|
|
Şaban DÖĞEN |
Âhireti bir görseydik |
|
Hz. Ali, “Perde-i gayb açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek” der. Yani “Aradan perdeler kalksa Allah’ı, melekleri, peygamberleri, kabri, Mahşeri, Mahkeme-i Kübrâyı, Mizanı, Sıratı, Cenneti, Cehennemi görsem, imanımda bir artma olmaz. Çünkü görüyor gibi inanıyorum” demek istiyor.
Hz. Ali’nin görünmeyen âlemlerle ilgili düşüncesi bu. Mi'racı, Efendimiz (a.s.m.) halka anlattığında bazıları “Acaba böyle birşey olabilir mi?” gibisinden tereddüte düşmüş, Hz. Ebû Bekir’e gidip sorduklarında o, “Bunu o mu söylüyor?” diye sormuş, “Evet!” dediklerinde, o da hiç tereddüt etmeden, “O söylüyorsa doğrudur” diye karşılık vermişti.
Onların dünyasında iman buydu. Zaten iman, inanılacak şeylere hiç tereddüt etmeden kesin olarak inanmak değil midir? Böyle inandıkları için de sağa sola zikzak çizmiyor, inandıkları gibi yaşıyorlardı.
Acaba biz onların görür gibi inandıkları şeyleri dünya gözümüzle görseydik nasıl davranırdık?
Resûl-i Ekrem (a.s.m.) buyururlar ki: “Şüphesiz ben sizin görmediklerinizi görüyorum. Gökyüzü meleklerin sıkletinden dolayı gacırdadı. Gacırdamakta da haklıdır. Çünkü orada Allah’a secde etmek için bir meleğin alnını koymadığı dört parmak kadar dahi boş bir yer yoktu.
“Vallahi, benim bildiklerimi bir bilseydiniz az güler çok ağlardınız, yatakta hanımlarınızla yatmaktan lezzet alamaz, Allah’a feryad ederek yollara, dağlara fırlardınız.”1
Dünyanın patırtı ve gürültülerinden uzak, dağ başında kendi dünyasına çekilip kaygısızca hayat süren bir çoban misâli biz de kendi kabuğumuza çekilip bazı hakikatleri ne hatırlıyor, hatırladığımızda da ne irkiliyor, ne dert ediniyor, ne de telâşa kapılıyoruz.
Tabiî Cehennemin dehşetini görseydik hiçbir şeyden tat alamaz, dünyadan el etek çekip iğne iplik olurduk. Cennetin güzelliklerini görebilseydik dünyaya iştahımız kalmazdı.
Ne açlıktan iğne iplik olalım, ne iştahımız kaçıp dünyadan el etek çekelim. İman gözlüğüyle gerçek istikbali; birgün mutlaka yüzyüze geleceğimiz bu hakikatleri tefekkür edip en azından kendimize bir çeki düzen veremez miyiz? Biz görmesek de bizim adımıza hiçbir sözünde en küçük bir yanlışlık bulunmayan Efendimiz (a.s.m.) görmüş. Biz görmesek de Kâinatın Sahibi yaratmış, kitabında ve Resûlü yoluyla bizlere anlatmış.
En önemli meselemiz bütün bunlara görüyor gibi inanıp ona göre söz ve davranışlarımızı kontrol altına almak olmalı değil midir?
Dipnotlar: 1- Riyazü’s-Salihîn, 1:440 (Tirmizî’den).
04.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Her bir meselede meşveret esastır |
|
Yeni Asya ekolünün beni cezbeden ve tutan önemli özelliği, hizmet metodunu ve yapılanmasını, şahısların değil, “şahs-ı manevî ve meşveret” esası üzerine oturtmasıdır. İçtimâî veya siyasî meselelerde de, filan parti, falan şahıs, filan liderin görüş ve davranışları üzerinden değil, Risâle-i Nur’un ölçüleri üzerinden meşveret eder.
Günlük, duygusal, şahsî, indî yaklaşımlarımızda hata yapacağımız açıktır. Acaba Bediüzzaman, herhangi bir mesele karşısında nasıl davranmamızı tavsiye eder? Ortaya koyduğu Kur’ân’î ve Sünnetî ölçülerden bazılarını yorumsuz nakledelim:
* “Evvelâ: İhtiyat ve temkin ve meşveret etmek lâzımdır.”1
* “Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhit idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferit bir şahıs olabilirdi, onun fikrini tashih ve tâdil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış, az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı mânevîdir ki, şûrâlar o ruhu temsil eder.
“Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücanis olup, bir şûrâ-yı âliye-i ilmiyeden tevellüt eden bir şahs-ı mânevî olmak gerektir. Tâ ki, sözünü ona işittirebilsin. Dine taallûk eden noktalardan, sırat-ı müstakîme sevk edebilsin. Yoksa, fert dâhi de olsa, cemaatin ferd-i mânevîsine karşı sivrisinek kadar kalır. Şu mühim mevki, böyle sönük kalmakla, İslâmın ukde-i hayatiyesini tehlikeye mâruz bırakıyor.
