|
|
Abdurrahman ŞEN |
Necip Fazıl’ı anlayabilmek-1 |
|
Necip Fazıl Kısakürek’in doğum ve ölüm tarihlerine baktığımızda “özel” bir durum çarpar gözümüze…
Malum… Gaiplerden gelen sese uyup, boşluğu ense kökünde gezdirmek üzere; İstanbul Çemberlitaş’taki konakta 26 Mayıs 1904’de doğar ve 25 Mayıs 1983’de İstanbul Erenköy’de hayata gözlerini yumar Necip Fazıl Kısakürek…
Sevdiğine kavuşma gününün, dünyaya geliş gününden bir gün önceye rastlaması, sadece “tesadüf” kelimesiyle açıklanabilir mi bilemem...
Necip Fazıl Kısakürek doğup “ele” alındığında,”yaşar mı, yaşamaz mı?” endîşesi ailesini sarar; büyüyüp, gelişip, fikrî olgunluğa ve kemale erdikten sonra yazdıklarıyla gösterir ki “ele avuca” sığmaz biri vardır artık Türk kültür, san’at, edebiyat ve sosyal hayatında...
Günün birinde eline kalemi alıp;
“Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum;
Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum” diyen şair, günün birinde, başkalarının yazabilmek için gıptayla baktığı şiirlerini “düşük çocuk” olarak yorumluyor ve bir çırpıda “yok” sayıyor. Ardından da; önceleri “Senfoni” iken, sonradan “Çile” adını verdiği şiiriyle ünlü kitapta topladığı şiirlerini işaret ediyor ve; “İşte şiir kitabım bu. Hepsi bu kadar; ve bu kitaba gelinceye dek başka hiçbir şiir bana, adıma ve ruhuma mal edilemez.” diyor…
Türk Edebiyat tarihinde bunu diyebilen tek kişi: kimilerinin “Sabık Şair” kimilerinin “Bir mısra-ı bir millete şeref vermeye yeter”, kimilerinin “Üstad”, olarak gördüğü Necip Fazıl Kısakürek’ten başkası değil…
Bir zamanlar; “Prens”in ağzından çıkacak tek heceyi ezberlemeyi kendileri için şeref sayanların, “büyük değişim” sonrasını anlamakta gösterdikleri anlayışsızlık çıkmazından yaptıkları sataşmalara verdiği cevaplarla tek başına bir mücadeleye girişir…
Necip Fazıl’ın derdi fertle…
Ferdin kişiliğini kazanmasıyla, olgunlaşmasıyla…
Onun için “Kim var?” denildiğinde, sağa sola bakınmadan “Ben varım!” diyecek genci arar, “Benim olmadığım yerde kimse yoktur” duygusuna sahip bir dava ahlâkına sahip gençler yetişmesini ister…
Kendisiyle yapılan bir görüşmede, “Buradan bir halı çalınsa ev halkı telâş eder gitti diye. Hâlbuki ruhumuz çalınıyor yahu.” teşhisini koyar...
Yazdıklarıyla, salonlarda ve meydanlarda konuştuklarıyla bu teşhisini açar, toplumun her kesiminin dikkatini ruhumuzun çalınmasına karşı çekmeye çalışır.
Şairliği kadar tiyatro eserleriyle, hikâyeleriyle ve araştırmalarıyla da haklı bir şöhrete sahip olur kısa sürede ve sevmeyenlerince bile “Üstad” kabul edilir, “Üstad”lığı neredeyse “özel isim” haline gelir…
İstanbul Kültür Sarayı’nda 25 Mayıs 1980 günü düzenlenen bir törenle Türk Edebiyatı Vakfı tarafından kendisine “Sultanü’ş Şuârâ” ödülü ve unvanı verilir ama yine halk tarafından “Üstad” olarak bilinir, “Üstad” olarak anılır Necip Fazıl Kısakürek…
Necip Fazıl’ın şair olmasında, şiire başlamasında annesinin hastahane odasındaki; “- Senin şair olmanı ne kadar isterdim!” talebine karşılık içtenlikle verilmiş olan; “- Şair olacağım!” kararı kesin etken elbette… Detayı “Çile” isimli şiir kitabının girişinde “Şiirlerim ve şairliğim” başlığı altında anlatılan bu olay yaşandığında Necip Fazıl henüz 12 yaşında bir çocuktur… Hastane odasında aldığı bu kararın hakkını çok genç yaşlarında vermeye başlayan Necip Fazıl’ın daha sonrasında annesine hitaben yazdığı şiirler de “anne” üzerine yazılmış en iyi şiirlerin başında sayılır hep. İşte, söylediklerimizin, bir Anneler Gününde “Anneciğim” şiirinden mısralarla ispatı:
“Ak saçlı başını alıp eline, / Kara hülyalara dal anneciğim! / O titrek kalbini bahtın yeline, / Bir ince tüy gibi sal anneciğim!
……………………
Gözlerinde aksi bir derin hiçin, / Kanadın yayılmış, çırpınmak için; / Bu kış yolculuk var, diyorsa için, / Beni de beraber al anneciğim!...”
Edebiyat dünyasına, özellikle de Türk şiir ortamına genç yaşında damgasını vurmaya başlayan Necip Fazıl, alışılmış söylemlerin hepsini yerli duygularla allak bullak eder… Sorgulamaları edebiyat dünyasının sorgulaması olur adeta… Derken bir gün “Senfoni” adıyla kaleme aldığı ve bir süre sonra “Çile” adını verdiği uzunca şiiriyle Necip Fazıl; düşünce dünyasını, içini, hayat yolculuğunu özetler sanki:
“Gaiblerden bir ses geldi: Bu adam, / Gezdirsin boşluğu ense kökünde! / Ve uçtu tepemden birdenbire dam; / Gök devrildi, künde üstüne künde...
Pencereye koştum: Kızıl kıyamet! / Dediklerin çıktı, ihtiyar bacı! / Sonsuzluk, elinde bir mavi tülbent, / Ok çekti yukardan, üstüme avcı.
Ateşten zehrini tattım bu okun. / Bir anda kül etti can elmasımı. / Sanki burnum, değdi burnuna (yok)un. / Kustum, öz ağzımdan kafatasımı
…………
Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik; / Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur. / İçiçe mimarî, içiçe benlik; / Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhur!
Nizam köpürüyor, med vakti deniz; / Nizam köpürüyor, ta çenemde su. / Suda bir gizli yol, pırıltılı iz; / Suda ezel fikri, ebed duygusu.
……………..
Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök! / Heybem hayat dolu, deste ve yumak. / Sen, bütün dalların birleştiği kök; / Biricik meselem, Sonsuza varmak...”
13.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İslam YAŞAR |
Moğol zulmü, deccal fitnesi |
|
Zamanın ve hayatın akışı içinde kış hiç eksik olmaz.
Her sene zaten zamanın en az dörtte biri kış olarak geçer. Bazen mevsim dışında meydana gelen tabiî felâketler, bazen de milletçe yaşanan fevkalâde hadiseler kışa teşbih edildiğinden bu kelime pek dilden düşmez.
Yalnız hadiseleri zahirî görünüşlerine göre değerlendiren şairler, yazarlar değil, gaybî nazarla bakan ve hikmetlerine dikkat çeken âlimler, mütefekkirler ve mürşitler de zor şartları hep kışa benzetmişlerdir.
Bu zamana kadar, şartlarının ağırlığı itibariyle tarihe geçen pek çok kış mevsimi de yaşanmıştır, o zorlukları tahattur ettirdiği için kışa benzetilen içtimaî felâketler de.
Yaşayanlar tarafından çekilmez addedilen mevsimlerin ve hadiselerin ekseriyetinin tesiri, yaşandığı zamanın dışına çıkamamış teferruat kabilinden tarihî bir not olmaktan öteye geçememiştir. Fakat bazıları dünya durdukça duracak kalıcı izler bırakmıştır.
Mevsim normallerinden uzun sürdüğü veya çok zor geçtiği için hafızalarda iz bırakan kış mevsimleri, tahribatı ne kadar büyük olursa olsun kaderin tecellisi sayılarak tevekkülle karşılanmıştır.
Lâkin insan iradesinin mahsulü olan, insan eliyle işlenen ve en büyük zararı yine insana veren savaş, katliâm, tehcir, sömürü gibi beşerî felâketler ne tevekkülle karşılanmış, ne de unutulmuştur.
