Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm) Efendimizden sonra gelen büyük İslâm mütefekkirlerini ve gönül sultanlarını zirveye çıkaran, kalplerde ve akıllarda yer ettiren, tek kelime ile sevgidir, muhabbettir. Bir çok zatın hem eserlerini okudum ve hem de hayatlarını inceledim, insanları kırmamak, insanları kurtarmak, insanları bir sevgi yumağı haline getirmek için, nefes tüketmişler ve bir ömür vermişler. İnsanlar da onları sevmiş ve arkalarından yürümüşler ve yürümektedirler.
Neden yürüyorlar ve neden onların arkalarından koşuyorlar? Çünkü, bu gönül sultanları, bu hak erenleri ve bu Allah dostları köprü zatlardır. İstanbul’daki köprüler Asya kıt'asından Avrupa kıt'asına insanları taşıdığı gibi, bu zatlar da insanları Hz. Peygamber Efendimize, Hz. Kur’ân’a ve topyekûn Hz. Allah’a götürüyorlar ve götürmenin yollarını gösteriyorlar. Bunların ve eserlerinin arkalarına düşenler, nura erdiler, saadete kavuştular...
Zorla mı arkalarından götürüyorlar? Hayır. İşte meselenin mihenk noktası ve can damarı buradadır. Kuşların suya koştuğu, kelebeklerin ışığa, arıların da bal kovanına koştuğu gibi koşuyorlar, bir takdir-i İlâhî ve bir sevk-i Rabbânî gibi. Onların bir eserini okuyan, bir sohbetinde bulunan, çok akl-ı selim ve kalb-i münevver şahsiyetler, bütün muhabbetleriyle onların sevgi dolu, şefkat dolu kollarına atılmakta ve eteklerinden tutmaktadırlar.
Bizlerden çok farkları var. Bizler Ahmed’i, Mehmed’i, Ali’yi, Mustafa’yı bazen kucakladığımız gibi, onlar çağ ve çağları kucaklamışlardır. Bizler Fatmalara, Saadetlere, Peri nurlara, Müjganlara, Tuğbalara reçete yazdığımız gibi, onlar bütün insanlık âlemine reçete yazmışlar. Biz malımızı, servetimizi vakfederken, onlar insanlık âlemine hayatlarını vakfetmişlerdir.
İşte bunlardan bir tanesi çağın Mevlânâ’sı dediğimiz Bediüzzaman Said Nursî Hazretleridir. 2007 yılı itibarıyla, Hakka vuslatının 47. sene-i devriyesi, başta Türkiye olmak üzere, dünyanın bir çok ülkesinde çeşitli program ve faaliyetlerle anıldı ve anılmaktadır. Onun meslek ve meşrebi, sevgi ve muhabbeti anlatılmaktadır.
1927’de kurulan UNESCO, Birleşmiş Milletlerin Kültür, Eğitim ve Sanat ünitesidir. Vefatının 700. yılında Hz. Mevlânâ’yı dünyaca andılar. Bu sene de Hz. Mevlânâ’nın doğumunun 800. yılı münasebetiyle 7 milyarlık dünya ailesinde anılmaktadır. UNESCO bununla beraber Hz. Mevlânâ “Meslek ve Meşrebinin” aslını da muhafaza ve tahkik etmektir.
Bu itibarla, kısa zamanda dünyaya damgasını vuran ve çağın anlayışı içerisinde Kur’ân’ı anlatan Nur Külliyatının müellif-i muhteremi ve Çağımızın Mevlânâ’sı “Sevgi Şelâlesi ve Muhabbet Meşalesi” olan Hz. Bediüzzaman’ı, UNESCO çok yakın tarihte anacaktır. Çünkü Müslüman ve Hıristiyan ilim adamları, düşünürleri ve akl-ı selim sahipleri, bu zatın eserlerine yönelmişler, okuyorlar, anlatıyorlar, konuşuyorlar.
İki tesbitle, sevgi ve muhabbet deryasında bir damla olan makalemi noktalamak istiyorum. Birincisi: Almanya’da “Cemile Anne” olarak bilinen Alman Prof Dr. Anne Marie Schmel’e 1978 yıllarında Risâle-i Nurlardan bazı eserler verdim. Bir yıl sonra dedi ki: “Halil Bey kardeşim, bu eserler beni nurlandırdı. Eğer Avrupa’nın entelleri bu eserleri tanırlarsa, o zaman Avrupa’ya sevgi ve barış güneşi doğacaktır.” O’na doğru gidiyoruz...
İkincisi; Bediüzzaman Hazretlerinin Emirdağ’ındaki talebelerinden merhum Mehmet Çalışkan’dan dört defa dinlemiştim, diyor ki; “Hz. Üstad, bana bir kese kâğıdı verdi. ‘Emirdağ’ının çöplüğüne at’ dedi. Açtım baktım içinde, yanmayan bir ampul, iki tane ezilmemiş içi boş yumurta kabuğu. Şaşırdım, dedim ki; ‘Üstadım neden bunları ezmedin, kırmadın?’ Cevap çok mânidar: ‘Kardaşım Mehmet, eğer bunları kırıp ezseydim vücudumdaki bir çok letâifi tahribâta alıştırmış olurdum’ buyurdular.”
Bunların neresindeyiz acaba? İç âlemden dış âleme kadar sevgisiz, saygısız bir hayat kime faydalı olmuş? Mümkün mü?
04.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|