“Hattâ diyebiliriz, şimdiki zaaf-ı diyanet ve şeair-i İslâmiyetteki lâkaytlık ve içtihadattaki fevzâ, meşihatın zaafından ve sönük olmasından meydan almıştır. Çünkü, hariçte bir adam reyini, ferdiyete istinat eden meşihata karşı muhafaza edebilir. Fakat böyle bir şûrâya istinat eden bir şeyhülislâmın sözü, en büyük bir dâhiyi de, ya içtihadından vazgeçirir, ya o içtihadı ona münhasır bırakır.”2
* “Taat ise, cemaatle daha efdal ve daha ahsendir.”3
* Meşveret, ferdlerden oluşan cemaatten çıkan şahs-ı mânevîdir.4
* İçerisinde dayanışma bulunan bir cemaat, durgunlukları harekete geçirir.5
* “Mümkün olduğu kadar geçici rüzgârlara ehemmiyet vermeyiniz, bakmayınız. Zaten mabeyninizde samîmî tesanüt ve meşveret-i şer’iye, sizi öyle şeylerden muhafaza eder. İçinizdeki şahs-ı manevinin fikrini, o meşveretle bildirir.”6
* “Biz, vahdet-i mesele cihetiyle tam bir tesanüde şiddetle muhtacız… Dikkat ediniz, küfr-ü mutlakı müdafaa eden gizli komite içinize parmak sokmasın. Benim komşudaki koğuşa parmağını soktu, beni azap içinde bıraktı. Şimdi siz, mâbeyninizde münakaşasız bir meşveret ediniz. Kararınızı kabul ederim.”7
* “Nefis ve şeytan, sizi, kardeşinize karşı itiraza ve haklı olarak tenkide sevk ettiği vakit, deyiniz ki: ‘Biz, değil böyle cüz’î hukukumuzu, belki hayatımızı ve haysiyetimizi ve dünyevî saadetimizi Risâle-i Nur’un en kuvvetli rabıtası olan tesanüde feda etmeye mükellefiz. O bize kazandırdığı netice itibarıyla dünyaya, enaniyete ait her şeyi feda etmek vazifemizdir’ deyip nefsinizi susturunuz. Medâr-ı nizâ bir mesele varsa meşveret ediniz. Çok sıkı tutmayınız; herkes bir meşrepte olmaz. Müsamahayla birbirine bakmak şimdi elzemdir.”8
* “Meşveret-i şer’iyeyle reylerinizi teşettütten muhafaza ediniz. İhlâs Risâlesinin düsturlarını her vakit göz önünüzde bulundurunuz. Yoksa, az bir ihtilâf bu vakitte Risâle-i Nur’a büyük bir zarar verebilir.”9
* “Taassup yerinde hak; ve safsata yerinde bürhan; ve tadlil-i gayr yerinde tevfik ve tatbik ve istişare ederse, dünya birleşse, hak olan mezhep ve mesleğini bir parça tebdil edemez. Nasıl ki, zaman-ı saâdette ve Selef-i Salihîn zamanlarında hükümfermâ hak ve bürhan ve akıl ve meşveret olduklarından, şükûk ve şübehatın hükümleri olmazdı.”10
Dipnotlar: 1- Şuâlar, s. 458.; 2- Sünuhat, s. 51-52.; 3- Muhakemat, s. 51; 4- Kastamonu Lâhikası, s. 102.; 5- Hutbe-i Şamiye, s. 10-131.; 6- Kastamonu Lâhikası, s. 95.; 7- Şuâlar, s., 289.; 8- Kastamonu Lâhikası, s. 181.; 9- Kastamonu Lâhikası, s. 183.; 10- Muhakemat, s. 32.
04.05.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Halil USLU |
Sevgi şelâlesi ve muhabbet meşalesi |
|
Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm) Efendimizden sonra gelen büyük İslâm mütefekkirlerini ve gönül sultanlarını zirveye çıkaran, kalplerde ve akıllarda yer ettiren, tek kelime ile sevgidir, muhabbettir. Bir çok zatın hem eserlerini okudum ve hem de hayatlarını inceledim, insanları kırmamak, insanları kurtarmak, insanları bir sevgi yumağı haline getirmek için, nefes tüketmişler ve bir ömür vermişler. İnsanlar da onları sevmiş ve arkalarından yürümüşler ve yürümektedirler.
Neden yürüyorlar ve neden onların arkalarından koşuyorlar? Çünkü, bu gönül sultanları, bu hak erenleri ve bu Allah dostları köprü zatlardır. İstanbul’daki köprüler Asya kıt'asından Avrupa kıt'asına insanları taşıdığı gibi, bu zatlar da insanları Hz. Peygamber Efendimize, Hz. Kur’ân’a ve topyekûn Hz. Allah’a götürüyorlar ve götürmenin yollarını gösteriyorlar. Bunların ve eserlerinin arkalarına düşenler, nura erdiler, saadete kavuştular...
Zorla mı arkalarından götürüyorlar? Hayır. İşte meselenin mihenk noktası ve can damarı buradadır. Kuşların suya koştuğu, kelebeklerin ışığa, arıların da bal kovanına koştuğu gibi koşuyorlar, bir takdir-i İlâhî ve bir sevk-i Rabbânî gibi. Onların bir eserini okuyan, bir sohbetinde bulunan, çok akl-ı selim ve kalb-i münevver şahsiyetler, bütün muhabbetleriyle onların sevgi dolu, şefkat dolu kollarına atılmakta ve eteklerinden tutmaktadırlar.
Bizlerden çok farkları var. Bizler Ahmed’i, Mehmed’i, Ali’yi, Mustafa’yı bazen kucakladığımız gibi, onlar çağ ve çağları kucaklamışlardır. Bizler Fatmalara, Saadetlere, Peri nurlara, Müjganlara, Tuğbalara reçete yazdığımız gibi, onlar bütün insanlık âlemine reçete yazmışlar. Biz malımızı, servetimizi vakfederken, onlar insanlık âlemine hayatlarını vakfetmişlerdir.
İşte bunlardan bir tanesi çağın Mevlânâ’sı dediğimiz Bediüzzaman Said Nursî Hazretleridir. 2007 yılı itibarıyla, Hakka vuslatının 47. sene-i devriyesi, başta Türkiye olmak üzere, dünyanın bir çok ülkesinde çeşitli program ve faaliyetlerle anıldı ve anılmaktadır. Onun meslek ve meşrebi, sevgi ve muhabbeti anlatılmaktadır.
1927’de kurulan UNESCO, Birleşmiş Milletlerin Kültür, Eğitim ve Sanat ünitesidir. Vefatının 700. yılında Hz. Mevlânâ’yı dünyaca andılar. Bu sene de Hz. Mevlânâ’nın doğumunun 800. yılı münasebetiyle 7 milyarlık dünya ailesinde anılmaktadır. UNESCO bununla beraber Hz. Mevlânâ “Meslek ve Meşrebinin” aslını da muhafaza ve tahkik etmektir.
Bu itibarla, kısa zamanda dünyaya damgasını vuran ve çağın anlayışı içerisinde Kur’ân’ı anlatan Nur Külliyatının müellif-i muhteremi ve Çağımızın Mevlânâ’sı “Sevgi Şelâlesi ve Muhabbet Meşalesi” olan Hz. Bediüzzaman’ı, UNESCO çok yakın tarihte anacaktır. Çünkü Müslüman ve Hıristiyan ilim adamları, düşünürleri ve akl-ı selim sahipleri, bu zatın eserlerine yönelmişler, okuyorlar, anlatıyorlar, konuşuyorlar.
