Zamanın ve hayatın akışı içinde kış hiç eksik olmaz.
Her sene zaten zamanın en az dörtte biri kış olarak geçer. Bazen mevsim dışında meydana gelen tabiî felâketler, bazen de milletçe yaşanan fevkalâde hadiseler kışa teşbih edildiğinden bu kelime pek dilden düşmez.
Yalnız hadiseleri zahirî görünüşlerine göre değerlendiren şairler, yazarlar değil, gaybî nazarla bakan ve hikmetlerine dikkat çeken âlimler, mütefekkirler ve mürşitler de zor şartları hep kışa benzetmişlerdir.
Bu zamana kadar, şartlarının ağırlığı itibariyle tarihe geçen pek çok kış mevsimi de yaşanmıştır, o zorlukları tahattur ettirdiği için kışa benzetilen içtimaî felâketler de.
Yaşayanlar tarafından çekilmez addedilen mevsimlerin ve hadiselerin ekseriyetinin tesiri, yaşandığı zamanın dışına çıkamamış teferruat kabilinden tarihî bir not olmaktan öteye geçememiştir. Fakat bazıları dünya durdukça duracak kalıcı izler bırakmıştır.
Mevsim normallerinden uzun sürdüğü veya çok zor geçtiği için hafızalarda iz bırakan kış mevsimleri, tahribatı ne kadar büyük olursa olsun kaderin tecellisi sayılarak tevekkülle karşılanmıştır.
Lâkin insan iradesinin mahsulü olan, insan eliyle işlenen ve en büyük zararı yine insana veren savaş, katliâm, tehcir, sömürü gibi beşerî felâketler ne tevekkülle karşılanmış, ne de unutulmuştur.
Daha sonra öyle hadiseler vuku buldukça hep onlar hatırlanmış, yaşananlar onlara benzetilerek felâketin büyüklüğü nazara verilmek istenmiş, bu hâl de dehşetin depreşmesine sebep olmuştur.
Bilhassa masallara, destanlara menkıbelere malzeme yapılıp hikâyelerde, romanlarda, tiyatrolarda, filmlerde işlendikçe dehşet şiddetlenerek devam etmiştir.
Moğol zulmü ve Deccal fitnesi de tesiri hâlâ devam eden tarihî hadiselerdendir.
***
Tarihe malolan ilk dehşetli mezalim, Moğol istilâsı zamanında yaşanmıştı.
Moğolistan’da, Baykal Gölü’nün güneyinden küçük bir birlikle başlayan ve bir taun, bir kasırga hâlinde bütün Asya’yı sararak insanlığı kasıp kavuran bu beşerî âfet taifesinin geçtiği yerlerde hayat izi kalmamıştı.
Dehşet haberleri yayıldıkça insanlar kaçacak yer aramışlar; hanlar, hanedanlar, boylar, soylar, sülâleler varlıklarını devam ettirmek için yurtlarını yuvalarını bırakıp göçmek zorunda kalmışlardı.
Moğollardan kaçan insanlar genellikle Batıya doğru göçmüşler, önlerine deniz çıkınca oralarda duramamışlar, dönüp geriye de gidememişler ve çaresiz kalıp Anadolu’ya doluşmuşlardı.
Talanda ve zalamda hudut tanımayan; kana, cana, katliâma doymayan Moğol ve Mançur kabileleri de onları takip ederek Anadolu’ya girince Küçük Asya, suyu kan, malzemesi can olan koca bir kaos kazanı hâline gelmişti.
Öyle ki; ihtiras hisleri ve inzivâ hasleti iç içe girmiş, muhteris ile münzevî birbirine karışmış, zalim ve mazlûm yan yana gelmiş, kan ve gözyaşı birlikte akmaya başlamıştı.
“Bir bölük halka deniz gibi köpürüyor,
Bir bölük halk dalga dalga secdede.
Bir bölük halk kılıç gibi savaşıyor,
Bir bölük halk kanımızı içmede...”
O zaman Anadolu’da yaşanan içtimâî hayatı bu mısralarla anlatmıştı, ailesi ile birlikte Belh’ten Konya’ya göçerken yıllarca dehşeti yaşayan ve nice mezalime şahit olan Mevlânâ.
Fakat o, andan ziyade zamanı yaşayanlardan, önüne değil geleceğe bakanlardandı. Zulmün âbâd olmayacağını, mazlûmun âhının yerde kalmayacağını biliyordu.
Onun için ne telâşlanıp tehevvüre kapılmıştı, ne karamsarlığa, ümitsizliğe düşmüş, bedbinleşmişti. Dininden güç almış, imanından kuvvet kazanmış, sevgi kılıcını kuşanıp şefkat, merhamet kalkanını takınarak harekete geçmişti.