Daha sonra öyle hadiseler vuku buldukça hep onlar hatırlanmış, yaşananlar onlara benzetilerek felâketin büyüklüğü nazara verilmek istenmiş, bu hâl de dehşetin depreşmesine sebep olmuştur.
Bilhassa masallara, destanlara menkıbelere malzeme yapılıp hikâyelerde, romanlarda, tiyatrolarda, filmlerde işlendikçe dehşet şiddetlenerek devam etmiştir.
Moğol zulmü ve Deccal fitnesi de tesiri hâlâ devam eden tarihî hadiselerdendir.
***
Tarihe malolan ilk dehşetli mezalim, Moğol istilâsı zamanında yaşanmıştı.
Moğolistan’da, Baykal Gölü’nün güneyinden küçük bir birlikle başlayan ve bir taun, bir kasırga hâlinde bütün Asya’yı sararak insanlığı kasıp kavuran bu beşerî âfet taifesinin geçtiği yerlerde hayat izi kalmamıştı.
Dehşet haberleri yayıldıkça insanlar kaçacak yer aramışlar; hanlar, hanedanlar, boylar, soylar, sülâleler varlıklarını devam ettirmek için yurtlarını yuvalarını bırakıp göçmek zorunda kalmışlardı.
Moğollardan kaçan insanlar genellikle Batıya doğru göçmüşler, önlerine deniz çıkınca oralarda duramamışlar, dönüp geriye de gidememişler ve çaresiz kalıp Anadolu’ya doluşmuşlardı.
Talanda ve zalamda hudut tanımayan; kana, cana, katliâma doymayan Moğol ve Mançur kabileleri de onları takip ederek Anadolu’ya girince Küçük Asya, suyu kan, malzemesi can olan koca bir kaos kazanı hâline gelmişti.
Öyle ki; ihtiras hisleri ve inzivâ hasleti iç içe girmiş, muhteris ile münzevî birbirine karışmış, zalim ve mazlûm yan yana gelmiş, kan ve gözyaşı birlikte akmaya başlamıştı.
“Bir bölük halka deniz gibi köpürüyor,
Bir bölük halk dalga dalga secdede.
Bir bölük halk kılıç gibi savaşıyor,
Bir bölük halk kanımızı içmede...”
O zaman Anadolu’da yaşanan içtimâî hayatı bu mısralarla anlatmıştı, ailesi ile birlikte Belh’ten Konya’ya göçerken yıllarca dehşeti yaşayan ve nice mezalime şahit olan Mevlânâ.
Fakat o, andan ziyade zamanı yaşayanlardan, önüne değil geleceğe bakanlardandı. Zulmün âbâd olmayacağını, mazlûmun âhının yerde kalmayacağını biliyordu.
Onun için ne telâşlanıp tehevvüre kapılmıştı, ne karamsarlığa, ümitsizliğe düşmüş, bedbinleşmişti. Dininden güç almış, imanından kuvvet kazanmış, sevgi kılıcını kuşanıp şefkat, merhamet kalkanını takınarak harekete geçmişti.
Mevlânâ’nın, zamanın diğer güç ve kuvvet sahiplerinden farkı, insanlığı esas alıp mezalime, merhametle mukabele ederek insî ve nefsî düşmanlara meydan okumasıydı.
Yaşanan hadiseler karşısında cesaretini, ümidini kaybederek etrafına ümitsizlik empoze eden bedbin insanları da Moğol askerlerinin beyhude bir âdetlerini hatırlatarak ikaz etmişti.
“Hadi sen de Moğol askerleri gibi
Ölmek üzere olan birisi
Ölmesin diye göğe ok at”
Bu ümidi ve cesareti sayesinde Moğol, Mançur zalimleri de yaklaşamamıştı onun bulunduğu muhite; hırs ve nefis nadanları da. Ye’se düşenlere ümit aşılamış, havfa kapılanlara cesaret vermiş; masumların, mazlûmların, nadimlerin tahassüngâhı olmuştu.
Daha önce pek çok beyden, paşadan medet umup zahidin yanına, meşayihin dergâhına sığındığı hâlde kendisini emniyette hissedemeyen nice insan onun yanında maddî huzur ve mânevî sürur bulmuştu.
Böylece onun müsamahası, imanı, sevgisi, içtihadı ve irşadı sayesinde Anadolu’nun bağrında bir ümit kaynağı, nur menbaı ve huzur mecrâı meydana gelmişti.
İhtiras çölünün ortasında açılan bu mâneviyât vahası Mevlânâ söyledikçe genişlemiş, sema ettikçe derinleşmiş ve bütün Anadolu’yu ihata ettikten sonra en güzel meyvesini vermişti.
Osmanlı Devleti...
***
“Dünya büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan Garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir tâun felâketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor.”
Bediüzzaman Said Nursî’nin ifade ettiği bu gibi felâketler neticesinde yıkıldı Osmanlı Devleti.
Asırlarca dünyaya adaletle hükmeden Osmanlı’nın, varlığına çok ihtiyaç hissedildiği bir zamanda tarih sahnesinden çekilmesiyle dünyanın içtimaî dengesi bozuldu, beşeriyetin huzuru kaçtı.
Medeniyetin beşiği olarak görülen Avrupa’da bir köy ihtiyar heyetinin çözebileceği basit sebeplerden çıkan dünya savaşlarında devletler, milletler birbirine girdi, milyonlarca masum insan öldü.
Medenî geçinen milletlerin, modern silâhlarla yaptıkları denî saldırılarından kurtulabilenler evlerini, barklarını; yurtlarını, yuvalarını terk ederek kendilerine güvenli bir yer bulabilmek maksadıyla göçe başladılar.
Moğol istilâsı zamanında olduğu gibi çaresiz insanlardan ve iptidaî vasıtalardan müteşekkil bu kafilelerin ekseriyetinin de, müstevlilerin de hedefi yine Anadolu toprakları idi.
Biçare göç kafilelerini ilim ve teknik cihetiyle gelişse de insanlık hasletinden nasibini almamış vahşi güruhlar takip ettiği için bağrında yeryüzünün en yoğun nüfusunu barındıran yaşlı kıt’ada, insanlık tarihinin en hazin hayat tabloları yaşanıyordu.
Üstelik bütün bunlar; Bediüzzaman’ın “Medeniyetin günahları iyiliklerine galebe edip seyyiâtı hasenatına râcih gelmekle, beşer iki harb-i umumî ile iki dehşetli tokat yiyip o günahkâr medeniyeti zir ü zeber edip öyle bir kustu ki yeryüzünü kanla bulaştırdı” diyerek teşhir ettiği medeniyet adına yapılıyordu.
Müstevli emellerini gerçekleştirmek maksadıyla topyekûn harekete geçen ‘Dessas Avrupa zalimlerinin’ çıkardığı bu kanlı hengâme, her türlü ifsat hareketinin kolayca vuku bulabileceği müfsit bir zemin teşekkül ettirmişti.
Muhammed Sûresi’nin, “Onun şartları gelmiştir” meâlindeki on yedinci âyetinde işaret edilen şartların geldiğini gösteriyordu dünyayı saran içtimaî keşmekeş ve insanlığın içine düştüğü kanlı kaynaşma.
Nitekim, önce Kuzey yarımkürenin kutba yakın taraflarında ‘Kâfirlerin büyük Deccalı’ zuhur etti. İnsanları nefsinin kölesi hâline getiren maddî ihtirasların, süflî arzuların da tesiriyle ‘medeniyette ve hâkimiyette geri kalan çapulcu kabileler’ arasında makes buldu.
İnkâr-ı uluhiyet fikrini varlığının sebebi yapmasına ve ‘din afyondur’ iddiâsıyla bütün dinî değerlere savaş açmasına rağmen, Hıristiyan dünyasından fazla mukavemet görmeyince Güneye doğru hızla yayıldı ve önce zuhuruna zemin hazırlayan zengin Hıristiyan devletlerini kasıp kavurdu.
Aslında Bediüzzaman’ın “Kur’ân’-ın lisân-ı semâvîsinde Ye’cüc ve Me’cüc nâmı verilen Moğol ve Mançur kabileleri, eski zamanda Çin-i Maçin’den bir kısım başka kabileleri beraber alarak kaç defa Asya ve Avrupa’yı herc ü merc ettikleri gibi; gelecek zamanlarda dahi dünyayı zîr ü zeber edeceklerine işaret ve kinayedir” diyerek de tevil ettiği bu hadise tarihî tekerrürün tezahürüydü.
