tek parti’ yönetimi nasıl bir icraat ortaya koydu ki, millet ilk fırsatta Cumhuriyet Halk Partisi’nin iktidarına son verdi ve bu tarihten sonra da hiçbir zaman tek başına iktidar yüzü göstermedi?
Türkiye’yi uzun yıllar yöneten ‘tek parti’nin ilk hür seçimde devrilmesi ve yeni kurulan bir siyasî partinin (DP) tek başına iktidara gelmesi, devam eden yıllarda da ‘devleti kuran parti’ olmakla övünen o partinin bir daha iktidar yüzü görmemesinin örneği acaba dünyada var mıdır?
“Tek partiyi (CHP) yıkan parti” olarak tarihlere geçen Demokrat Parti, milletten aldığı destekle, millet menfaatine olan icraatlara imza atmıştır. DP’nin iktidar olduğu 10 yıl boyunca yaptıklarıyla, önceki 20 yılda CHP iktidarlarının yapılanlarını kıyaslamak gerçekleri anlamak için yeter.
Demokrat Parti’nin milleti en çok memnun eden icraatı, CHP iktidarları döneminde 18 yıl boyunca susturulan Ezan-ı Muhammedîyi aslına çevirmesiydi. Evet, 18 yıl boyunca minarelerden “Allah-ü Ekber” demek yasaklanmış, yerine “Tanrı Uludur” denilmişti. Ezan-ı Muhammedîyi aslı ile okuyanlar, yani “Allah-ü Ekber” diyenler ceza alıyordu. Mutlaka bazı ‘aydın’lar ve muhtemelen çok sayıda ‘genç’ bu tarihî gerçeklerden habersizdir. Çünkü bu tarihî bilgileri okul ders kitaplarında görmek kolay değildir. Peki, gençlerimiz bu yaşanan gerçekleri nerede ve nasıl öğrenecek?
Ezan-ı Muhammedîyi aslına çevirmeye gereğinden fazla önem atfettiğimiz düşünülmesin. Çünkü 1950 yılında böyle bir kararı almak sadece cesaret ile bile mümkün olmayabilirdi. Ortada ‘güçlü’ bir CHP ve onun lideri, ‘Milli Şef’ İnönü vardı. Buna rağmen merhum ve mazlûm başbakan Adnan Menderes bu önemli kararı iktidarının ilk günlerinde almış ve uygulamıştır. Tabiî ki karara CHP de karşı çıkamamış. Çünkü asıl mesajı seçimde millet vermiş ve Demokrat Parti’yi sarsıcı bir oranla tek başına iktidara taşımıştı.
27 Mayıs’ın yıldönümünde yine darbe tartışmaları yaşanıyor. Bazı hadiselerin şuyuu/duyulması, vukuundan/gerçekleşmesinden beter olduğu gibi, ihtilâl ve darbe sözleri de en az gerçekleşmesi kadar zararlıdır. 2007 yılının Türkiye’si hiçbir şekilde ihtilâl ve darbe sözleriyle engellenmemeli, hürriyet ve demokrasi yolunda ilerlemelidir. Geçmişten gerekli dersler alarak, ihtilâl zincirini kırmak durumundayız. Bu konuda en büyük görev, siyasetçilere düşüyor. Gerekirse ‘bedel’ de ödeyerek, Türkiye’nin önünü tıkayan ‘ihtilâl zinciri’ bir daha kullanılamayacak şekilde kırılmalıdır.
Merhum Adnan Menderes ‘bedel’ ödedi, ama milletin duâsını kazandı. Allah (cc) mekânını cennet etsin. Âmin.
27.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Mayıs ayı ve DP |
|
Mayıs ayı demokrasimiz için önemli bir aydır. DP’nin 14 Mayıs 1950’de iktidara gelmesi “demokrasi bayramı,” 27 Mayıs 1950 kanlı ihtilâli ise “kara bir leke” olarak tarihe geçmiştir.