Mevlânâ’nın, zamanın diğer güç ve kuvvet sahiplerinden farkı, insanlığı esas alıp mezalime, merhametle mukabele ederek insî ve nefsî düşmanlara meydan okumasıydı.
Yaşanan hadiseler karşısında cesaretini, ümidini kaybederek etrafına ümitsizlik empoze eden bedbin insanları da Moğol askerlerinin beyhude bir âdetlerini hatırlatarak ikaz etmişti.
“Hadi sen de Moğol askerleri gibi
Ölmek üzere olan birisi
Ölmesin diye göğe ok at”
Bu ümidi ve cesareti sayesinde Moğol, Mançur zalimleri de yaklaşamamıştı onun bulunduğu muhite; hırs ve nefis nadanları da. Ye’se düşenlere ümit aşılamış, havfa kapılanlara cesaret vermiş; masumların, mazlûmların, nadimlerin tahassüngâhı olmuştu.
Daha önce pek çok beyden, paşadan medet umup zahidin yanına, meşayihin dergâhına sığındığı hâlde kendisini emniyette hissedemeyen nice insan onun yanında maddî huzur ve mânevî sürur bulmuştu.
Böylece onun müsamahası, imanı, sevgisi, içtihadı ve irşadı sayesinde Anadolu’nun bağrında bir ümit kaynağı, nur menbaı ve huzur mecrâı meydana gelmişti.
İhtiras çölünün ortasında açılan bu mâneviyât vahası Mevlânâ söyledikçe genişlemiş, sema ettikçe derinleşmiş ve bütün Anadolu’yu ihata ettikten sonra en güzel meyvesini vermişti.
Osmanlı Devleti...
***
“Dünya büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan Garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir tâun felâketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor.”
Bediüzzaman Said Nursî’nin ifade ettiği bu gibi felâketler neticesinde yıkıldı Osmanlı Devleti.
Asırlarca dünyaya adaletle hükmeden Osmanlı’nın, varlığına çok ihtiyaç hissedildiği bir zamanda tarih sahnesinden çekilmesiyle dünyanın içtimaî dengesi bozuldu, beşeriyetin huzuru kaçtı.
Medeniyetin beşiği olarak görülen Avrupa’da bir köy ihtiyar heyetinin çözebileceği basit sebeplerden çıkan dünya savaşlarında devletler, milletler birbirine girdi, milyonlarca masum insan öldü.
Medenî geçinen milletlerin, modern silâhlarla yaptıkları denî saldırılarından kurtulabilenler evlerini, barklarını; yurtlarını, yuvalarını terk ederek kendilerine güvenli bir yer bulabilmek maksadıyla göçe başladılar.
Moğol istilâsı zamanında olduğu gibi çaresiz insanlardan ve iptidaî vasıtalardan müteşekkil bu kafilelerin ekseriyetinin de, müstevlilerin de hedefi yine Anadolu toprakları idi.
Biçare göç kafilelerini ilim ve teknik cihetiyle gelişse de insanlık hasletinden nasibini almamış vahşi güruhlar takip ettiği için bağrında yeryüzünün en yoğun nüfusunu barındıran yaşlı kıt’ada, insanlık tarihinin en hazin hayat tabloları yaşanıyordu.
Üstelik bütün bunlar; Bediüzzaman’ın “Medeniyetin günahları iyiliklerine galebe edip seyyiâtı hasenatına râcih gelmekle, beşer iki harb-i umumî ile iki dehşetli tokat yiyip o günahkâr medeniyeti zir ü zeber edip öyle bir kustu ki yeryüzünü kanla bulaştırdı” diyerek teşhir ettiği medeniyet adına yapılıyordu.
Müstevli emellerini gerçekleştirmek maksadıyla topyekûn harekete geçen ‘Dessas Avrupa zalimlerinin’ çıkardığı bu kanlı hengâme, her türlü ifsat hareketinin kolayca vuku bulabileceği müfsit bir zemin teşekkül ettirmişti.
Muhammed Sûresi’nin, “Onun şartları gelmiştir” meâlindeki on yedinci âyetinde işaret edilen şartların geldiğini gösteriyordu dünyayı saran içtimaî keşmekeş ve insanlığın içine düştüğü kanlı kaynaşma.
Nitekim, önce Kuzey yarımkürenin kutba yakın taraflarında ‘Kâfirlerin büyük Deccalı’ zuhur etti. İnsanları nefsinin kölesi hâline getiren maddî ihtirasların, süflî arzuların da tesiriyle ‘medeniyette ve hâkimiyette geri kalan çapulcu kabileler’ arasında makes buldu.