Ne var ki insanlık ‘unutmak’ illetiyle müptelâ olduğu, ‘büyük kafalar da gaflet içine’ daldığı için pek çok tarihî hadise gibi Deccal komitesinin maddî mânevî tahribatından da ders almadı.
Bu yüzden, Bediüzzaman o tevilin ardından “Hattâ, şimdi de komünistlik içindeki anarşistin ehemmiyetli efradı onlardandır. İhtilâl-i Fransevîde hürriyetperverlik tohumuyla ve aşılamasıyla sosyalistlik türedi, tevellüd etti; sosyalistlik ise bir kısım mukaddesatı tahrip ettiğinden aşıladığı fikir bilâhare Bolşevikliğe inkılâb etti” sözleri ile ikaz etmesine rağmen ders alınmadığı için felâket gittikçe büyüyerek bütün beşeriyeti sardı.
O tarihlerde İslâm Âlemine de sirayet eden o menhus ruh, önceleri devlet adamları, siyaset çevreleri, ilim ve san’at camiası arasında dinde lâkaytlık, ibadetlerde tembellik ve şeâire karşı laubalilik şeklinde kendisini gösterdi.
Müslümanların maddî zorluklarla ve mânevî zaruretlerle boğuşmalarından istifade ederek şeâir-i İslâmiyelerin pek çoğunu değiştirdi, bir o kadarını da tamamen kaldırdı. Bir süre sonra da imanın erkânına şiddetli hücumlar başladı.
Böylece insanlık tarihinde Habil ile Kabil’in kavgasıyla başlayıp Moğol mezalimi ile hız kazanan taun felâketi, Deccal komitesinin ve Süfyan fitnesinin tahribatıyla çok daha dehşetli bir hâl aldı.
Çünkü “Büyük Deccalın cebir ve ceberut-u mutlakına itaat etmeyen şehit olur, itaat edense kâfir olmaz” hükmünce Moğol zalimleri ve Deccal komitesi insanların sadece dünya hayatlarını mahvederken, Müslümanlara musallat olan Süfyan fitnesi insanların ebedî hayatlarına kastettiğinden onun tahribatı diğerlerinden çok daha müthişti.
***
Süfyan komitesinin, bir günde üç yüz senede yapılamayacak kadar çok tahribat yaptığı en güçlü zamanında çıktı Bediüzzaman bu ifsat hareketinin karşısına.
Onların, imanın erkânını inkâr ettirme teşebbüslerine yazdığı mukni tefsirlerle karşı koydu ve bu şekilde telif ettiği Risâle-i Nur Külliyatı ile ‘Dinsiz bir milletin yaşamayacağı’ gerçeğini ortaya koydu.
Ardından da “Kardeşlerim, Risâle-i Nur küfrün belini kırmıştır. İnşallah küfür kıyamete kadar bir daha belini doğrultamayacaktır” diyerek İslâmın müstakbel zaferini ilân etti.
Gerçekten de küfür, Risâle-i Nur’un intişarından sonra bir daha iflâh etmedi. Bugün, küfrün en dehşetli mümessili olan Süfyan komitesi, dördüncü gününde mevcudu muhafaza ederek varlığını koruma telâşıyla çırpınıyor.
‘Kur’ân-ı Hakîm’in bu asırda bir mucize-i mânevîyesi’ olan Risâle-i Nur ise Türkiye’de, İslâm Âleminde ve dünyanın pek çok ülkesinde hızla intişar ediyor.
“Eğer başına çabuk kıyamet kopmazsa, hakaik-ı İslâmiye, beşeri esfel-i safilîn derece-i sukutundan kurtaracak ve ruy-u zemini temizleyip sulh-u umumiyi temin etmeye vesile olacaktır” inşallah.
13.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Fırtınanın ardından |
|
Geçen hafta yazdığımız gibi, siyasî tansiyondaki yükselişin okuyucu-yazar iletişiminde başlattığı olağan dışı hareketlilik, geride bıraktığımız günlerde de artarak devam etti.
9 Mayıs’ta yayınlanan “Tuzak içinde tuzak” yazımızın Haber-7 portalında iktibas edilmesi, bu hareketliliğin oraya da taşınmasına yol açtı.
Son derece yoğun bir mesaj akışı var.
Burada üzülerek ifade edelim ki, gelen mesajların bir kısmında, eskiden kalma önyargıların yer yer seviyesiz ve hattâ hakaret içeren suçlamalarla açığa vurulduğunu görmekteyiz.
Bu seviyesizliğin muhatabı olmamız elbette ki söz konusu olamaz. Kem söz sahibine aittir.
Nisbeten saygılı ve tartışma âdâbına uygun olduğu düşünülebilecek bazı mesajlarda ise, bizim müşahhas vâkıalara dayandırarak dile getirdiğimiz görüş, tesbit ve değerlendirmeler üzerinde hiç durulmazken, bunlarla hiç ilgisi olmayan önyargılı eleştiri ve ithamlar dile getiriliyor.
Şunun iyi bilinmesini arzu ederiz:
Yazdıklarımızın sübjektif bir tarafgirlikle veya aleyhtarlıkta uzaktan yakından bir alâkası yok.
Biz tesbitlerimizi objektif ölçü ve prensipler bazında, dediğimiz gibi somut olaylara ve vâkıalara dayandırarak ifade etmeye çalışıyoruz.
Bu meyanda, söz gelişi, başından itibaren cumhurbaşkanını bu Meclisin seçme hakkına sahip olduğunu, buna saygı gösterilmesi gerektiğini ısrarla ve kararlılıkla savunduk.
Ve bu sürecin son aşamasına kadar, iktidar partisine yönelik eleştirilerimizi mahfuz tutup açığa vurmadık. Antidemokratik baskılara karşı çıktık.
Bu tavrımızın, bizzat iktidar partisi yöneticileri tarafından da takdirle karşılandığını “kraldan fazla kralcı” kesilenlere bildirsek bir etkisi olur mu acaba?
Keza, muhalefetin yanlış gördüğümüz tavırlarını da eleştirmekten kesinlikle geri durmadık.
Kim yaparsa yapsın, doğruya doğru, eğriye eğri deme esası üzerine bina ettiğimiz bu itidalli ve dengeli tavır, sağduyu sahiplerince tasvip edilirken, kendilerini belli bir siyasî kanaate fazlasıyla angaje etmiş olanları “kesmiyor.” Bunlar kendi partilerinin eleştirilmesine tahammül edemezken, başka bazı partilere karşı başlattıkları “linç”e bizi de ortak etmek istiyor, bekledikleri tavrı bulamayınca da hakaret yağdırıyorlar.
Kusura bakmasınlar, ama biz onların istediği tarzda hareket edemeyiz. Dünden bugüne çizgimiz belli. Ülkede hukukun, demokrasinin ve özgürlüklerin hakim olmasından başka bir derdimiz ve hesabımız yok. Samimî ve hakperestiz.
Endişemiz ise, çıkarılan bu kargaşada asıl zararı yine dindarların görmesi. Ki, gelen mesajların bir kısmında da hedefin AKP’den ziyade dindarlar olduğu ifade edilerek, AKP’yi savunmak aynı zamanda dindarları savunmak olarak niteleniyor. Evet, hedefin dindarlar olduğunda mutabıkız, ama sonrasında ayrılıyoruz. AKP dindarlara yeni baskılar için bahane olarak gösterilecek, hattâ AKP bunları önlemek bir yana, bu baskıların taşeronu olarak kullanılacaksa, bu partiyi niçin savunalım? On yıl önce yaşananların katmerlenerek tekrarına niye yol açalım?
Asıl önemlisi: Siyasî tarafgirlik ve aleyhtarlığın kardeşliğimizi zedelemesine izin vermeyelim...
Not: Yazılara kısa bir süre ara veriyoruz. Yeniden buluşmak dileğiyle.
13.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Allah kimleri sever? |
|
Hz. Ali’nin küçük oğlu, Efendimizin sevgili torunu Hz. Hüseyin birgün ziyaretçileriyle oturmaktaydı. Hizmetçi köle yemek kabıyla yanlarından geçerken kaptaki yemeği Hz. Hüseyin’in üzerine dökmesin mi?
Öfkeli bakışlarla hizmetçiyi süzdü Hz. Hüseyin. Kızacaktı. Ancak kölenin ağzından dökülen cümleler onu yatıştırmaya yetti. Bu cümleler bir âyetin kelimeleriydi ve şu anlamdaydı: “O takva sahipleri ki öfkelerini yutarlar.”