Çocukluğumda merhum Adnan Menderes’in göğsüne asılmış idam fermanı ve boynundaki o yağlı ip resmi beni çok etkilerdi. Fotoğrafa çok bakamaz, o resmi her gördüğümde tüylerim diken diken olurdu. “Milyonların oy verdiği bir başbakan nasıl olur da asılır” diye düşünürdüm. Ve onu asanlara çok kızardım… Bu kızgınlığım büyüdükçe artarak sürdü. Eminim bu duyguları demokrasiye inanan, akl-ı selim sahibi, vicdanı olan, içinde insanlık duygusu bulunan herkes yaşamıştır.
DP ne yaptı? Köylüye insan olduğunu hissettirdi. İnanç özgürlüğünü sağladı. Ezanı aslına çevirdi. Demokrasinin kurallarını oturttu. Din dersini okullarda okutmaya başladı. Türkiye’yi barajlara, yollara kavuşturdu. Bir kalkınma hamlesi başlattı. Türkiye’yi tek parti zihniyetinden kurtardı. Yani halk ne istiyorsa onu yaptı.
* * *
Burada “kanlı ihtilâlin tarihini” hatırlatmakta fayda var.
27 Mayıs 1960 ihtilâli, Türkiye’de ihtilâl geleneğinin başladığı, demokrasiye vurulan en büyük darbe olarak, Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin Adnan Menderes yönetimindeki Demokrat Parti hükümetini görevden uzaklaştırıp, Meclis’i lağvettiği bir askerî müdahaledir. Silahlı Kuvvetler adına ülke yönetimini Millî Birlik Komitesinin üstlendiği müdahalenin başındaki isim Orgeneral Cemal Gürsel’di. Bu Komite ilk iş olarak demokrasinin kalbi konumunda olan TBMM’yi ve hükümeti fesh etti ve her türlü siyasî faaliyeti yasakladı. Emir komuta zinciri içinde yapılmayan müdahalede küçük rütbeli subaylar etkindi.
Peki niyetleri neydi? Onu da komitenin yayınladığı tebliğde özetliyorlardı: “Türk ordusu bir kere daha tarihî bir vazife karşısında bulunuyor. Bu vazife; dahilde memleketi buhran ve felâkete sürüklemek isteyen hırslı politikacıların elinden kurtarmaktır…”
Bu “tarihî vazife”yi yapanlar, uzun ve sancılı süren ve hukuk tarihine kara sayfalarla yazılan dâvâlarda uydurma suçlamalarla Türkiye Cumhuriyetinin Başbakanı Adnan Menderes’i (17 Eylül 1961), bakanları Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ı (16 Eylül 1961) idam sehpasına götürdü.
Ancak astıkları insanların kurdukları “Demokrat misyon”u susturamadılar. Bu misyon kanlı ihtilâlden sonra yapılan ilk seçimde iktidara geldi. Sonraki darbeler de bu misyona karşı yapıldı, ancak halkın gönlündeki yerini silemedi. Bu misyonu devam ettirenler de halkın gönlünde yerini koruyacaktır.
“Cenâb-ı Hak bir daha böyle bir olay yaşatmasın ve ‘tarihî vazife yapanlar’dan Türkiye’yi korusun…” diye duâ ediyoruz.
* * *
27 Mayıs’ta kapandı,
27 Mayıs’ta doğuyor
DYP-ANAVATAN’nın birleşme takvimi, bugün DYP’nin gerçekleştireceği tüzük kongresiyle başlıyor. Bu kongrede DYP, ismini ‘’Demokrat Parti’’ (DP) olarak değiştirecek. ANAVATAN ise haftaya (2 Haziran 2007) kongresini yapıp, DP’ye katılma kararı alacak. Böylece, 1983 yılında kurulan DYP ve ANAVATAN partileri “Demokrat Parti” çatısı altında birleşmiş olacak…
DYP’nin bugün yapacağı kongrede, 27 Mayıs 1960 darbesiyle kapatılan Demokrat Parti bundan tam 47 yıl sonrada yeniden büyük bir heyecanla siyasî tarihimizde tekrar yerini alacak.