İki tesbitle, sevgi ve muhabbet deryasında bir damla olan makalemi noktalamak istiyorum. Birincisi: Almanya’da “Cemile Anne” olarak bilinen Alman Prof Dr. Anne Marie Schmel’e 1978 yıllarında Risâle-i Nurlardan bazı eserler verdim. Bir yıl sonra dedi ki: “Halil Bey kardeşim, bu eserler beni nurlandırdı. Eğer Avrupa’nın entelleri bu eserleri tanırlarsa, o zaman Avrupa’ya sevgi ve barış güneşi doğacaktır.” O’na doğru gidiyoruz...
İkincisi; Bediüzzaman Hazretlerinin Emirdağ’ındaki talebelerinden merhum Mehmet Çalışkan’dan dört defa dinlemiştim, diyor ki; “Hz. Üstad, bana bir kese kâğıdı verdi. ‘Emirdağ’ının çöplüğüne at’ dedi. Açtım baktım içinde, yanmayan bir ampul, iki tane ezilmemiş içi boş yumurta kabuğu. Şaşırdım, dedim ki; ‘Üstadım neden bunları ezmedin, kırmadın?’ Cevap çok mânidar: ‘Kardaşım Mehmet, eğer bunları kırıp ezseydim vücudumdaki bir çok letâifi tahribâta alıştırmış olurdum’ buyurdular.”
Bunların neresindeyiz acaba? İç âlemden dış âleme kadar sevgisiz, saygısız bir hayat kime faydalı olmuş? Mümkün mü?
04.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Nefsin Allah sevgisine mazhar olması |
|
Yasemin Peçe:
*“Nefis putu, insanı Allah’tan ayıran en büyük zalimdir. Ama ben bu konuda daha çok bilgilenmek istiyorum, yardımınızı rica ediyorum.”
Terbiye görmediği zaman bir put olup insanı dalâlete sürükleyen nefis, terbiye gördükçe Allah’ın kulu olduğunu bilir ve manevî mertebelerde yükselir. Kur’ân’da nefsin değişik sıfatları zikrediliyor. Bazen aşırı ve ilkel istek sahibi mânâsında “emmâre”1 sıfatıyla anılan nefis; bazen kendisini yargılayan, kınayan ve günahlardan içi darlaşan bir öz varlık olarak “levvâme”2; bazen hayvanî ve şehvanî isteklerin hükmünden kurtulup ubudiyet makamında İlâhî nurla tatmin olduğu anlamında “mutmainne”3 sıfatlarıyla, yani makamlarıyla anılır. Kur’ân ayrıca nefislerin bazen ilham aldıklarını4; bazen kemâlâtta felâha erdiklerini ve kurtulduklarını5; bazen Rabb-i Rahîm’den razı olduklarını, Rabb-i Rahîm’in de kendilerinden razı bulunduğunu6 kaydeder. Ve Cenâb-ı Hak razı olduğu nefislere, “Has kullarım arasına gir! Cennetime gir!”7 buyurur. Diğer yandan nefisleri uyarır: “Onlar ki, küçük günahlar dışında büyük günahlardan ve fuhşiyâttan sakınırlar. Şüphesiz Rabb’in geniş mağfiret sahibidir. Rabb’in sizi topraktan yarattığı sırada ve sizler annelerinizin karınlarında ceninler iken sizin hallerinizi en iyi bilendir. Öyleyse nefislerinizi temize çıkarmayın! Sakınanı en iyi O bilir”8 buyurur.
Nefsi; 1- Nefs-i Emmâre (kötülükleri emredici), 2- Nefs-i Levvâme (kendisini kınayan), 3-Nefs-i Mülhime (ilhama mazhar olan), 4- Nefs-i Mutmainne (itminana ermiş, olgunlaşmış), 5-Nefs-i Râziye (rızâ makâmına ermiş), 6- Nefs-i Marziye (kendisinden râzı olunan), 7- Nefs-i Kâmile (kemâle ermiş nefis) olmak üzere yedi makamda inceleyen İslâm Büyükleri, bu makamları yukarıda bir kısım âyetlerini verdiğimiz Kur’ân’dan süzüp çıkarmışlardır.
Nefsin bu sıfatları hiç şüphesiz durağan değildir. Yani bu sıfatları bir merdivenin basamakları kabul ettiğimizde, nefisler için yükseliş ve iniş, ölüme kadar her zaman mümkündür. İman, ibadet ve taat yükselişine; isyan, tuğyan ve günahlar inişine sebep olur. Nefs-i emmârenin, levvâme, mutmainne veya daha yüksek makamlara yükselişi halinde bile, silâhlarını ve cihâzâtını asâba devrettiğini beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri, asâb ve damarların o vazîfeyi, yani “emmâre” vazifesini ömrün sonuna kadar gördüğünü, dolayısıyla nefs-i emmâre çoktan ölmüş olsa bile eserlerinin damarlarda yaşadığını; bundan dolayı çok büyük asfiyânın ve evliyânın nefisleri “mutmainne” makâmında oldukları halde, nefs-i emmâreden şikâyet ettiklerini kaydeder.9
Saîd Nursî Hazretlerine göre, “Nefislerinizi temize çıkarmayın”10 âyeti, nefsin en ilkel haline karşı bizi uyarmaktadır. Şöyle ki: İnsan cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Hatta evvelâ yalnız nefsini sever; başka her şeyi nefsine feda eder. Mabuda lâyık bir tarzda nefsini metheder. Mabuda yaraşan bir tenzih ile nefsini ayıplardan tenzih eder ve berî görür. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez. Nefsine tapar bir tarzda kendini şiddetle müdafaa eder. Hatta fıtratında derc edilen ve yalnız Mâbud’unun hamd ve tesbihi için kendisine verilen duyguları ve istidatları kendi nefsine sarf ederek, “Nefsinin arzusunu kendine İlâh edinip her emrine uyan kimseyi gördün mü?”11 sırrına mazhar olur.
Neticede, gerçekte “acz” içinde yuvarlanan nefis, kendisini üstün görür, kendisiyle gururlanır, kendisini beğenir. Oysa kulluk makamı, Allah’ın azameti ve büyüklüğü karşısında, kendi acziyetini idrak etmeyi gerektirmektedir.