Âyeti duyar duymaz irkilen Hz. Hüseyin hemen toparladı kendini, asık suratını düzeltti: “Ben de öfkemi yuttum” dedi. Çünkü duydukları Allah sözüydü. Allah’a karşı ise saygısı sonsuzdu. Onun sözünü duyar da nasıl saygısız davranırdı.
Köle âyetin devamını okudu: “Onlar insanların kusurlarını affedenlerdir.”
Hz. Hüseyin de: “Ben de seni affettim” dedi.
Köle okumaya devam ediyordu. Âyeti sonuna kadar okudu: “Allah iyilik yapanları sever.”
Hz. Hüseyin de “Ben de sana iyilik yapıyor ve seni âzâd ediyorum. Artık hür ve serbestsin” diye karşılık verdi.
Kölenin sevincine diyecek yoktu. Hz. Hüseyin’in Allah’a olan sevgi ve saygısı kölenin özgürlüğüne sebep olmuştu. Köle sevinçten uçuyordu artık.
Kölenin okuduğu Âl-i İmran Sûresi 134. âyetinin tamamı şu anlamda:
“O Allah’tan korkan ve Ona saygı duyan kimseler ki, bollukta ve darlıkta bağışta bulunanlar, öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenlerdir. Allah da iyilik yapanları sever.”
Görüldüğü gibi hizmetçi kölenin bir âyeti bilip okuması özgürlüğüne sebep oldu. Biz de Allah’ın âyetlerini öğrenir ve uygularsak öncelikle kötülüğü emreden nefsin esaretinden kurtulur, Allah’a kul olmanın özgürlüğünü yaşarız.
Hem bu olay gösteriyor ki Kur’ân yaşanmak için indirilmiştir. Onun hakikatleri maddî ve manevî dertlerimiz için şifa kaynağıdır. Bütün problemler onunla çözülür, bütün sıkıntılardan, dertlerden onunla kurtulunur.
Sahabenin dünyasında İslâm yaşanan bir hakikatti. Uyguladıkça öğrenir, öğrendiklerini de uygularlardı. Onun için Sahabe on âyeti uygulamadıkça ikinci on âyeti öğrenmezlerdi.
Ruh, kalp, akıl ve bütün duyguları ihya eden bu hakikatler hazinesi yaşanmadıkça nasıl insanı diriltecektir?
Herkesten ve her şeyden önce Kâinatın Efendisi bildirilen hakikatlere uyuyor, sonra ümmetine anlatıyordu.
Ölüler dini değil sen de bilirsin ki bu din. / Diri doğmuş, dipdiri duracak durdukça zemin.
13.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Yalnız dindar olmak yetmiyor |
|
Milletimizin kâhir ekseriyeti, dinî değerlere taraftar olduğundan, başındakileri de öyle görmek istiyor ve öylelerini tercih ediyor. Hatta kendileri dindar olmasa dahi, kendilerini idare edecek olan idarecilerin dindar olmalarını veya en azından dine ve dindarlara taraftar olmalarını istiyor.
Reyini kullanırken de çoğunlukla dindar ve muhafazakâr olan kişi veya partileri tercih ediyor. Dine mesafeli, manevî değerlerden uzak olan aday ve partilere teveccüh etmiyor, destek vermiyor çoğu zaman.
Bu ifade etmeye çalıştığımız durum, bu topraklar üzerinde yaşayan insanımızın hemen hemen değişmeyen bir özelliği, bir prensibidir. Uzak veya yakın siyasî tarihimize baktığımızda bunun böyle olduğunu hemen görüyoruz. Tek partili veya darbe dönemlerinin dışında dine ve dindarlara hep mesafeli olmayı tercih eden partilerin, hiçbir zaman milletten destek alamadıklarını; her defasında dinî değerlerle barışık, ehl-i din ile anlaşabilen partilerin milletin reyleriyle başa gelerek hükümet olduklarını görüyoruz.
Tek parti döneminin sona erip seçimlerin yapılmasına geçildiği, demokrasi dönemi diye adlandırdığımız dönemlerde, halkımız hemen her defasında, kudsî değerleri önemseyen, milletin değer verdiği mukaddeslere değer veren kadroları başa getirdi.
Bu konuda halkımızın göz önünde bulundurduğu ve arzuladığı bir diğer özellik de, başa gelecek olan kadroların din ve vicdan hürriyeti başta olmak üzere, fikir ve düşünce serbestiyetine önem veren, insan haklarını ön planda tutmayı prensip edinen ve böyle bir ortamın tesisi için çalışmaya öncelik tanıyan demokrat zihniyetli siyasî kadrolar olmasıdır.
Başa geçmeye aday olan kişi veya kadroların dindar olmaları çok güzel ve aranılan bir özellik olmakla beraber, maharet ve aynı zamanda demokratlık da idarecilerde olması gereken vazgeçilmez bir özellik olduğunu bilen milletimiz, reyini verirken bu hususiyetleri de çoğu zaman gözönünde bulundurmaya çalıştı. Tercihinde dindarlık, dine taraftarlık ve kısaca demokrat olmayı gözeten ve bu özellikleri taşıyan demokrat kadrolara, reyleriyle destek veren bu millet, uzun yıllar bu kadroların iktidara gelerek hükümet olmalarını sağladı. Bu kadrolar da, milletimizin bu teveccüh ve desteğine lâyık olmak, onların maddî ve manevî desteklerine nail olmak için, onların istek ve beklentileri doğrultusunda maddî ve manevî sahada unutulmaz eserler vücuda getirdiler.
Tek partinin reva gördüğü maddî ve manevî sıkıntıları gidermek için, demokrat hükümetler bir taraftan yollar, fabrikalar, barajlar inşâ ederek yeni iş sahaları açarken; diğer taraftan da milletimizin en çok ihtiyaç duyduğu ve uzun yıllar bilerek ihmal edilen dinî ve manevî ihtiyaçların önünün açılması için camiler, Kur’ân kursları, imam-hatip okulları inşâ ederek milletin hizmetine sundu.
Çok enteresandır, ülkenin sevk ve idaresinde oldukça usta ve maharetli olan bu siyasî kadrolar, öyle çok dindar değildi belki ve milletten destek isterken de dini ve dinî argümanları öne çıkarmadan talepte bulundular. Millet de onları samîmî ve güvenilir bulduktan sonra onlara destek verdi. Ve onlar başa gelince de o günden bugüne kadar, belki hiçbir hükümete nasip olmayan manevî sahadaki hizmetlere imza attılar.
Milletimizin, kendi isteğiyle, kendi hür iradesiyle, kudsî değerlerine mesafeli olan, hatta onlarla kavgalı olan sol partilere destek vermediğini söylemiştik. Fakat az da olsa, zaman zaman, dindar görünen ve dinî değerleri ön plana çıkararak milletten rey isteyen muhafazakâr kişi ve partilere de destek verdiğini biliyoruz. Ülke idaresinde hiçbir tecrübeleri bulunmayan, ama dürüst görünümlü, namazlı niyazlı oldukları için milletin teveccühüne mazhar olan, mukaddes değerleri kullanarak iktidar veya iktidar ortağı olarak başa gelen bu çeşit kadrolar, en çok iddialı oldukları ve millete söz verdikleri dinî sahada, hemen hemen gözle görülür bir hizmette bulunmadılar. Hemen hiçbir imam-hatip okulu veya Kur’ân kursu dahi açamadılar. Daha da beteri göstermelik bazı atraksiyonlar sebebiyle fitneyi uyandırarak, bazı güç odaklarını harekete geçirdiler ve onca imam-hatip okulunun ve Kur’ân kurslarının kapılarına kilit vurulmasına sebep oldular.
Demek oluyor ki, millete hizmet niyetiyle iktidar olan kadroların sırf dindar olması yetmiyor. Hükümet olup hizmette bulunmak ayrı bir kabiliyet, ayrı bir maharet gerektiyor.
13.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Cennet-mekân annelerimize... |
|
Annemizi bir bu gün değil; her gün hatırlamalıyız. Çünkü onlar hak ediyorlar.
Ebû Hüreyre radiyallahü anh bildirmiştir: Bir gün bir adam geldi ve Resûlullah Aleyhissalâtü Vesselâm’a sordu: “Ey Allah’ın Resûlü! İnsanlar içinde iyi muâmele etmeme en fazla lâyık olan kimdir?”
Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm: “Annendir!” buyurdu. Adam: “Sonra kimdir?” dedi. Resûlullah (asm): “Annendir!” buyurdu. Adam: “Sonra kimdir yâ Resûlallah?” dedi. Peygamber Efendimiz (asm): “Annendir!” buyurdu. Adam yeniden: “Sonra kimdir?” dedi. Allah Resûlü (asm) ,“Sonra babandır!” buyurdu.1
Resûlullah’ın (asm) dilinde anneler babalardan üç kat daha fazla iyi davranış görmeye lâyıktırlar.
Çünkü anneler fedakârdırlar. Anneler evlâtlarına en yakın dostturlar. En sıcak arkadaştırlar. En doğru yoldaştırlar. En içten derttaştırlar. Anneler faziletlidirler, ihlâslıdırlar, samimîdirler. Allah için severler, Allah için şefkat ederler, Allah için merhamet ederler, Allah için acırlar, Allah için tahammül ederler, Allah için sabrederler, Allah için razı olurlar, Allah için duâ ederler, Allah için evlâtlarının hep yarınlarını düşünürler ve evlâtları peşinde Allah için uykuları kaçar!
Öyleyse evlât, annesinden nasıl bir davranış görürse görsün,—hoşuna gitse de, gitmese de—annesine karşı sırf Allah için iyi davranmalıdır, nezaketi, nezaheti, inceliği, yumuşak ve tatlı sözlülüğü asla elden bırakmamalıdır.
Anneler karşılıksız severler. İyi günde ve kötü günde, mutlulukta ve hüzünde, sevinçte ve üzüntüde, kıvançta ve acıda, evlât saygı göstersin veya göstermesin, evlât sevsin veya sevmesin, anneler âdeta evlâtları için vardırlar. Karşılıksız sevgilerini yalnız evlâtlarına özgü kılarlar. Evlâtların tek gizli gözyaşı dökenidirler.
Öyleyse evlât, annesinin bir dediğini iki etmemeli, annesine “Öf!..” bile dememeli, “Öf!..” dedirtmemeli, annesine saygıda ve sevgide kusur etmemelidir. Kur’ân’ın şu tavsiyesini kalbine altın yazı ile yazmalıdır: “Rabbin şunu da emretti: Ondan başkasına ibadet etmeyin. Anne ve babaya da iyilikte bulunun! Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olursa, onlara sakın ‘Öf!..’ deme, onları azarlama, onlara güzel söz söyle! Onlara merhamet ve tevazu kanadını ger ve ‘Ey Rabbim! Nasıl onlar beni küçükken besleyip büyüttülerse, Sen de onlara öylece merhamet buyur!’ de.”2
Anneler şefkat meleğidirler. Anneler çilekeştirler. Anneler evlâtlarının bir gülümsemesine bütün sıkıntılarını unuturlar. Bundandır ki, anneleri doğrudan Kur’ân himâye ediyor. Buyuruyor ki: “Biz insana, anne ve babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zaaftan zaafa düşerek taşıdı! Sütten kesilmesi de iki yıl sürdü. ‘Önce Bana, hemen ardından annene ve babana şükret. Dönüşün ancak Banadır’ dedik.”3
Annelerin dilinde duâsında dünyanın genişliği, bereketi; kalbinde, niyazında âhiretin huzuru ve mutluluğu gizlidir. Annelerin elinde, ayağında âhiretin ebedî saadeti gizlidir. Bundandır ki, Peygamber Efendimiz (asm); “Cennet annelerin ayakları altındadır”4 buyurmuştur. Annelerin gönlünde Allah’ın rızası gizlidir. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm), “Anne-babasını razı eden, Allah’ı razı etmiştir! Anne babasını kızdıran Allah’ı kızdırmıştır!”5 buyurmuştur.
Anneler, dünyada iyilik yapmayı hak eden en değerli varlıklardır.
Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle; “Eğer âhiretini seversen, işte sana mühim bir define! Onlara hizmet et! Rızalarını tahsil eyle! Eğer dünyayı seversen, yine onları memnun et ki, onların yüzünden hayatın rahatlı ve rızkın bereketli geçsin! Eğer rahmet-i Rahman istersen, O Rahman’ın vedialarına ve senin hanendeki emanetlerine rahmet et!”6
Anneler şüphesiz bir güne sığmaz. Her gün annelerin en özel günüdür. Bu vesileyle, bütün annelere en derin saygılarımızı iletiyor; bütün annelerin Anneler Gününü tebrik ediyoruz.
Dua
Ey yeryüzünü rahmete boğan Rahman! Ey insanı merhamet incisi yaratan Rahîm! Ey merhamet edenlerin en merhametlisi Erhamürrâhimîn! Annemizi bize bağışla! Bizi annemize bağışla! Annemize merhamet et! Onun günahlarını affet! Onun hatalarını ört! Onun kusurlarından vazgeç! Onun duâlarını kabul eyle! Onu salih kullarının arasına al! Ona dünyada ahirette darlık gösterme! Onu Mahşer gününde Rahmet Peygamberi olan Hazret-i Muhammed’in (asm) şefaatine erdir! Onu Mahşer gününde arşının gölgesi altına al! Onu Cennetine al! Onu rızana al! Ona cemalini göster! Âmin!
Dipnotlar:
1- Riyâzü’s-Sâlihîn, 316
2- İsrâ Sûresi: 23, 24
3- Lokman Sûresi: 14
4- Câmiü’s-Sağîr,3/1934
5- Câmiü’s-Sağîr, 4/1535
6- Mektûbât, s. 252
13.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
Şefkat kahramanlarına... |
|
Şefkat, maddî, manevî hiçbir karşılık beklemeksizin fedakârlık yapmak, sevmektir.
Benmerkezci olmanın âdeta kutsallaştırıldığı ve dahası yayılarak küreselleştiği günümüzde, şefkat duygusuna ne kadar da ihtiyacımız var!
ÂCİZ, FAKİR, ŞEFKATLİ VE
MÜTEFEKKİR
Şefkatli sevmelerimiz, netice itibarıyla gücümüzün ne kadar az olduğunu ve elimizde hiçbir şey olmadığını fark ettirir bizlere. “Benim ondan ne farkım var? Onun yerinde ben de olabilirdim,” düşünceleriyle paylaşma, yardımlaşma ve dayanışmanın önemini kavratır. Gücü ve kudreti nihayetsiz, zenginliği sonsuz olan bir Zata, Yaratıcıya ihtiyacımızı hissettirir. Dolayısıyla kendimizle, kâinatla bütünleşiriz şefkat sayesinde.
ŞEFKAT GÖZLÜĞÜ
Şefkat duygumuz eğer bir gözlük olsaydı neler görürdük kendimizde ve çevremizde?
Yediğimiz gıdaların damarlarımızda akan kan hâline gelmesi, hücrelerimiz arası yardımlaşma ve dayanışma, sonsuz bir şefkatin izlerini taşımıyor mu?
ŞEFKAT KANUNU
Güneşin ve ayın hizmetimize sunulması, toprak, hava, su, ışık unsurlarının bizim için çalışmaları, şuursuz mahlûkatın son derece şuurlu hareketleriyle yeryüzünde âdeta beşiğindeki bir bebek ihtimamıyla bizimle ilgilenmeleri, ihtiyacımıza koşmaları neden? Bu işleri yaptıran biz olmadığımıza göre onları çalıştıran Zât var. Arıya bal yapmayı, ipek böceğine ipek dokumayı öğreten, güneşi, ayı, toprağı ve havayı bizim için çalıştıran o Zât sonsuz merhamet sahibi. Bütün bu şefkatli işler, Onun sonsuz şefkatinin tecellileri...
ŞEFKATİN ÖZELLİKLERİ
Şefkat öylesine lezzetli ki, bir anne evlâdı uğruna ölümü göze alabiliyor. Korkak bir tavuk bile...
Öyle geniş bir duygu ki, evlâdı vesilesiyle anne, bütün yavrulara şefkat besleyebiliyor. Zaman zaman gazetelerde yer alan kedi yavrusunu emziren köpekleri hatırlayın...
Sevdiklerimize şefkatle muamele ediyor, onlara şefkat gösterenleri seviyor, yardımseverliğini övüyoruz. Mukayese yaparsak, bütün mahlûkâta şefkatle muamele edip, onların bütün ihtiyaçlarını karşılayan Rabbimizin Rahman ve Rahîm isimlerini ne kadar çok sevmemiz gerekir, değil mi?