Bu kongre ihtilâlcilere önemli bir uyarı olacak. Kongrenin mesajı şudur: “Siz Demokrat Parti’yi darbe yapıp kapatsanız da biz demokrasinin gereğini yapar, darbeyle kapatılan partiyi yine aynı tarihte açarız…”
* * *
Bundan sonra artık demokrat misyonda birleşenlere büyük görev düşüyor. İlk görev, 4 Haziran’da Yüksek Seçim Kurulu’na verilecek listeler oluşturulurken, “vitrin”e dönük değil, vizyon sahibi, Demokrat misyonu anlayıp uygulayabilecek kişileri seçmek. Halkı tanıyan, onun değerlerini bilen, sadece halka hizmet edecek olan isimler aday yapılırsa misyon da güçlenir.
Bunun ardından da yapılacak şey, misyonun gereklerini yerine getirmek… Yani, demokrasiyi ön plânda tutan, insan hak ve hürriyetlerini, düşünce özgürlüğünü her şeyin üstünde sayan, milletin arzularına göre hareket eden bir anlayışı hâkim kılmak…
27.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdurrahman ŞEN |
Necip Fazıl’ı anlayabilmek-3 |
|
Necip Fazıl’ın şiirini yorumlayan edebiyat tarihçisi ve şairlerin büyük bir bölümü, onun şiirinin Batıya açılan kapımız olduğunu söyler… Aynı zamanda Necip Fazıl’ın şiirinin 20. yüzyıl Türkiye’sinde Yunus’tan bir ses olduğuna da işaret ederler… Necip Fazıl da Yunus Emre’ye hitaben yazdığı şiirinde bu yorumlara hak verdirtir: “Kaç mevsim bekle-yim daha kapında,/Ayağımda zincir, boynumda kement?/Beni de, piştiğin belâ kabında,/O kadar kaynat ki, buhara benzet!
/………/ Rüzgâra bir koku ver ki, hırkandan; / Geleyim, izine doğru arkandan; / Bırakmam, tutmuşum artık yakandan, / Medet ey dervişim, Yunus’um medet!”
Şair Necip Fazıl’ın adıyla özdeşleşmiş şiirlerinden biri de hiç şüphesiz “Kaldırımlar” şiiridir;
“Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında; / Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum. / Yolumun karanlığa saplanan noktasında, / Sanki beni bekleyen bir hayâl görüyorum.
Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık; / Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar. /İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık; / Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.
İçimde damla damla bir korku birikiyor; / Sanıyorum, her sokak başını kesmiş devler... / Üstüme camlarını, hep simsiyah, dikiyor; / Gözüne mil çekilmiş bir âmâ gibi evler.
/……./ Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya; / Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi. / Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir uykuya, / Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi...
Başını bir gayeye satmış kahraman gibi, / Etinle, kemiğinle, sokakların malısın!/Kurulup şiltesine bir tahtaravan gibi,/Sonsuz mesafelerin üstünden aşmalısın!
/……/ Yağız atlı süvari, koştur atını, koştur! / Sonunda kabre çıkar bu yolun kıvrımları. / Ne kaldırımlar kadar seni anlayan olur, / Ne senin anladığın kadar, kaldırımları...”
Necip Fazıl’ın adıyla bütünleşen şiirlerinden bahsederken herhalde ilk sıraya “Sakarya” şiirini koymak haksızlık olmaz. “Sakarya” şiiri edebiyatçılar, şiir severler kadar halk arasında da öyle tanınır ve sevilir ki neredeyse toplantılarda, meydanlarda en çok okunan şiir olma önceliği de “Sakarya” şiirindedir. Yaygın olarak “Sakarya Türküsü” adıyla da bilinen şiirinden bazı mısraları hatırlattığımızda, şiir sevenler bu şiirsel zirvenin lezzetini bir kere daha hatırlayacaklar; “İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya;/Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.
Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak; /Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.
Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;/ Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir.
Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kâinat;/ Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat!
Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne,/ Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine;
Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için./Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?
Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,/Sırtına Sakarya’nın, Türk tarihi vurulur.
/…………/ Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu; / Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?
Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna; / Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?
Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir? / Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir!
/………/ Sakarya, sâf çocuğu, masum Anadolu’nun, / Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!
Sen ve ben, gözyaşiyle ıslanmış hamurdanız;/ Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!
Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader;/ Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider!
Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;/ Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber Kılavuz!
Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya; / Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!”
“Çile”, “Kaldırımlar”, “Sakarya” şiirleri kadar Necip Fazıl’ın adıyla bütünleşmiş şiirlerden biri de “Zindandan Mehmed’e mektup” isimli şiiridir. En azından “Sakarya” kadar “Zindandan Mehmed’e Mektup” şiiri de meydanların, toplantıların gönülleri yıkayan şiirleri arasında ön sıralardadır; “Zindan iki hece, Mehmed’im lâfta!/ Baba katiliyle baban bir safta!/ Bir de, geri adam, boynunda yafta...
Halimi düşünüp yanma Mehmed’im!/ Kavuşmak mı?... Belki... Daha ölmedim!
Avlu... Bir uzun yol... Tuğla döşeli,/ Kırmızı tuğlalar altı köşeli./ Bu yol da tutuktur hapse düşeli...
Git ve gel... Yüz adım... Bin yıllık konak. / Ne ayak dayanır buna, ne tırnak!
Bir âlem ki, gökler boru içinde! / Akıl, olmazların zoru içinde. / Üst üste sorular soru içinde:
Düşün mü, konuş mu, sus mu, unut mu? / Buradan insan mı çıkar, tabut mu?
/…………/ Duâ, duâ, eller karıncalanmış; / Yıldızlar avuçta, gök parçalanmış. / Gözyaşı bir tarla, hep yoncalanmış...
Bir soluk, bir tütsü, bir uçan buğu; / İplik ki, incecik, örer boşluğu.
Ana rahmi zâhir, şu bizim koğuş; / Karanlığında nur, yeniden doğuş... / Sesler duymaktayım: Davran ve boğuş!
Sen bir devsin, yükü ağırdır devin!/ Kalk ayağa, dimdik doğrul ve sevin!
Mehmed’im, sevinin, başlar yüksekte! / Ölsek de sevinin, eve dönsek de! / Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!
Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir! / Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!”
27.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İslam YAŞAR |
Hiç olmaktan güç almak |
|
Vefa bir haslettir, vefakârlık meziyet, vefasızlıksa zaaf.
Her ne kadar bu sıfatların bazıları bazı hayvanlara izafe edilse de bunların hepsi insana has hâllerdir. Üstelik bu sıfatları bazı kişiler değil, bütün insanlar taşırlar.
Yani insan ya bîvefadır, ya vefadâr. Bazı insanlar, kimine vefalı davranıp kimine vefasızlık etse de netice değişmez. Her insan taşıdığı sıfatla iştihar eder ve muhataplarından ona göre muamele görür.
Bu sıfatlar, onları taşıyan insanlara hem kazandırır, hem kaybettirir. Vefa-bîgâne olanlar dost kaybeder, düşman kazanır; vefa-şiâr olanlar düşman kaybeder, dost kazanır.
“Her kim ki arar bûy-i vefâ tab’ı beşerde
Benzer ana kim devlet umar zıll-i Humâdan”
Buna rağmen, adı tarihe karıştığından ‘Lâ edri’ tabiriyle anılan bir şairin, ‘İnsan karakterinde vefâ kokusu arayan kişi, huma kuşunun gölgesinden devlet uman insana benzer’ mânâsına gelen bu beyitte de ifade ettiği gibi insan karakteri vefasızlığa meyyaldir.
