Cenâb-ı Hakkın insanın mâhiyetine koyduğu olumlu ve en güzel duygulardan birisi fedâkârlıktır.
İnandığı dâvâsı uğruna her türlü zahmet ve meşakkatlere göğüs geren, sahip olduğu imkânları o yolda gözünü kırpmadan tereddütsüz harcayan insanlara fedâi denilir. Hatta onlar, gerektiği zaman en kıymetli sermaye olan hayatlarını bile dâvâsına fedâ ederler.
İslâm tarihi boyunca bilinen en büyük fedâiler grubu, şüphesiz Sahabeler denilen Sevgili Peygamberimizin (asm) dâvâ arkadaşları olan emsalsiz kahramanlardır. Zirâ onlar, İslâm uğruna canlarını, mallarını, kavim ve kabilelerini, hülâsa ne varsa her şeylerini fedâ etmişlerdi. Allah Resûlü (asm) ile konuşurlarken “Fedâke ebî ve ümmî Ya Resûlallah!” Yani, “Anam babam sana fedâ olsun Ya Resûlallah” diyorlardı. Dâvâsı için doğdukları vatanlarını terk etmişlerdi. Bir kısım sahabeler önce vatanlarını terk etmiş, bir kısmı önce Habeşistan’a, sonra hepsi Medine’ye hicret etmişlerdi. Bedir Savaşında babalar oğullarıyla, kardeşler müşrik kardeşleriyle savaşmışlardı.
İslâm yolunda malını harcamada hep Hazret-i Ebûbekir’in (r.a) gerisinde kalan Hazret-i Ömer (r.a), bir seferinde malının yarısını Resûlullah’a teslim etmiş ve bu sefer geçtiğini düşünmüştü. Hz. Peygamber (asm) “Ya Ebûbekir! Sen ne getirdin?” diye sorduğunda “Malımın tamamını Ya Resûllüllah” dedi. “Ev halkına ne bıraktın?” “Allah ve Resulünü” diye cevap verdi. Yine Hazret-i Ömer (r.a) onu geçememişti. Onlar fedâkârlığın zirvesindeydiler. Bizlerin, onları anlaması bile imkânsızdı. Onlar, İslâmın şeref levhalarını yazmış ilk kahraman fedâiler ordusuydu. Onlardan sonra gelen Müslümanlar da fedâi olduklarını gösterdiler. Tarihe nice şeref levhaları yazdılar. Özellikle Çanakkale’de gerçekten bir destan oldular.
Ülkemizde ise, Cumhuriyetten sonra mânevî bir cihad dönemi başladı. Çünkü, dahilde din namına silâhlı cihaddan Kur’ân men ediyordu. Fen ve felsefen gelen dehşetli bir dinsizlik cereyanı ile kalpler yaralanmış, imanlar zedelenmişti. Yapılan tahribat mâneviydi. Bu tahribatı, ihlâs sırrı ile ve mânevî hizmetlerle tamir etmek gerekiyordu. Bu hizmette, Bediüzzaman Hazretleri vazifeliydi. “Çok emarelerle anlamışız ki, bu Kur’ân derslerinde fetvâ vazifesiyle tavzif edilmişiz” diyordu. Çünkü, otuz üç Kur’ân âyetinin işaretine, Gavs-ı Azam Şeyh Geylânî (r.a) ve Hazret-i Ali’nin (r.a) müjdeli haberlerine mazhariyeti vardı. 1925-1960 arasında geçen otuz beş senelik hayatı hep Risâle-i Nurların telifi ve iman hizmeti ile geçti. Bu esnada, her türlü eziyet, işkence, zehirlenme, hapis ve zindanlara göğüs gerdi. Hedefine giderken yılmadı, yıkılmadı. Saff-ı evvel olan talebeleri de, üstatları ile birlikte her türlü meşakkate sebat ve metanetle karşılık verdiler. Dâvâları uğrunda her türlü fedâkârlığa katlandılar. Sahabe mesleğinin ahir zamanda bir yansıması olan Nur Hareketinin mensupları ve kahraman dâvâ adamları, haklı oldukları iman ve İslâm yolunda Sahabeleri taklit ve onların gittiği yolu takip ettiler. Böylece, kendilerinden sonra gelenlere güzel bir örnek oldular. Üstad, onlara “Sizin bu hizmetinizi ve hareketinizi melekler alkışlıyor ve gelecek nesiller de alkışlayacak” diyordu. Evet, geleceğinden bahsedilen nesillerin mensupları olan bizler, o kahraman ve fedâkâr insanları hayranlıkla alkışlıyor ve Allah onlardan ebediyyen razı olsun, diye duâ ediyoruz.
Nur Hareketinin özü, toplumda hiçbir ayırım gözetmeden doğrudan doğruya imana hizmetti. Fertlerin dünyevî ve uhrevî saadeti kazanmalarına yardım etmekti. Siyasî bir hedef gözetmek veya devlet yönetimini din namına elde etmek gibi bir gayesi yoktu. Asayiş ve hürriyete yardım edip, milletin huzur içinde birlik ve beraberliğine katkıda bulunmaktı. Müsbet hareketi esas alıp, her türlü menfî hareketlerden uzak durmaktı. Bediüzzaman “Cemiyetin iman selâmeti yolunda bir Said değil, bin Said fedâ olsun. Milletin imanını selâmette görürsem Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü, vücudum yanarken, gönlüm gül, gülistan olur” diyerek fedâkârlığın en yüksek örneğini ortaya koyuyordu.
Bu genel hizmet mayası tutmuştu. Nur talebeleri de aynı usûlü hayatlarına prensip edindiler. İhlâsı, uhuvveti, sadakati ve tesânüdü hizmetlerinin vazgeçilmezi yaptılar. Dâvânın ruh-u aslîsinden olan bu vasıflara zarar verecek her türlü davranıştan azamî fedâkârlık göstererek kaçındılar. Hakta ittifak varken, ehak için ihtilâfa tenezzül etmediler. Halisen muhlisen çalışıp, vazifemiz hizmettir, diyerek hizmetkârlığa kanaat ettiler.
Bu mânâlara dikkat çeken merhum Zübeyr Ağabey “Âzâmî ihlâs, âzâmî sadakat, âzâmî takva, âzâmî fedâkârlık ile birlikte âzâmî dikkat de Nur Mesleğinde temel bir esastır” ikazını yapmıştır.
Bu ikazlarla beraber Nur hizmeti kıyamete kadar devam edecek ve rıza dairesinde milyonlarca insanın imanının kurtulmasına vesile olacaktır inşallah...
09.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|