İnkâr-ı uluhiyet fikrini varlığının sebebi yapmasına ve ‘din afyondur’ iddiâsıyla bütün dinî değerlere savaş açmasına rağmen, Hıristiyan dünyasından fazla mukavemet görmeyince Güneye doğru hızla yayıldı ve önce zuhuruna zemin hazırlayan zengin Hıristiyan devletlerini kasıp kavurdu.
Aslında Bediüzzaman’ın “Kur’ân’-ın lisân-ı semâvîsinde Ye’cüc ve Me’cüc nâmı verilen Moğol ve Mançur kabileleri, eski zamanda Çin-i Maçin’den bir kısım başka kabileleri beraber alarak kaç defa Asya ve Avrupa’yı herc ü merc ettikleri gibi; gelecek zamanlarda dahi dünyayı zîr ü zeber edeceklerine işaret ve kinayedir” diyerek de tevil ettiği bu hadise tarihî tekerrürün tezahürüydü.
Ne var ki insanlık ‘unutmak’ illetiyle müptelâ olduğu, ‘büyük kafalar da gaflet içine’ daldığı için pek çok tarihî hadise gibi Deccal komitesinin maddî mânevî tahribatından da ders almadı.
Bu yüzden, Bediüzzaman o tevilin ardından “Hattâ, şimdi de komünistlik içindeki anarşistin ehemmiyetli efradı onlardandır. İhtilâl-i Fransevîde hürriyetperverlik tohumuyla ve aşılamasıyla sosyalistlik türedi, tevellüd etti; sosyalistlik ise bir kısım mukaddesatı tahrip ettiğinden aşıladığı fikir bilâhare Bolşevikliğe inkılâb etti” sözleri ile ikaz etmesine rağmen ders alınmadığı için felâket gittikçe büyüyerek bütün beşeriyeti sardı.
O tarihlerde İslâm Âlemine de sirayet eden o menhus ruh, önceleri devlet adamları, siyaset çevreleri, ilim ve san’at camiası arasında dinde lâkaytlık, ibadetlerde tembellik ve şeâire karşı laubalilik şeklinde kendisini gösterdi.
Müslümanların maddî zorluklarla ve mânevî zaruretlerle boğuşmalarından istifade ederek şeâir-i İslâmiyelerin pek çoğunu değiştirdi, bir o kadarını da tamamen kaldırdı. Bir süre sonra da imanın erkânına şiddetli hücumlar başladı.
Böylece insanlık tarihinde Habil ile Kabil’in kavgasıyla başlayıp Moğol mezalimi ile hız kazanan taun felâketi, Deccal komitesinin ve Süfyan fitnesinin tahribatıyla çok daha dehşetli bir hâl aldı.
Çünkü “Büyük Deccalın cebir ve ceberut-u mutlakına itaat etmeyen şehit olur, itaat edense kâfir olmaz” hükmünce Moğol zalimleri ve Deccal komitesi insanların sadece dünya hayatlarını mahvederken, Müslümanlara musallat olan Süfyan fitnesi insanların ebedî hayatlarına kastettiğinden onun tahribatı diğerlerinden çok daha müthişti.
***
Süfyan komitesinin, bir günde üç yüz senede yapılamayacak kadar çok tahribat yaptığı en güçlü zamanında çıktı Bediüzzaman bu ifsat hareketinin karşısına.
Onların, imanın erkânını inkâr ettirme teşebbüslerine yazdığı mukni tefsirlerle karşı koydu ve bu şekilde telif ettiği Risâle-i Nur Külliyatı ile ‘Dinsiz bir milletin yaşamayacağı’ gerçeğini ortaya koydu.
Ardından da “Kardeşlerim, Risâle-i Nur küfrün belini kırmıştır. İnşallah küfür kıyamete kadar bir daha belini doğrultamayacaktır” diyerek İslâmın müstakbel zaferini ilân etti.
Gerçekten de küfür, Risâle-i Nur’un intişarından sonra bir daha iflâh etmedi. Bugün, küfrün en dehşetli mümessili olan Süfyan komitesi, dördüncü gününde mevcudu muhafaza ederek varlığını koruma telâşıyla çırpınıyor.
‘Kur’ân-ı Hakîm’in bu asırda bir mucize-i mânevîyesi’ olan Risâle-i Nur ise Türkiye’de, İslâm Âleminde ve dünyanın pek çok ülkesinde hızla intişar ediyor.
“Eğer başına çabuk kıyamet kopmazsa, hakaik-ı İslâmiye, beşeri esfel-i safilîn derece-i sukutundan kurtaracak ve ruy-u zemini temizleyip sulh-u umumiyi temin etmeye vesile olacaktır” inşallah.
13.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|