Onun için vefâya; sözünde durma, sevgide, dostlukta sebat etme, yetişme dense; huma kelimesi, gölgesi kimin başına düşerse onun padişah olacağına inanılan devlet kuşu, saadet, mutluluk, bahtiyarlık mânâlarına gelse ve fıtrat bunları istese de insan bîvefâ addedilir.
Halbuki Peygamberimizin (asm) “Ahde vefâ dindendir” hadis-i şerifi ile de ifade ettiği gibi vefakârlık bir dinî vecibedir. O sıfatı taşıyan insan hem dinî vecibesini yerine getirir, hem de huzurlu, mutlu, bahtiyar olur.
Bu itibarla vefakârlık, bahtiyarlığın membaıdır.
Elbette insan da her hâl ü kârda bahtiyar olmak ister.
***
“Bahtiyar; kevser-i Kur’ânîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için bir buz parçası nev’indeki şahsiyetini ve enaniyetini o havuzun içine atıp eritendir.”
Bahtiyar insanı böyle tarif etmişti Bediüzzaman Said Nursî. Bütün insanların bahtiyar olmalarını istediği için de herkesin şahsiyetini, enaniyetini içinde eritebileceği içtimâî bir ihlâs havuzu hazırlamıştı.
Vefa vasfını yaşamakta olduğu gibi bahtiyar sıfatını taşımakta da bir kazanma ve kaybetme hâli vardı. Zâhiri kaybedip bâtını kazanma, ‘ben’i bırakıp ‘biz’ olma, hiçleşerek hep hâline gelme keyfiyeti.
Zîra, havuza atılan buz parçası eriyince hacmini, şeklini, rengini, durumunu kaybeder ama havuzdaki bütün suyun rengi, letâfeti, mahiyeti ve muhtevası ile bütünleşirdi.
Aynen onun gibi cemaatinin şahs-ı mânevîsi içinde benliğini, enaniyetini eriten insan da zahiren bazı özelliklerini kaybeder ama hakikatte cemaatin mahiyetini, keyfiyetini kazanırdı.
Böylece bir iken bin olur, cüz’î iken küllî kuvveti kazanırdı. Nefis itibariyle hiçleşse de dâvâ cihetiyle cemaatleşir ve ‘himmeti nisbetinde tek başına bir cemaat hâline gelirdi.’
Bu güzel haslet, büyük ölçüde fedakârlık duygusuna dayandığından bütün mürşidler müridlerini, şeyhler müntesiplerini, hocalar talebelerini fedakârlık yapmaya teşvik etmişlerdi.
Asıl fedakârlık da maldan, mülkten, makamdan, mevkiden, şandan, şöhretten ziyade benlikten, enaniyetten, hodfüruşluktan, kibirden, riyadan vazgeçmek olduğundan, her insanda bulunan nefsânî hassasiyeti kırmaya ve her vesile ile ruhun sonsuz hazlarını hissettirmeye çalışmışlardı.
“Bir hiçsin, yoksun sen
Fakat yokluğun, hiçliğin,
Varlıktan çok daha iyi.
Büsbütün ziyana batmışsın,
Fakat ziyanının tamamı kâr.
Elimde topraktan başka bir şey yok dersin.
A benim canım, elindeki toprağa,
Bütün gökler gıpta etmekte.”
Mevlânâ’nın bu mısraları da işte o çabanın, gayretin tezahürüydü. Kelimelerin zahirî mânâları hisleri rencide edecek kadar sert ama söyleyen bir mürşid olunca hitap hakaretten ziyade iltifat mânâsı kazanmıştı.
Çünkü mürşidlerin nazarları gibi hitaplarında da katılıkları eriten, sertlikleri yumuşatan, perdeleri kaldıran ve kabuğu, kabı, kılıfı şeffaflaştırıp içindeki hayat usaresini harekete geçiren müessir bir sır vardı.
Onun için kendine maddî gözüyle değil de mürşidinin nazarıyla bakan, onun sözlerini can kulağıyla dinleyen bir insan, kendisinde olduğundan çok daha farklı hâller müşahede eder ve görüp duyduğu gibi olmaya çalışırdı.