İşte bu mertebede nefsin tezkiyesi ve terbiyesi, nefsi tezkiye etmemektir, yani nefsi günahlardan uzak görmemektir. Yani nefsi günah ve kusurlardan temize çıkarmamaktır. Nefsin günahlardan arınması ve temizlenmesi için bu şarttır. Çünkü “acz” içinde olduğunu anlayan ve kabul eden nefis, gururlanmaz, kendisini büyük görmez; Allah’a kulluk yoluna girer. Allah’a kulluk yolu ise onu, mahbûbiyete, yani Allah sevgisine mazhar olma makamına yükseltir.
Dipnotlar: 1- Yûsuf Sûresi: 53; Şems Sûresi:10 2- Kıyâme Sûresi: 2; Tevbe Sûresi: 118 3- Fecr Sûresi: 27 4- Şems Sûresi: 8 5- Şems Sûresi: 9 6- Fecr Sûresi: 28 7- Fecr Sûresi: 29,30 8- Necm Sûresi: 32 9- Mektûbât, s. 316 10- Necm Sûresi: 32 11- Furkân Sûresi: 43
04.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Kaynayan kazan: Siyaset |
|
ANAP Lideri Erkan Mumcu Sky Türk’te konuştu.
Zehir zemberekti. Eski partisi Adalet ve Kalkınma Partisi’ni yerden yere vurdu.
Meclis Başkanı Bülent Arınç’ın açıklamaları için, özellikle eski siyasîleri aratmayan “provokasyon” değerlendirmesi hayli ilginçti.
Derken, aynı gün haber bültenlerinde, Meclis Başkanı Bülent Arınç’ın:
“Keşke Sezer’i ikinci kez seçebilseydik! Ama bitiyor” diyen imalı sözleri...
NTV’de Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Yekta Güngör Özden, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in görev süresinin 16 Mayısta sona ereceğini söylerken, bu tarihten sonra Cumhurbaşkanlığına TBMM Başkanı’nın vekâlet etmesi gerektiğini savundu.
TBMM Anayasa Komisyonu Üyesi ve CHP Konya Milletvekili Atilla Kart da çok açık bir şekilde yeni cumhurbaşkanı seçilinceye kadar mevcut cumhurbaşkanının görevine devam edeceğini belirtiyor.
Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk ise,
“Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılamazsa eski Cumhurbaşkanı göreve devam eder. Cumhurbaşkanı seçiminin yapılamaması boşalma sayılmaz. O yüzden TBMM Başkanı vekâlet etmez” diyor.
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi, Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. Cem Eroğul ise, “Anayasa’da besbelli, yazılmış. Bana göre de eski Cumhurbaşkanı göreve devam eder. TBMM Başkanı’nın vekâlet etmesi için ölüm, çekilme gibi boşalmaya yol açabilecek sebep olacak” diye konuştu.
Görüldüğü gibi, sadece siyasetçilerin değil, akademisyenlerin bile kafası karışık.
ÇAPA TIP’TAKİ OTO PARK
Çapa Tıp Fakültesi’ne hasta ziyaretine giden veya işi düşen araçlı bir vatandaş varsa, bilsin ki, kendini bir çıkmazın ve mağduriyetin içinde bulacak.
Nasıl mı?
Çapa’ya girdiğinizde otopark için kart alıyorsunuz.
İçeri girdiğinizde aracınızı park edecek bir yer ararken, sağlı sollu park halindeki araçların etrafının zincir veya demir kazıklarla kapalı olduğunu görüyorsunuz. Boşluk olan yerlere girme çabanız ise nafile... Çünkü orada sivri dişli tuzaklar sizi bekliyor... Sizi o boş alanlara sokmuyorlar. Çünkü önemli yerler öğretim üyelerine veya hastahane personeline ayrılmış. Israr etseniz faydasız...
Seyir halinde kendinize bir yer ararken, otopark görevlileri sizi bir yere doğru yönlendiriyor... Sanıyorsunuz ki, ileride boş park alanları var.
Hayır yanıldınız. Sizi yönlendirdikleri yer, hastahane çıkışı... Geri dönmeniz mümkün değil. Çünkü yol dar... İkincisi, arkanızda bir araç ordusu var. Tıpkı oltaya takılmış balık misali, birden bire kendinizi çıkış parası ödüyor halde buluyorsunuz. Yani otopark görevlileri sizi resmen yoluyor...
Her 5 dakikada bir bu tuzağa düşen araçları hesap edin, hastahane masrafının yıllık kazancı bir günde çıkar.
İnsanları resmen “enayi” yerine koyuyorlar.
Sessiz mağdurların sesi olarak soruyorum:
Bu mağduriyeti kim durduracak?
ÇAĞ-DIŞI YAŞAM
Müzik evrensel bir dil...
Farklı müzik dallarını ayırıp “çağdaşlık” simgesi sayarsanız “bölücülük” yaparsınız.
Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı Türkan Saylan diyor ki:
“Türk Sanat Müziği yerine Batı Müziği dinlenmesi gerekir.”
Çağdaş Yaşamı derken isim yanlış konulmuş sanki.
“Çağdışı Yaşamı” desek yerinde mi olur?
Çok sesli müziğe kafayı takmış.
Diyor ki:
“Bizim müziğimiz tek sesli. Batı müziğinin özelliği çok sesli olması.. Batı müziğinde orkestrasyon vardır, farklı şeyleri söylemek uzlaşmadır, demokrasi anlayışına sahip olmaktır.”
Kimsenin “müzik zevki”ne karışmayız. Her müziğin kendine ait özelliği ve güzelliği vardır.
Saylan’ın sırf “demokrasi” için söylediklerine katılıyoruz. Ama “demokrasi dışı” hareketlerine ne demeli?
“Muhammed” ismine tahammül edemeyen, müzik zevkini dar bir kalıba sokan Saylan’ın demokrasi anlayışı bu kadar “dar” ise, aman eksik olsun!
04.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Gelinen nokta |
|
Aylar önce ortaya attığı 367 formülüyle, hiç beklenmedik şekilde Meclise yargı sillesinin yolunu açan Yargıtay eski Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, yeni bir iddia ile yine gündemde.
Bu iddiaya göre, cumhurbaşkanı seçim süreci devam ederken Meclis yasama faaliyeti yapamaz, anayasayı değiştiremez, hattâ erken seçim kararı dahi alamaz. Bu yöndeki girişimler “hukukun yanından dolanma”dır, geçersizdir.