Bize verilen şefkat duygusunu tefekkürle incelediğimizde, kâinatla bütünleşip, sonsuz şefkat sahibi Rabbimizin huzurunda hissediyoruz kendimizi, değil mi?
ŞEFKATİ NASIL KULLANACAĞIZ?
Şefkat duygusu eğer Allah adına kullanılmazsa, büyük bir ıztırap yaşatır sahibine.
Solan yapraklar, batan güneş, ölen dostlar, kuruyan çiçekler böcekler ıztıraplarla dağlar yürekleri... Şefkatteki lezzetin acz ve fakr yüzünden eleme dönüşüvermesidir bu.
Oysa ki, bu pırlanta misâl duygu Allah adına kullanıldığında kişinin kendine, eşine, anne babasına, çocuğuna, topluma, kâinata bakışını değiştirir, güzelleştirir.
Şefkat, aile hayatına, yıllar geçtikçe eskiyip yıpranmak bir yana güzelleşen, artan değerleri kazandırır. Kişi, eşi, çocuğu, ana babasına ciddî, samimî ahiret arkadaşları olarak davranır.
Şefkat duygusu Allah adına kullanıldığında toplum hayatına kardeşlik ve dayanışmayı kazandırır. Zengin fakiri himaye, fakir de zengine hürmet ve itaat eder. Zekâtın emredilmesi ve faizin yasaklanmasıyla dinimizde şefkat âdeta kurumsallaşmıştır.
BAZEN DE...
Şefkat gözlüğüyle baktığımızda, bazen Rabbimizin şefkatle değil de sanki gazap ve hiddetle tasarruf ettiğini görüyoruz. Korkar, endişelenir, yalnızlık hisseder, güvende görmeyiz kendimizi, “Neden ki?” suâlini sorar aklımız.
Bir annenin çocuğunu terbiye ederkenki korkutmasına benzer bu durum. Çocuk korkar, ama anne sinesinden başka gidecek yer var mıdır ki? Ağlayarak koşup, yine korkutan şefkatli kucağa sığınır.
O çocuktan ne farkımız var?
Olayları değerlendirirken fazla şefkatli olmak da ayrı bir elem sebebidir. Bediüzzaman Hazretleri şu ikazı yapar:
“Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. Allah’ın gazabından fazla gazap edilmez.
Öyleyse işi bırak Adil-i Rahîm’e. Fazla şefkat elemdir. Fazla gazap zemime.” (zemime: beğenilmez)
Hz. Yakup (a.s.), oğulları Hz. Yusuf’un kanlı gömleğini “öldü!” diye getirdiklerinde, şefkat elemine şu dua ile merhem sürmüştü:
“En iyi koruyucu Allah’tır. O merhametlilerin en merhametlisidir!” (Yusuf Sûresi, 64.)
ŞEFKAT, AŞKTAN DA ÜSTÜNDÜR!
Risâle-i Nur mesleğinin dört esası “acz, fakr, şefkat ve tefekkür”dür.
Bediüzzaman Hazretleri kişisel ilişkilerimizde şefkatin aşktan daha üstün olduğunu belirtir. Hatta bu konuda İmam-ı Rabbânî’ye hafif bir muhalefette bulunur. (Mektubat, s. 34.)
Aşkın ve muhabbetin ücret ve karşılık beklediğini, özel olduğunu, şefkatin ise karşılık beklemediğini, geniş olup herkesi, her şeyi kuşattığını belirtir.
Şefkat aşktan daha keskin, parlak, ulvî ve nezihtir. Peygamberlik makamına lâyıktır.
Risâle-i Nur hakikatlerini sık sık okuma gerekliliği üzerinde duran Bediüzzaman Hazretleri, külliyatında, sadece bir konunun en az on beş günde bir okunmasını “özel kayıtla” tavsiye eder. O da sevginin karşılık beklemeden, sırf rıza-i İlâhî için verilmesini anlattığı İhlâs Risâle’sidir.
Bu pırlanta misâl duygumuza özen gösterip, iyi muhafaza edelim!
13.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
“Yeter, söz milletindir” |
|
14 Mayıs demokrasi tarihimizde önemli bir tarihtir. Bu tarih yıllar sonra bile “demokrasi bayramı” olarak hatırlanmaktadır. Peki, neydi 14 Mayıs’ı demokrasi bayramı yapan düşünce?
Bu tarih Türkiye’de tek partili baskıcı rejimden, iktidarların seçimle gelip, seçimle gittikleri sistem olan demokrasi tarihidir. Bu tarih 7 Ocak 1946’da kurulan Demokrat Parti’nin (DP) millet iradesiyle iktidara geldiği 14 Mayıs 1950’dir.
Merhum Adnan Menderes’in DP’nin ilk kongresindeki sözleri bu misyonun amacını göstermesi açısından önemlidir: “Devlet partisi, devlet kılıcını kuşanmış, hükümet arabasına binmiş, cansız ve idealsiz bir kadrodan ibaret kalmıştır. Memleketin yürüttüğü demokrasi yolunda hürriyeti sevenlerin hizmeti büyük olmuştur. Demokrasi dâvâsında partimizin yolu açık ve milletimizin bahtı aydınlık olsun…”
İşte bu düşüncelerle kurulan DP, hem 1948, hem de 1949 seçimlerine “seçime güven duymadığı” için katılmadı. 16 Şubat 1950’de gizli oy, açık tasnif ve yargı denetimini kabul eden, Yargıtay ve Danıştay üyelerinden oluşan bir Yüksek Seçim Kurulu’nu öngören seçim kanununun kabul edilmesinden sonra, 14 Mayıs 1950’de yapılan genel seçimlere katılarak 487 milletvekilliğinin 408’ini kazandı. DP’nin seçimlerde kullandığı propaganda afişi manidardı: “Yeter! Söz milletindir.”
Bu sonuçlar, 27 yıl ülkeyi yöneten CHP’de hezimet olmuştu. CHP, milletin kendilerine sırt çevirmesine bir anlam veremiyordu! Bu soruya şimdiye kadar cevap bulamayan CHP, bu tarihten sonra da zaten iktidar yüzü görmedi… Dün olduğu gibi bugünde halka güvenmiyorlar.
2 Haziran 1950’de güvenoyu olan ilk Menderes hükümetinin 16 Haziran 1950’de verdiği önemli kararı, 18 Temmuz 1932’de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yayınladığı bir tamim ve 2 Haziran 1941 tarihinde çıkarılan kanunla yasaklanan ezanın ve kametin Arapça okunması yasağını kaldırmak olmuştu. O zaman da bazı bürokratlar ve üniversite çevreleri “irtica hortladığı”nı ileri sürmüş. DP’nin ülke için yaptığı büyük gelişmelerin yanında hizmetlerin manevî hizmetlerinden birisi de radyoda dinî program yapılması yasağın kaldırılması ve okullara din dersi konulması olmuştur.
Zira, Menderes’in “Bu millet Müslüman’dır ve Müslüman kalacaktır ve İslâmiyetin icâplarını elbette yaşayacaktır. Öncelikle kendine ve gelecek nesillere dinini telkin etmesi, onun esaslarını ve kaidelerini öğretmesi, ebediyen Müslüman kalmasının münakaşa götürmez şartıdır” sözleri bunu perçinliyordu.
DP, 2 Mayıs 1954 genel seçimlerinde de 541 milletvekilliğinin 503’ünü kazandı. DP’nin üçüncü ve son iktidar dönemi olan 1957-60 arasında ise, muhalefetin yer yer sokağa taşan kışkırtmaları, demokrasi tarihimizin ilk askerî darbesine yol açtı.
“27 Mayıs” kanlı ihtilâlden sonra 20 yılı aşkın bir süre 27 Mayıs, “Hürriyet ve demokrasi bayramı!” ismiyle kara bir mizah örneği olarak kutlanmıştı. Darbe yapmanın, bir ülkenin başbakanını asmanın neresi “demokrasi” ise… Darbe yapmanın hürriyetle ne alâkası varsa…
Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın mezarları idamlarının 29. yılında “devlet töreni” ile İmralı’dan İstanbul’daki taşınması iade-i itibardı ama bu idamlar hâlâ siyasî tarihimizde kara bir leke olarak durmaktadır. Türk milleti, 37 yılda birçok hükümetler gördü, ancak kendisinin maddî ve manevî ihtiyaçlarını karşılayan DP’yi ve demokrat misyonu asla unutmadı.