O zaman, ele alındığında horlanan, hakir görülen kara toprak, billur renkli bir avuç su olur yüzünü semaya çevirir ve gökleri, bütün sekeneleri ile birlikte sinesinde misafir ederek melekleri bile imrendirecek kemalât mertebelerine yükselirdi.
Muhataplarına bu hakikatleri anlatırken ‘sen’ diye hitap eden Mevlânâ da, onlara zahiren hiç, bedenen yok olduklarını söyleyerek asıl varlığın mânâ ve ruh olduğunu, insan hayatına onları nazar-ı itibara alarak yön verdiği zaman ruhunun rahat edeceğini anlatmak istemişti.
Fakat bir nasihatin tesirinin, söyleyenin nefsine hitap ettiği nisbette arttığını bildiği için, ‘sen’ diye seslendiği muhataplarına onları anlattıktan sonra sözü kendisine getirmişti.
“Sarığım, cübbem, başım.
Her üçü birden,
Bir dirhem etmez.
Âlemde benim ünüm işte bu.
Sen bu ünü duymadın mı hiç?
Ben hiç kimse değilim.
Bir hiçim, hiç...”
Bu mısralarda da görüldüğü gibi muhatabı nefsi olunca hitabının hududunu genişleten Mevlânâ, sadece bedenini ve maddesini değil, bedenini temsil eden başını, taşıdığı sıfatların şiarı olarak giydiği sarığını, cübbesini de hiçliğine dahil etmişti.
Kendisi istemediği hâlde dillerden düşürülmeyen ününü duyan bazı insanların, iç dünyasında kendine bazı mânevî makamlar, uhrevî mevkiler vererek onlara sığınıp iradelerini zayıflatmalarına mani olmak için ününün bu yönünü nazara verme ihtiyacı hissetmişti.
Ona göre bir insanın, hiçliğini hissederek güç almasının ve zahirî varlıkların hakikatte yok olduklarını görerek ebedî Rahmet hazinelerine kavuşup ziyanının tamamını kâra çevirmesinin yegâne yolu, iradesini kullanarak mâneviyât âlemlerine doğru kanat açmasıydı.
Bir mürşidin vazifesi de müridini himmet kanatlarının altına alıp korumaya çalışmak değil, ona aslında kendisinin de bir hiç olduğunu hatırlatmak ve iradesini kullanıp hiç olmaktan güç alarak her sahada terakkî etmenin yollarını öğretmekti.
Nitekim Bediüzzaman da “İnsan şu kâinat içinde pek nazik ve nazenin bir çocuğa benzer. Zaafında büyük bir kuvvet ve aczinde büyük bir kudret vardır. Çünkü o zaafın kuvvetiyle ve aczin kudretiyledir ki, şu mevcudat ona musahhar olmuş” diyerek bu büyük kuvvet kaynağına dikkat çekti.
Mürşid bunu yapmadığı takdirde, fıtraten tembelliğe meyyal olan insan, zorluklara katlanıp güçlükleri aşarak çalışıp kazanmaktan ziyade çocukça bir hevese kapılarak hazıra konar veya birinin himayesine girer ve büyük bir güç kaynağı olan hiçlik hissini miskinlik vesilesi yapabilirdi.
Buna fırsat bulan bir insan sadece dünyevî işlerde ve maddî meselelerde değil, mânevî vazifelerini yerine getirmekte de aynı tembelliğe tevessül edeceği için maddî mânevî atalet içine girebilirdi.
Bir sefer nefsinin telkinlerine göre hareket eden ve iradesini bastırıp vicdanını susturarak bu yola giren insan, yaptığını makul gösterecek sebepler bulur, kendini mazur gösterir ve başkalarının muâveneti ile yaşamaya mahkûm olurdu.
Böyle bir alışkanlık sadece fertlere münhasır kalmaz, sârî bir illet haline gelip bütün cemiyeti sarar ve milleti, maddî ve mânevî yönden telâfisi mümkün olmayan bir tedennî girdabına sürüklerdi.