İlk bakışta bu da uçuk bir çıkış gibi görünüyor. Ama 367 meselesinde yaşananların gösterdiği gibi, siyasî nitelikteki çok önemli ve kritik konuların yargının inisiyatif alanına intikal ettiği bir ortamda bunların söylenmesi düşündürücü.
Hükümet nihayet erken seçim kararı aldı. Ama bu noktaya Anayasa Mahkemesinin 367 kararından sonra kerhen ve mecburen geldi.
Ve işin geldiği noktada, bu kararın fazla bir kıymet-i harbiyesi yok. Çünkü cumhurbaşkanı seçimindeki tıkanma, anayasa gereği zaten kaçınılmaz bir şekilde seçimi gündeme getiriyor.
O tıkanma noktasından sonra, “Derhal seçime gidilir” diyen anayasanın bu hükmüne göre, Yüksek Seçiminin Kurulunun re’sen belirlediği takvime göre, teknik açıdan da mümkün olabilecek en erken tarihte sandığa gidiliyor.
Bu sürecin pratikteki yansımalarından biri, görev süresi dolan cumhurbaşkanının, yenisi seçilemediği için, Çankaya’da kalma süresinin uzaması.
Yani, yenisi seçilinceye kadar cumhurbaşkanlığına Meclis Başkanının vekâlet etmesi mümkün değil. Ki, hükümet ve AKP içinde de bu görüş ağırlıkta.
Bu demektir ki, AKP ileri gelenleri, yedi yıl önce “çak” yaparak Çankaya’ya çıkardıkları, ama dört buçuk senedir de yaka silktikleri Sezer’in süresini biraz daha uzatmış olacaklar.
Çünkü izledikleri strateji bu sonucu veriyor.
Kanadoğlu’nun yorumu, AKP’nin ancak sıkıştıktan sonra “baskın seçim” mantığıyla gündeme getirdiği “çok erken seçim”in yanı sıra, cumhurbaşkanını halkın seçmesi, 5+5 sistemi, genel seçimlerin dört yılda bir yapılması gibi tekliflerin de zora gireceğinin işareti sayılabilir.
Özellikle “Cumhurbaşkanını halk seçmeli” teklifine CHP liderinin yönelttiği eleştiriler ise, bu itirazın siyaset alanına taşınması niteliğinde.
Baykal, “Cumhurbaşkanı seçmesine karşı çıktığımız eskimiş ve yenilenmesi gerektiğine inandığımız bir Meclisin, sistemde böylesine köklü değişiklik öngören bir düzenlemeyi oldubittiye getirmesine de karşıyız” mesajı veriyor.
Cumhurbaşkanı seçiminin ilk turunda 367 rakamının bulunamamasında en kritik rolü oynamış olan ANAP’ın, bu konularla ilgili olarak AKP’ye verdiği sözlerin güvenilirliği bizce zayıf.
Ve söz konusu parti bu sözleri tutsa dahi, yapılmak istenen düzenlemelerin Sezer ve Anayasa Mahkemesi engellerine takılması ihtimali kuvvetle vârit. Hele 367’de olanlardan sonra.
Dikkat edilirse CHP seçim için “Anayasanın emri, zaten yapılacak” derken, AKP’nin teklifleri içinde de sadece seçilme yaşının 25’e indirilmesiyle ilgili olanına destek vereceğini bildirdi.
AKP önce 24 Haziran olarak belirlediği seçim tarihini, daha sonra YSK'nın itirazı üzerine 22 Temmuz olarak değiştirmek zorunda kaldı.
Aylardır başarıyla yönetildiği iddia edilen bir sürecin geldiği son aşamada manzara böyle.
04.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Sistemin adı |
|
Çankaya adayının eşi başı açık olsaydı ve onların aradıkları kriter ve evsafa haiz olsaydı Sabih Kanadoğlu gibilerin aklına nisap sayısı olarak 367 gelmeyecekti bile. Galiba kanundaki boşluklar kanunun üzerindekilerin kullanımı için var. Ve Ahmet Necdet Sezer veya benzerleri Gül’ün haiz olduğu desteğin de altındaki desteklerle seçilmişlerdi. Zira kimi çevrelere göre Ahmet Necdet Sezer sistemin sigortası hükmündeydi. Bu durumda seçilmese ne olur? Veya seçimi formaliteden ibarettir. Bundan dolayı asaleten atanmasında bir mahzur yoktu. Dolayısıyla ortada hukuk yok, hukukun manipülasyonu ve tevili var. Yekta Güngör Özden, SKY Türk kanalındaki konuşmasında Cumhurbaşkanlığına vekalet meselesini de gündeme getirmiş ve yeni cumhurbaşkanı seçilememesi halinde Sezer’in Çankaya’yı boşaltması ve yerine Bülent Arınç’ın vekalet etmesi gerektiğini söylemiştir. Ama CHP hukuku bilek gücüyle halletmeye kalkıştığından teknik detaylar kendisini pek ilgilendirmiyor. O işin ruhuyla daha çok ilgileniyor.
Anayasa Mahkemesi hem hukuken, hem de siyaseten yanlış bir karar vermiştir. Kararı ideolojik olarak doğru olabilir ama hem siyaseten hem de hukuken yanlış yapmıştır. Mustafa Erdoğan kararı hukuk bağlamında 2+2=5 şeklinde yorumlamıştır. Ve Referans gazetesinden Ertuğ Yaşar yazısında bu aritmetiğin mantık hatasını şöyle yorumluyor: “Bana göre seçilmek için 367 oy gereken bir yerde toplantı yeter sayısı 367 olamaz...”
Hukuk mütalaası böyle. Ya siyasi mütalaa? Aslında Anayasa Mahkemesi bu içtihadıyla anayasanın ruhuna ters düştüğü gibi, günü kurtarayım derken siyaseti kilitlemiştir. Günü kurtarma adına geleceği harcamıştır. Bunu en veciz bir şekilde ifade edenlerden birisi Başbakan Erdoğan olmuştur ve şöyle söylemiştir: “Cumhurbaşkanının Meclis’te seçilmesinin önü kapanmıştır. Bundan sonra gelecek Meclis’te de cumhurbaşkanı seçilemez. Bu, demokrasiye sıkılmış bir kurşundur...”
