Anayasa Mahkemesinin verdiği karar, daha ilk günden itibaren tartışılmaya başlandı. Kararla sürüklendiğimiz ‘kriz’den nasıl çıkacağımızı tam anlamıyla izah edebilen yok. Rivayet muhtelif, ancak bir şekilde bu krizlerin de aşılacağı, aşılması gerektiği ortada.
Tartışmanın odağına oturan Anayasa Mahkemesinin, 27 Mayıs ihtilâliyle sistemimize girdiğini hatırlamak lâzım. Peki, bu mahkemeye kimler, niçin ihtiyaç duymuştur? Özetlemek gerekirse, 14 Mayıs 1950 tarihinde yaşanan seçimler ve milletin ‘tek parti/CHP iktidarına “yeter” demiş olmasıdır. Millet iktidarını ‘sandık’ta engelleyemeyeceklerini düşünenlerin başvurduğu bir tedbirdir bu uygulama...
Son tartışmalardan önce konuyla ilgili soruları cevaplandıran Anayasa uzmanı Doç. Dr. Zühtü Arslan bu durumu şöyle özetlemiş: “Anayasa Mahkemesi, 27 Mayıs’ın (ihtilâlin/fç) felsefesine ve yapılış amacına uygun bir kurumdur. 27 Mayısçılara göre 27 Mayıs, meşrûiyetini kaybetmiş bir siyasal iktidar karşısında direnme hakkının kullanılmasıdır. (Soru: Böyle midir gerçekten?) Hayır, 27 Mayıs gerçekte 1950’de iktidarlarını ve imtiyazlarını sandıkta kaybeden kişilerin rövanşı alma olayıdır. Ama bu, aynı yöntemlerle değil, silâhların gölgesinde alınmış bir rövanştır. Daha da önemlisi 27 Mayıs’tan itibaren Türkiye, makas değiştiren bir tren gibidir. Çoğunlukçu demokrasi bırakılmış, egemenliği paylaşan organların sayısı arttırılmış, en önemlisi de ulusal iradeyi sınırlandırmak suretiyle DP gibi bir partinin yeniden iktidara gelmesini engelleyecek veya engelleyemediği takdirde o yeni iktidarı sınırlandıracak bürokratik mekanizmalar oluşturulmuştur. Bunlardan biri ve en önemlisi, Anayasa Mahkemesidir.
“Mahkemenin kuruluş amacı, sadece iddia edildiği gibi demokratik hukuk devletini veya temel hak ve özgürlükleri korumak değildir. Mahkemeyi kuranların amacı ulusal iradeyi etkili şekilde sınırlandıracak ve siyaset üzerindeki bürokratik vesayetin pekiştirilmesine katkıda bulunacak bir mekanizma kurmaktı. (...) Anayasa Mahkemesi müdahaleler sonrasında çıkarılan ve açıkça temel hak ve özgürlükleri ihlâl eden yasal düzenlemeleri meşrûlaştırıcı bir işlev de görmüştür. Bunun tipik örneği, Anayasa Mahkemesinin 12 Eylül’den sonra ortada fiilen bir anayasa kalmamasına rağmen çalışmalarına devam etmesidir. (...) Bu da gösteriyor ki, Anayasa Mahkemesinin görevi esas itibarıyla ulusal iradeyi dizginlemektir. (Aksiyon dergisi, 23 Nisan 2007)
Anayasa Mahkemesinin cumhurbaşkanlığı seçim turuyla ilgili aldığı son karardan önce beyan edilen bu görüşler, hadisenin doğru okunması gerektiğini hatırlatmıyor mu? Alınan son kararın bu tesbitler ışığında yorumlanması ‘anlaşılmasını’ kolaylaştırır sanırız.
Bir nokta daha hatıra geliyor. 12 Eylül ihtilâlini yapanlar, ihtilâl beyannamelerinde sıraladıkları ‘bahane’lerinde TBMM’nin cumhurbaşkanını seçememiş olmasını da göstermişlerdi. Güya cumhurbaşkanı seçilebilseydi ihtilâl olmayacaktı... Şimdi ise TBMM’nin cumhurbaşkanı seçme ihtimali neredeyse yeni bir ihtilâle bahane yapılacak. Bu ne çelişki Ya Rabbim!
Oldu olacak, bilinen ve unutulmaması gereken bir gerçeği de tekrar hatırlatalım: İkinci İnönü Savaşları sırasında Bursa’dan geriye doğru göçen ve içinde subayların-ailelerinin bulunduğu bir kafileye rastlanır. İsmet Paşa, kafileye nasıl hitap ettiğini anılarında şöyle anlatır:
“Kafileyi durdurdum. (...) Bana bakın dedim… Kimse işitmesin, millet düşmanınızdır!” (Kaynak: CHP lideri İsmet İnönü’nün Ulus gazetesinde yer alan hatıratından, 17 Mayıs 1968. Aynı hatırayı yakın tarihlerde Zülfü Livaneli de köşesine taşımıştı. Bkz., Vatan, 10 Kasım 2006)
Bu gerçekleri, kimse duymasa da millet duysun!
04.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|