Necip Fazıl Kısakürek’in doğum ve ölüm tarihlerine baktığımızda “özel” bir durum çarpar gözümüze…
Malum… Gaiplerden gelen sese uyup, boşluğu ense kökünde gezdirmek üzere; İstanbul Çemberlitaş’taki konakta 26 Mayıs 1904’de doğar ve 25 Mayıs 1983’de İstanbul Erenköy’de hayata gözlerini yumar Necip Fazıl Kısakürek…
Sevdiğine kavuşma gününün, dünyaya geliş gününden bir gün önceye rastlaması, sadece “tesadüf” kelimesiyle açıklanabilir mi bilemem...
Necip Fazıl Kısakürek doğup “ele” alındığında,”yaşar mı, yaşamaz mı?” endîşesi ailesini sarar; büyüyüp, gelişip, fikrî olgunluğa ve kemale erdikten sonra yazdıklarıyla gösterir ki “ele avuca” sığmaz biri vardır artık Türk kültür, san’at, edebiyat ve sosyal hayatında...
Günün birinde eline kalemi alıp;
“Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum;
Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum” diyen şair, günün birinde, başkalarının yazabilmek için gıptayla baktığı şiirlerini “düşük çocuk” olarak yorumluyor ve bir çırpıda “yok” sayıyor. Ardından da; önceleri “Senfoni” iken, sonradan “Çile” adını verdiği şiiriyle ünlü kitapta topladığı şiirlerini işaret ediyor ve; “İşte şiir kitabım bu. Hepsi bu kadar; ve bu kitaba gelinceye dek başka hiçbir şiir bana, adıma ve ruhuma mal edilemez.” diyor…
Türk Edebiyat tarihinde bunu diyebilen tek kişi: kimilerinin “Sabık Şair” kimilerinin “Bir mısra-ı bir millete şeref vermeye yeter”, kimilerinin “Üstad”, olarak gördüğü Necip Fazıl Kısakürek’ten başkası değil…
Bir zamanlar; “Prens”in ağzından çıkacak tek heceyi ezberlemeyi kendileri için şeref sayanların, “büyük değişim” sonrasını anlamakta gösterdikleri anlayışsızlık çıkmazından yaptıkları sataşmalara verdiği cevaplarla tek başına bir mücadeleye girişir…
Necip Fazıl’ın derdi fertle…
Ferdin kişiliğini kazanmasıyla, olgunlaşmasıyla…
Onun için “Kim var?” denildiğinde, sağa sola bakınmadan “Ben varım!” diyecek genci arar, “Benim olmadığım yerde kimse yoktur” duygusuna sahip bir dava ahlâkına sahip gençler yetişmesini ister…
Kendisiyle yapılan bir görüşmede, “Buradan bir halı çalınsa ev halkı telâş eder gitti diye. Hâlbuki ruhumuz çalınıyor yahu.” teşhisini koyar...
Yazdıklarıyla, salonlarda ve meydanlarda konuştuklarıyla bu teşhisini açar, toplumun her kesiminin dikkatini ruhumuzun çalınmasına karşı çekmeye çalışır.
Şairliği kadar tiyatro eserleriyle, hikâyeleriyle ve araştırmalarıyla da haklı bir şöhrete sahip olur kısa sürede ve sevmeyenlerince bile “Üstad” kabul edilir, “Üstad”lığı neredeyse “özel isim” haline gelir…
İstanbul Kültür Sarayı’nda 25 Mayıs 1980 günü düzenlenen bir törenle Türk Edebiyatı Vakfı tarafından kendisine “Sultanü’ş Şuârâ” ödülü ve unvanı verilir ama yine halk tarafından “Üstad” olarak bilinir, “Üstad” olarak anılır Necip Fazıl Kısakürek…
Necip Fazıl’ın şair olmasında, şiire başlamasında annesinin hastahane odasındaki; “- Senin şair olmanı ne kadar isterdim!” talebine karşılık içtenlikle verilmiş olan; “- Şair olacağım!” kararı kesin etken elbette… Detayı “Çile” isimli şiir kitabının girişinde “Şiirlerim ve şairliğim” başlığı altında anlatılan bu olay yaşandığında Necip Fazıl henüz 12 yaşında bir çocuktur… Hastane odasında aldığı bu kararın hakkını çok genç yaşlarında vermeye başlayan Necip Fazıl’ın daha sonrasında annesine hitaben yazdığı şiirler de “anne” üzerine yazılmış en iyi şiirlerin başında sayılır hep. İşte, söylediklerimizin, bir Anneler Gününde “Anneciğim” şiirinden mısralarla ispatı:
“Ak saçlı başını alıp eline, / Kara hülyalara dal anneciğim! / O titrek kalbini bahtın yeline, / Bir ince tüy gibi sal anneciğim!
……………………
Gözlerinde aksi bir derin hiçin, / Kanadın yayılmış, çırpınmak için; / Bu kış yolculuk var, diyorsa için, / Beni de beraber al anneciğim!...”
Edebiyat dünyasına, özellikle de Türk şiir ortamına genç yaşında damgasını vurmaya başlayan Necip Fazıl, alışılmış söylemlerin hepsini yerli duygularla allak bullak eder… Sorgulamaları edebiyat dünyasının sorgulaması olur adeta… Derken bir gün “Senfoni” adıyla kaleme aldığı ve bir süre sonra “Çile” adını verdiği uzunca şiiriyle Necip Fazıl; düşünce dünyasını, içini, hayat yolculuğunu özetler sanki:
“Gaiblerden bir ses geldi: Bu adam, / Gezdirsin boşluğu ense kökünde! / Ve uçtu tepemden birdenbire dam; / Gök devrildi, künde üstüne künde...
Pencereye koştum: Kızıl kıyamet! / Dediklerin çıktı, ihtiyar bacı! / Sonsuzluk, elinde bir mavi tülbent, / Ok çekti yukardan, üstüme avcı.
Ateşten zehrini tattım bu okun. / Bir anda kül etti can elmasımı. / Sanki burnum, değdi burnuna (yok)un. / Kustum, öz ağzımdan kafatasımı
…………
Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik; / Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur. / İçiçe mimarî, içiçe benlik; / Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhur!
Nizam köpürüyor, med vakti deniz; / Nizam köpürüyor, ta çenemde su. / Suda bir gizli yol, pırıltılı iz; / Suda ezel fikri, ebed duygusu.
……………..
Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök! / Heybem hayat dolu, deste ve yumak. / Sen, bütün dalların birleştiği kök; / Biricik meselem, Sonsuza varmak...”
13.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|