Anayasa Mahkemesi müstakbel cumhurbaşkanının meclis tarafından seçilmesinin önünü fiilen kapatırken Baykal da halkın Cumhurbaşkanı seçemeyeceğini aksi takdirde padişah seçmiş olacağını öngörüyor. Buyrun buradan yakın! Bu tepki üzerine seçici davranan Anayasa Mahkemesi Başkanı Tülay Tuğcu aynen Deniz Baykal’la birlikte Erdoğan’ın sözlerini kastederek ‘Kurum hedef gösterildi’ demiştir. Bunun sonucunda Erdoğan muhatabının Baykal olduğunu söylerken, Tuğcu da Baykal’ın açıklamasının da suç teşkil ettiğini söylemiştir. Buna, zincirleme kaza denir.
***
Dolayısıyla zincirleme yanlışlarla birlikte Türkiye siyasî bir yanlıştan sistem yanlışına düşmüştür. Böylece derin bir krizin içine yuvarlandık. Çıkmak istedikçe de batıyoruz. Bu yanlışlar yumağı neredeyse herşeyi tartışmalı hâle getirmiştir. Bu da Türkiye’nin kan kaybetmesi mânâsına geliyor. Tıkanma derinlerde. Nedense cumhuriyet ile demokrasi arasını bulamadık, bağdaştıramadık. Birileri çözüm formülünü Türkiye’ye özgü hale getirmişler ve şunu teklif ediyorlar: “Az darbe, az irtica ve az demokrasi...” Ama bu terkibi kim sağlayacak ve hakem kim olacak? Bir ara ‘Türkiye’nin helvacısı yok’ diyen Tayyip Bey bunun yolunu bulamadığına göre Baykal mı bulacak? Türkiye’nin yeni vasisi Baykal mı? Türkiye’deki tıkanmanın sebebi ideolojik cumhuriyet ile halk demokrasisinin çatışmasıdır. AKP gibi partiler halktan icazet aldıkları oranda ideolojik cumhuriyetten icazet alamamaktalar. CHP veya onu temsil eden zihniyet ise seçkin cumhuriyetçiler olarak sistemden beslendikleri kadarıyla halktan destek alamıyorlar. Bu durumda halk ile seçkinci cumhuriyet anlayışı birbirini bloke ediyor. Yaşanılan ortamın tercümesi budur.
Elitistlere göre halk dolgu maddesinden başka bir şey değildir. Ve hukukun onların arzuları istikametinde tevil edildiğini görüyoruz. Hukukun tevilinin yetmediği yerde de güce başvurmakta tereddüt etmeyeceklerdir. Netekim İnönü Üniversitesi Rektörü bunu gizleme gereği duymadan tasrih etmiş ve telaffuzundan çekinmemiştir. Halkın yüzde 95’i sistemden ayrı da düşünse müesses nizamdan vazgeçilemeyeceğini söylemiştir. Bu, jakoben cumhuriyet anlayışıdır. Halkın desteğine lüzum görmediği için dayatmadır. Halk bu sistemde sadece makyaj malzemesidir. Dolayısıyla mesele, AKP’nin yaptığı yanlışlar da değildir. Halkın değerleriyle sistemin özüne inmesine ve ulaşmasına izin yoktur. Kapılar kapalıdır. Seçilmişlerin hatası da sistemin bahanesi olmaktadır. Bu elbetteki seçilmişlerin hatası olmadığı anlamına gelmez. Kısaca, hükümet elitlerden kırmızı kart görürken CHP zihniyeti de halktan kırmızı kart görüyor. Bu noktada kilitlendik kaldık.
***
Bu sistemin adı var mı bilmiyorum ama Bediüzzaman yıllar önce ilginç bir tanımlamada bulunmuş, galiba biz dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyoruz: “istibdad-ı mutlaka cumhuriyet namını verir, irtidad-ı mutlakı rejim altına alırsanız, sefahat-i mutlaka medeniyet ismi verirseniz, cebr-i keyfi-i küfriye kanun ismini takarsanız (B. Said Nursi, Şuâlar, s. 242)...”
Kanunlar sadece elitler için geçerli olursa orada demokrasi olmayacağı gibi sistem de olamaz. Çifte standart ancak patinaj ve çıkmaz ve kilitlenme üretir. Türkiye fotoğrafında olduğu gibi.
04.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Yeni dönem hayırlı olsun |
|
Siyasetin millî irade yörüngesindeki seyri, kesintili dönemler yaşasa da, son gelişmeler; kontrol edilemez, durdurulamaz ve geri döndürülemez noktada olduğunu göstermektedir.
Anayasa Mahkemesinin, cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turu için yürütmeyi durdurma sayılan iptal kararı ile birlikte, toplantı yeter sayısı 367 olarak kabul edilmiş oldu.
Buna göre, tersinden okursak Mecliste 184 oyu bloke eden bir parti grubu veya birlikte hareket edip bu rakamı bulan bir yaklaşım, cumhurbaşkanını seçtirmeme hakkını elinde tutmuş olacak.
Güçsüz ve bölünmüş siyaset senaryolarının başarıyla uygulanması sonucu sürekli koalisyonlarla idare edilen ülke konumu, böyle devam ederse “düşük profilli” ve herkesin sonradan bulmak zorunda kalacağı adaylarla ancak I. turu aşabileceği görülmektedir.
Diğer yandan, 12 Eylül anayasasının gerek lâfız, gerek mânâ ve gerekse yazıldığı şartlar ve gerekçeler göz önüne alındığında ve geçen 25 yıldaki uygulamasına bakıldığında toplantı yeter sayısı 184 olarak tatbik edilmesine rağmen, yeni anayasal içtihat, cumhurbaşkanı seçimini zorlaştırmıştır. Engelleyici bir unsur niteliğini kazanmıştır. Halbuki 12 Eylül mantığının serrişte ettiği konuların başında, uzun süre dönen turlara rağmen cumhurbaşkanının seçilmemesi gelmekteydi.
Artık bu saatten sonra Anayasa Mahkemesinin verdiği karar değişmeyeceğine ve bağlayıcı olduğuna göre oluşan yeni şartlar üzerinde duralım.
“Lastikli kanunlar” üzerindeki tartışma ve kararın sosyal, psikolojik, siyasî ve hukukî veçheleri elbette ki tartışılacaktır. Bir anlamda ertelenmiş problemler tekrar be tekrar kamu vicdanında ve seçim sathı mailinde daha fazlasıyla ve artan dozajda tartışılacaktır.