Belki bunlar çok yazıldı çizildi, ama bu mücadele unutulmamalı unutturulmamalı. Hele hele 1960 ihtilâlinin üzerinden 47 yıl geçmesine rağmen hâlâ ihtilâllerin konuşulduğu, bazı odakların hâlâ postmodern darbeleri, e-muhtıraları desteklediği bu dönemde, o dönem yaşanan gelişmeler incelenmeli ve dersler çıkarılmalı.
Demokrat fikrini savunacakların, demokrasi adına yapılan bu mücadeleyi iyi bilmesi, kuruluşundan kapatılışına kadar olan süreçteki tarihi iyi okuması, yani derslerine iyi çalışması gerekir.
Demokrat fikri savunanların yıllardır özlemini çektiği merkez sağda birleşme, Türkiye’de yaşanan sancılı, tartışmalı ve gerginliklerin yaşandığı bir ortamda, seçime doğru gerçekleşti. 1946’da kurulan, 1950’de iktidara gelip 10 yıl iktidarda kalan ve 29 Eylül 1960’da kapatılan Demokrat Parti, yeniden siyaset sahnesinde yerini alıyor.
Gelinen noktada, DYP ile ANAP’ın DP çatısı altında birleşmesi, merkez sağda buluşulması adına olumlu bir adımdır. Başarılı olmak için de bu derslere ve halkın istediklerine kulak verilmeli. Bu mücadelede, demokrasi, hukuk, insan hakları ve hürriyetleri gereği milletin hakkını ve hukukunu savunmalıdır. Geçmişte böyle olmuş, yarın da böyle olmalıdır.
“14 Mayıs Demokrasi Bayramı” kutlu olsun.
13.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Şefkatin anası-1 |
|
Bir sahabe, Resulullah’a (asm) annesini şikâyet eder.
-Huyu ve ahlâkı kötü der.
O cevap verir:
-Ama seni dokuz ay karnında taşırken kötü huylu değildi.
Sahabe tatmin olmamıştır.
-Ey Allah’ın elçisi! Gerçekten kötü huylu.
-Ama seni iki sene emzirirken kötü huylu değildi.
Sahabe yine de ısrar eder. O da devam eder.
-Senin yüzünden uykusuz kalırken kötü huylu değildi.
Sahabe dayanamaz:
-Ama ben de karşılığını ödedim.
-Ne yaptın?
-Sırtımda taşıyarak hac yaptırdım.
Hz. Muhammed’in (asm) dudaklarında acı bir tebessüm belirir:
-Bir tek doğum sancısının bile karşılığını ödemiş olmadın.
Batı dünyası anne yüceliğini anlamaya ve kavramaya çalışırken, İslâmiyete yakınlaşmaya çalışmış.
Bunlardan, Victor Hugo, anneler için, “Ana kolları şefkatten yoğrulmuştur, çocuklar orada derin derin uyurlar” ifadesini kullanırken, Goethe, buna tamamlayıcı bir tarif getirir: “Hiç kimse kollarında bir çocuk tutan anne kadar muhterem ve bir kaç çocuk arasındaki bir anne kadar saygı değer değildir.”
Batının bu duygu ve zekâ dehaları annelerle ilgili bu yaklaşımı sergilerken, Abraham Lincoln, farklı bir benzetme ile anne tasviri yapar: “Bana, okuduğum kitapların en güzelinin hangisi olduğunu sorarsanız, söyleyeyim: Annem’dir.”
Okunacak en güzel kitap anne olduğuna göre, “İlk muallimim validem” diyen Bediüzzaman, bunu teyit eden görüşü ile ilk öğreticinin anne olduğunu belirtir. Bu ilk her zaman en geçerli etki olarak devam eder çocuk üzerinde.
Henry Ford Beecher, Bediüzzaman’ın bu hayat müşahedesini duymuş gibi der ki, “Anne kalbi, çocuğun okuludur.”
Çocuk, öğretmen, okul ve kalp dörtgeninde, sırasıyla masumiyet, anne, öğrenme ve sevgi eşlemesi öne çıkıyor. Kadın sevgisini, anne olunca şefkatle taçlandırır.
Nitekim, Victor Hugo, “Kadınlar zayıftır, ama analar kuvvetlidir” derken, anne farkını, hissin bedel ödemeye ve karşılıksız feda olmaya ait cesaret ve asalet farkının annelikte olduğunu belirtmeye çalışır. Günümüzün modern kadınının en büyük harcama kalemi olan makyaj ve süsle ilgili yine bir Batılının değerlendirmesini almak istiyorum. Emle Brochvogel der ki, “Hiçbir süs, bir kadını analık sevgisi kadar güzelleştiremez.”
Çocuğun severek bağlandığı ve korkusundan, yanlıştan korunduğu annesinin uyarısı veya tatlı dokunuşu veya tokadı karşısında sığındığı şefkat sinesi ve merhamet yüreği de yine annesi olmaktadır.
Yaşandığında fark edilen anne ve çocuk tadı, hazzı ve ruhanî zevki, beşeri aşan bir lezzetin takdir edilen en has ve özel nimetidir.
“Ana başa taç imiş” yetmez. Bu niyet doğrudur. Ancak yaşanmalı ve yaşatılmalı.
“Cennet anaların ayağı altındadır” hadisini bilmek de yetmez. Onların cennet vaad eden şefkat kanallarına, merhamet duvaklarına, süt çeşmelerini rahmet tecellilerine, duâ yüklü ahiret hemşireliğine ve göbek bağımızın iman intisabıyla devam edecek güçlü bütünlüğüne lâyık olmak gerek.
Anne, bir “şefkat kahramanı.” Bir diriliş ve medeniyet tapusu. Bir nesep asliyeti. Bir kudsiyet tecellisi. Bir mucize yaratılış emaresi. Bir sabır ve meşakkat direği. Bir tutunma ve sığınma evi. Bir saygınlık ve itina umdesi. Bir toplum nirengisi. Bir aile sütunu, aile şemsiyesi ve koruyucusu.
13.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Kaddafi’nin maceraları |
|
Libya çağdaş batinî devletlerden birisidir. Peygamberimiz Ebu Ubeyde Bin Cerrah için ‘Ümmetin eminidir’ demiş ve Hazreti Ömer Ebu Lülü’nün hançer darbelerinin altında can çekişirken, iç geçirerek; ölüm döşeğinde şöyle dediği rivayet edilir: “Keşke Ebu Ubeyde yaşıyor olsaydı da bu emaneti ona devretseydim veya yerime onu istihlaf etseydim...” 1952 darbesinin mimarı Nasır da, kendisinden Fatih 1969 darbesini ilham alan Kadafi için aynı benzetmeyi kullanmış. “Kaddafi Arap milletinin eminidir...” Bozacının şahidi şıracı misali! Ama Kaddafi yıllardır Kuzey Afrika merkezli bir Fatimi devletinden sözeder. Onun vaad ettiği Fatimi devletinin sınırları içinde Türkiye var mı bilinmez! Varsa Sarkozy ile aynı alana hitab ediyorlar demektir. Kaddafi küçük ülkenin büyük hayalcisi olarak petrol paralarını imkân üstü dürtüleri veya maceraları uğruna çarçur etmiştir. Çöle ve sonuçsuz dâvâlara gömmüştür. ABD gibi yaparak bütün ülkelerin muhalefetine kucak açmış ve bu hareketleri ülkelerine karşı koz ve kart olarak kullanmaya çalışmıştır. Bu bağlamda, 1997 yılında Erbakan’ın Libya ziyareti sırasında PKK konusundaki sözleri hatırlanmalıdır. Libya’yı ziyarete giden RP lideri, Kaddafi’nin ağır sözlerine muhatap oldu: Ortadoğu’daki güneşin altında ‘Kürt milleti de yerini almalı’ demişti. Adam sadece Fatimi olsa iyi. Bir de şuubî. Adam 28 Şubat sürecinde Türkiye’yi karıştırdığı ve Mehmet Ağar’ın istifasına neden olduğu gibi Lübnan’ı da karıştırmıştır. Kayıp imam Musa Sadr onun marifetidir. Son sıralarda Havsiler dolayısıyla Yemen de, Oniki İmamcı İran ile Fatimi Kaddafi’nin Yemen’e el atmasından ve isyandaki rolünden endişe ve şüphe ediyor. Abartı mı bilmiyorum, ama kimi gözlemcilere göre, Yemen dağılmanın eşiğinde bulunuyor. Dönülmez akşamın son ufuk çizgisinde bulunuyor. Ağır bir yapısal krizin sarsıntısını yaşıyor. Ali Abdullah Salih gibi çapsız liderlerin yanında Kaddafi gibi acaip ve garaip batinî liderlerin de dinmez ihtirasları da bu ülkeyi karıştırıyor.