Onun için Bediüzzaman “Hem deme ki, ‘Ben hiçim, ne ehemmiyetim var ki bu kâinat, bir Hakîm-i Mutlak tarafından kasdî olarak bana teshîr edilsin, benden bir şükr-ü küllî istenilsin!’ Çünkü sen çendan nefsin ve suretin itibariyle hiç hükmündesin fakat vazife ve mertebe noktasında sen şu haşmetli kâinatın dikkatli bir seyircisi, şu hikmetli mevcudâtın belâgatlı bir lisân-ı nâtıkı ve şu kitab-ı âlemin anlayışlı bir mütâlâacısı ve şu tesbih eden mahlûkatın hareketli bir nazırı ve şu ibâdet eden masnuâtın hürmetli bir ustabaşısı hükmündesin” diyerek insana hakikî mahiyetini hatırlatma ihtiyacı hissetti.
İnsanlığın yalnız yüzünü gökyüzüne çevirmekle kalmadığı, âsumanın derinliklerini merak ettiği, uzaya birbiri ardınca keşif uyduları gönderdiği ve kendine en yakın gezegene adım atmaya hazırlandığı bir zamanda bunları söylemek mânidardı.
Bu ikaza kulak verip ne zaman hangi cihetiyle kendisini hiç hükmünde hissetmesi gerektiğini bilen ve mertebesinin farkına varıp vazifesinin şuuruna eren insan, yalnız kendisine ve etrafındaki mevcudâta değil, bütün kâinata da bambaşka bir gözle bakardı.
Bilhassa ‘arzdan baktığı zaman Arş-ı âlâda İsrafil’in (as) azametli duruşunu temâşâ eden’ evliyaların varlığını bilir ve onların o mertebelere çıkış yollarını takip ederse âlemin ekser sırlarına vakıf olabilirdi.
Tefekkür hassasını harekete geçiren bu nazar sayesinde kâinatı dikkatle seyreder, kâinat kitabını itina ile inceler, mevcudâtın lisân-ı hâli ile yaptığı tesbihâta kulak verir, mahlûkatın ibadetlerine nezaret eder ve hepsinden mânen hissesini alarak ‘küçük bir âlem’ hâline gelirdi.
İnsan ancak o zaman “Benim Rabb-i Rahîmim dünyayı bana bir hâne yaptı, ay ve güneşi o hâneme bir lamba ve baharı bir deste gül ve yazı bir sofra-i nîmet ve hayvanı bana hizmetkâr yaptı ve nebatâtı o hânemin zîynetli levâzımâtı yaptı” diyebilirdi.
***
Bediüzzaman Said Nursî verdi insanlara bu müjdeyi.
Sadece müjde vermekle kalmadı, kâh Risâle-i Nur’un muhtelif yerlerinde işlediği Tevhid mevzuunda âlemi insanın gözünün önüne serdi, kâh Mi’rac bahsini takip edenleri Arş-ı Âlâya çıkardı, kâh Âyetü’l-Kübrâ ile insana kâinatın her tarafını gezdirerek ruhen tekâmül etmenin yollarını açtı.
Ardından da insanın, bütün bunları ancak faniliğini, acizliğini, zayıflığını hissedip nefis ve sûret cihetiyle hiç olduğunu bilmekten güç alıp ‘ruhunu Rahman’a teslim ederek’ vefâlı ve bahtiyar bir kul olduğu takdirde yapabileceğini anlattı.
İradesini kullanıp imanını güçlendirerek tefekkür hassasını harekete geçiren insanların bunu başarıp ‘bütün mevcudâtı birden isteyebileceklerini’ göstermek için de hissiyatını bizzat kendisi seslendirdi:
“Fâniyim, fâni olanı istemem,
Âcizim, âciz olanı istemem.
Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem.
İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim,
Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed isterim.
Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudâtı birden isterim.”
27.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|