Salı akşama doğru Anayasa Mahkemesinin kararını açıklamasıyla birlikte seçim ve rejim tartışmaları ile idarî ve siyasî yapımız yeni bir döneme kapak atmıştır. Kısa metrajlı ön kesmeler, yaşanan siyasî tutarsızlıklar, sivilleşmeye getirilen ağır kotalar ve muhtıra niteliğindeki sarsıntıların sonucunda ortaya çıkan vaziyet, yeni durum ve pozisyonları da hızlandırmıştır.
Sempatik gelmeyen süreç, yeni gelişmelerin ve köklü yeni değişmelerin de habercisi olacağı muhakkak.
Nitekim AKP süratle toplanıp yeni bir çerçeve ile kamuoyunun karşısına çıktı. Buna göre;
1- Genel seçimlerin en erken bir tarihte yapılması. Bu tarih ise büyük bir ihtimalle 22 Temmuz.
2- Milletvekili seçim süresinin beş yıldan dört yıla çekilmesi.
3- Cumhurbaşkanlığı seçiminin halk tarafından yapılması ve görev süresinin yedi yıldan 5 yıla çekilmesi. İkinci dönem seçilebilmesi.
Özetle kamuoyuna sunulan bu tanımlı ve sonuç alıcı kararlar doğrultusunda, bütün siyasî partilere yeni sorumluluklar yüklendi. Sistemin hazzetmediği ve CHP’nin de taraftar olmadığı şekliyle cumhurbaşkanını halkın seçmesi çok yerinde bir tercih.
Ne hikmetse yıllar yılı bütün sağ siyasî partiler bunu dillerine dolayıp, parti programlarına yazmalarına rağmen, her defasında halkın hakemliği ertelenmiş ve konjonktürel 12 Eylül Anayasası ve Meclisteki tartışmalara göre cumhurbaşkanı seçilmiştir.
Şimdi bu noktaya gelinmesi de sonuç itibariyle hayırlı olmuştur. Bir anlamda bazı oyunları bozacak niteliktedir.
ANAP, sıcağı sıcağına AKP’nin bu tekliflerini kabul ettiğini açıkladı. Böyle olunca anayasal çoğunluk sağlanmış olacaktır. Aksi halde referandum yolu gözüküyor.
Her halükârda ufukta seçimin belirmesi, cumhurbaşkanlığı sürecinin muhtemelen Pazar günü itibariyle başlıyor olması ve daha da önemlisi, turlardan sonuç alınmasa halkın hakemliğine gidiliyor olması yerinde bir açılım.
Belirsizlikten ve kaostan medet umanların inşaallah oyunları bozulacaktır. Sağduyu ve halkın teveccühünün ortaya çıkacağı her netice kabulümüzdür. İnşaallah demokrasimizin hazım kapasitesi ve sindirim sistemi de bu vesileyle gelişir.
İstenmeyen gelişmeler, yeni kapılar açıp dinamik bir siyasî zemine ve rekabet ortamının ahlâklı ve adil süreçlerine kayıyorsa, olgunlaşma artıyor demektir.
Statükonun geri gittiği, sivilleşmenin bir adım önde olduğu yeni bir dönemin tetiklendiğini görüyoruz.
Herkesin aklını başına alacağı, hukukun siyaset alanına müdahale edemeyeceği ve hızlanan siyasî süreçle birlikte yeni bir dönemin sonuçları itibariyle gelişmelerin hayırlı sonuçlar vermesini diliyoruz.
04.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Demokrasinin şeref levhaları |
|
Mecliste müzakereler erken saatlerde başladı.
Demokrasinin ilâcı, seçimleri görüşüyordu parlamento.
Bir gece önce Anayasa Komisyonunda sert tartışmalar yaşanmış, CHP’nin “Eylül’de olsun” ısrarına rağmen 22 Temmuz’da seçimlere gidilmesine dair kanun çıkmıştı.
Komisyondaki tartışmalar Genel Kurula da yansıdı.
Önce CHP’li Haluk Koç çıktı, alaycı, sert, bilgiç tavırlı bir konuşma yaptı. Ardından AKP’li Salih Kapusuz çıktı kürsüye, CHP’yi seçimlerden kaçmakla suçladı, Meclise niye gelmiyorsunuz?” diye sordu.
Başbakan Erdoğan da Meclis’e gelişi sırasında, Eylül önerisini “CHP’nin samimiyetsizliği” olarak nitelendirdi.
Siyaset bu. Herkesin söyleyebileceği sözünün bulunduğu bir alan.
“Cumhurbaşkanını halk seçsin” diyen ve bunun için 5+5’i öneren Erkan Mumcu teklif önüne gelince, yalpalamaya başlamadı mı?
Artık Meclis katarı yola çıktı.
Ancak içinde bulunduğumuz günler partiler açısından en kritik sınav dönemleri.
2002 seçimlerine giderken gördük. Koalisyon denklemleri yapılan partiler, seçim sürecinde zikzak yaptıkları için Meclise bile giremedi.
Cumhurbaşkanlığı seçimiyle başlayan, Meclise girip girmeme ile devam eden “Genelkurmay bildirisi” ile zirveye çıkan bir sınavdan geçiyor partilerimiz. Demokrasi büyük bir elek gibi eliyor. Eleğin altına dökülenlerle eleğin üstünde kalanları ise sandık açılınca görüceğiz.
Bunlarla birlikte bir rahatsızlığımı da kayda geçirmek istiyorum.
Biri Meclis’le ilgili.
27 Nisan’da Genelkurmay tarafından yayınlanan bildiri sadece hükümeti mi hedef alıyor?
Orada doğrudan parlamentonun yetkisine, millî iradenin yegâne temsilcisi olan Türkiye Büyük Millet Meclisine yönelik ithamlar yok mu? Orada zımnî olarak Meclise, “Sen cumhurbaşkanı seçemezsin” denilmiyor mu?
Peki niye Meclis bir cevap vermedi. Bu açıklamadan sonra Meclis ilk olarak Çarşamba günü çalışmalara başladı. Çarşamba günü Meclis açılırken karşı bir açıklama yapılamaz mıydı? Bu bildirinin tek muhatabı hükümet ve Mecliste Adıyaman milletvekili Hüsrev Kutlu muydu?