***
En son beklenen oldu ve Yemen, İran ve Libya’daki elçilerini çektiğini açıkladı. Bu ise bölgedeki Şii-Sünni veya gerilimi daha da arttıracak gelişmelerden birisidir. Yemen Dışişleri Bakanı Ebu Bekir El Kurbi, İran ve Libya’da bulunan büyükelçilerin geri çağırıldıklarını ilân etti. ‘Perşembenin gelişi Çarşambadan bellidir’ misali zaten bu kopukluğun ayak sesleri duyuluyordu. Kuvveden fiile çıkmış oldu. Yemen lideri birkaç kez İran’a başvurdu, ses çıkmadı. Veya İran oralı olmuyor ve iddiaları yalanlıyor. Bu arada, Başbakan Ali Muhammed Mujawar, 2007 Nisan başlarında yaptığı açıklamada Libya ve İran’ı isyancılara desteklemekle suçlamıştı. Libya’nın Suudi Arnabistan’dan sonra Yemen’le de ilişkileri bozuluyor. Zaten Kaddafi yüzünden Sedat döneminde iki ülke ilişkileri neredeyse savaş ortamına sürüklenmişti. Sedat Kaddafi’ye deli diyordu, ama kendisi de azamet çılgınlığına yakalanmıştı. Kaddafi muhaliflerin niteliğine bakmıyor. Herkesi destekliyor. Ama Kaide konusunda dünyada ABD ile ilk işbirliğine giden ülke olmuştur. ABD’nin tak şakcısı olmuştur. Geçenler de El Cezire Kanalı’nda Kaddafi’nin Mısır’daki maceralarıyla ilgili bir belgeseli izledim. Konu, kendilerini Cemaatü’l Müslimin olarak takdim eden, ama hükümet çevrelerinin Tekfirciler yakıştırmasına muhatap olan (el hicre ve’t-tekfir) grubun 1970’li yıllardaki tartışmalı faaliyetleriydi. Anormallikte Ticanilere benzeyen bu grubun meşhur alim ve Vakıflar Bakanı Hüseyin Zehebi’yi kaçırdıktan sonra öldürdükleri ileri sürülüyordu. Bazıları da bunun istihbaratın bir tertibi olduğunu söylüyordu. Bununla birlikte, belgeselde bu cemaatla ilgili ilk defa Libya bağlantısı iddialarının seslendirildiğini duydum. Kimileri bunun bir mübalağa olduğunu söylese de Muhtar Nuh gibi alanın kimi uzmanları Şükrü Mustafa grubu için Libya bağlantısının uzak bir ihtimal olmadığı görüşünde.
***
Çünkü hareketin yapısı böyle sızmalara müsait. Şükrü Mustafa ve grubu modern hariciler gibi eğitimi tamamen yasaklıyorlar. Ne fıkıh, ne icma ne de kıyas tanıyorlar. Bu anlamda içtimaî olarak külli bir modernizm karşıtı olarak Taliban’a benzetilseler de fıkıh, kıyas ve icmaya yönelik muhalefetleri edille-i şer’iyye noktasında onları tamamen karşı kutba oturtuyor. Ve Şükrü Mustafa ve grubu ‘Şeytanın ta kendisi de olsa bize destek verenlerle veya yönetim karşıtlarıyla ittifak kurabiliriz’ anlayışını savunuyorlarmış. Yani Makyavelist bir anlayış, Bazıları Libya bağlantısını uydurma olarak takdim etse de bazıları bunun somut delillere ve hareketin yapısına dayandırıyor. Libya doğrudan olmasa bile dolaylı olarak bu tarz cemaatlere veya anlayışlara ulaşabilir, irtibat kurabilir. Şükrü Mustafa ve arkadaşları için böyle bir işbirliğine hiç mania yoksa Kaddafi açısından hayda hayda yoktur. Bununla birlikte, avukatlar ve dönemin hapishane yetkilileri ölümü öncesinde mağruriyet cinnetine mübtela olan Sedat’ın gruba karşı idam suretinde katliam yaptığını ifade ediyorlar. 5 kişinin idamının usule uygun yapılmadığı ifade ediliyor. Bu belgeselin ışığında, Yemen’de yeni bir Mısır senaryosu tekerrür ve cereyan ediyor olmasın? Her ne kadar Zeydi olsalar da Havsilerin Şükrü Mustafa ve cemaatinden daha akıllı olduklarını söylemez. Bu durumda, devreye Kaddafi gibi Rufailerin girmesine bir engel yok. Alet olanlara da edenlere de Allah akıl fikir versin.
13.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Cebinde Kur’ân taşıyan başbakan |
|
“Türkiye laiktir, laik kalacak” diye slogan atanlar hemen telâşlanmasın. Evet, “cebinde Kur’ân taşıyan bir başbakan” var ama bu İngiltere Başbakanı Tony Blair! (Belki bizde de vardır ya da geçmişte olmuştur; ama ilân edilmediği için bilemiyoruz.)
Partisinde değişim isteyen ve bunun için koltuğu ‘arkadaşı’na devretmeye hazırlanan İngiltere Başbakanı Blair’e vatandaşları minnet duyuyormuş. Partisini 3 kez iktidara taşıyan Blair, “genç” yaşında, 54 yaşındayken bir anlamda siyasete veda ediyor. “Sol”cu Blair’in erken bir şekilde, iltidardayken koltuğa veda etmesi, gözlerin bilhassa Türkiye’deki “sol” siyasetçilere çevrilmesine de sebep oldu. Türkiye ‘sol’u üzerine fikir yürütenler, Blair’in tavrının örnek alınmasını arzu ediyor. Fakat ‘hal ve gidiş’e bakılırsa, bunun pek de mümkün olmadığı söylenebilir.
Blair’le ilgili haberlerde yer alan küçük bir ayrıntı daha var: “(Blair bundan sonra) Dinler ve kültürler arası diyaloğu teşvik eden bir vakıf kurabilir. Blair’in İslâmı daha iyi anlayabilmek için Kur’ân taşıdığı biliniyor.” (Hürriyet, 11 Mayıs 2007)
Blair’in cebinde Kur’ân taşıması, zaman zaman Kur’ân’ı övmesi ‘sıradan’ bir hadise olarak görülmemeli, önemsenmelidir. Blair’in avukat olan eşinin de, geçmişte başörtüsü sebebiyle okuması engellenen bir öğrenciyi savunduğunu da hatırlayalım...
Türkiye’deki ‘sol’un, Blair’i örnek alma ihtimalinden söz edilebilir mi? Keşke örnek alınabilse...
İnsanlık ‘doğru’yu arıyor
“Fıtrat/yaratılış gerçeğine uygun hayat tarzı”nı arayan insanlığı hatırlatan bir haber: Polonya’da ‘sağcı koalisyon’un iktidara gelmesinin ardından, kamusal alanı ilgilendiren bir dizi yasak gündeme geldi.
Muhalefetteki Cumhuriyetçi Hak Partisi, Polonya Meclisi’ne mini etek, düşük bel pantolon, derin dekolte ve ağır makyaja yasak getiren bir yasa tasarısı sundu. Adalet Bakanlığı muhafeletin tasarısına olumlu baktığını açıkladı. Cumhuriyetçi Hak Partisi Başkanı Artur Zawisza, “Mini etek kadınları seks objesi olarak gösteriyor. Sıradan bir genç kız, gece eğlendikten sonra evine dönerken hayat kadını muamelesi görüyor. Buna son vermeliyiz” dedi. (Vatan gazetesi, 11 Mayıs 2007)
Fıtratın, müstehcenliği reddettiğini gösteren bu haber, Türkiye’yi ‘idare eden’lere bir şey anlatır mı? Muhalefet partisinden böyle bir talebin gelmiş olması ve hükümetin de bunu kabul etmesi Polonyalıların da aynı düşünceyi paylaştığını gösteriyor olsa gerek. Polonya örneğinden yola çıkarak, Türkiye’deki muhalefetin nelerle uğraştığını da bir daha hatırlayalım!
13.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|