Avrupa Birliğinden, Avrupa Parlamentosundan sayısız açıklama yapıldı. ABD’den dahi ilkeli ilkesiz 3 açıklama geldi. Bizim parlamentomuzdan “tık” yok.
Hele hele Meclis Başkanının tavrına ne demeli?
Daha ileri bir şey söylemek istemiyorum, ama millî iradeyi temsil eden bir kurumun başkanı, o iradeye saldırı olduğu anda da onu göğüslemeyi bilmeli.
Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey’in Topal Osman ve hempası tarafından Çankaya Köşkünde boğularak öldürülmesi üzerine Mecliste tertip edilen özel oturumda kürsüye çıkan Hüseyin Avni Ulaş Bey’in gözyaşları içinde “Ey Kâbe-i millet! Sana da mı taarruz? Ey ara-yı millet! Sana da mı taarruz? Ey milletin mukaddesatı! Sana da mı taarruz” diye haykırdığı gibi haykırılamıyorsa dahi, bütün dünyaya bir kararlılık mesajı verilseydi.
Demokrasinin değeri ve misyonunun hatırı birilerinden daha ağırdır. Bunu dile getirenlere de nakise değil, saygınlık kazandırır.
Demokrasinin şeref levhaları işte böyle oluşacak.
04.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Kimse duymasın, millet duysun |
|
Anayasa Mahkemesinin verdiği karar, daha ilk günden itibaren tartışılmaya başlandı. Kararla sürüklendiğimiz ‘kriz’den nasıl çıkacağımızı tam anlamıyla izah edebilen yok. Rivayet muhtelif, ancak bir şekilde bu krizlerin de aşılacağı, aşılması gerektiği ortada.
Tartışmanın odağına oturan Anayasa Mahkemesinin, 27 Mayıs ihtilâliyle sistemimize girdiğini hatırlamak lâzım. Peki, bu mahkemeye kimler, niçin ihtiyaç duymuştur? Özetlemek gerekirse, 14 Mayıs 1950 tarihinde yaşanan seçimler ve milletin ‘tek parti/CHP iktidarına “yeter” demiş olmasıdır. Millet iktidarını ‘sandık’ta engelleyemeyeceklerini düşünenlerin başvurduğu bir tedbirdir bu uygulama...
Son tartışmalardan önce konuyla ilgili soruları cevaplandıran Anayasa uzmanı Doç. Dr. Zühtü Arslan bu durumu şöyle özetlemiş: “Anayasa Mahkemesi, 27 Mayıs’ın (ihtilâlin/fç) felsefesine ve yapılış amacına uygun bir kurumdur. 27 Mayısçılara göre 27 Mayıs, meşrûiyetini kaybetmiş bir siyasal iktidar karşısında direnme hakkının kullanılmasıdır. (Soru: Böyle midir gerçekten?) Hayır, 27 Mayıs gerçekte 1950’de iktidarlarını ve imtiyazlarını sandıkta kaybeden kişilerin rövanşı alma olayıdır. Ama bu, aynı yöntemlerle değil, silâhların gölgesinde alınmış bir rövanştır. Daha da önemlisi 27 Mayıs’tan itibaren Türkiye, makas değiştiren bir tren gibidir. Çoğunlukçu demokrasi bırakılmış, egemenliği paylaşan organların sayısı arttırılmış, en önemlisi de ulusal iradeyi sınırlandırmak suretiyle DP gibi bir partinin yeniden iktidara gelmesini engelleyecek veya engelleyemediği takdirde o yeni iktidarı sınırlandıracak bürokratik mekanizmalar oluşturulmuştur. Bunlardan biri ve en önemlisi, Anayasa Mahkemesidir.
“Mahkemenin kuruluş amacı, sadece iddia edildiği gibi demokratik hukuk devletini veya temel hak ve özgürlükleri korumak değildir. Mahkemeyi kuranların amacı ulusal iradeyi etkili şekilde sınırlandıracak ve siyaset üzerindeki bürokratik vesayetin pekiştirilmesine katkıda bulunacak bir mekanizma kurmaktı. (...) Anayasa Mahkemesi müdahaleler sonrasında çıkarılan ve açıkça temel hak ve özgürlükleri ihlâl eden yasal düzenlemeleri meşrûlaştırıcı bir işlev de görmüştür. Bunun tipik örneği, Anayasa Mahkemesinin 12 Eylül’den sonra ortada fiilen bir anayasa kalmamasına rağmen çalışmalarına devam etmesidir. (...) Bu da gösteriyor ki, Anayasa Mahkemesinin görevi esas itibarıyla ulusal iradeyi dizginlemektir. (Aksiyon dergisi, 23 Nisan 2007)
Anayasa Mahkemesinin cumhurbaşkanlığı seçim turuyla ilgili aldığı son karardan önce beyan edilen bu görüşler, hadisenin doğru okunması gerektiğini hatırlatmıyor mu? Alınan son kararın bu tesbitler ışığında yorumlanması ‘anlaşılmasını’ kolaylaştırır sanırız.
Bir nokta daha hatıra geliyor. 12 Eylül ihtilâlini yapanlar, ihtilâl beyannamelerinde sıraladıkları ‘bahane’lerinde TBMM’nin cumhurbaşkanını seçememiş olmasını da göstermişlerdi. Güya cumhurbaşkanı seçilebilseydi ihtilâl olmayacaktı... Şimdi ise TBMM’nin cumhurbaşkanı seçme ihtimali neredeyse yeni bir ihtilâle bahane yapılacak. Bu ne çelişki Ya Rabbim!
Oldu olacak, bilinen ve unutulmaması gereken bir gerçeği de tekrar hatırlatalım: İkinci İnönü Savaşları sırasında Bursa’dan geriye doğru göçen ve içinde subayların-ailelerinin bulunduğu bir kafileye rastlanır. İsmet Paşa, kafileye nasıl hitap ettiğini anılarında şöyle anlatır:
“Kafileyi durdurdum. (...) Bana bakın dedim… Kimse işitmesin, millet düşmanınızdır!” (Kaynak: CHP lideri İsmet İnönü’nün Ulus gazetesinde yer alan hatıratından, 17 Mayıs 1968. Aynı hatırayı yakın tarihlerde Zülfü Livaneli de köşesine taşımıştı. Bkz., Vatan, 10 Kasım 2006)
Bu gerçekleri, kimse duymasa da millet duysun!
04.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|