|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
O Cennetler ki yem yeşil... Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz? İçlerinde iki pınar fışkırır.
Rahman Sûresi: 64-66
|
04.05.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Allah'ın en sevdiği kimseler, adeta onun ev halkı hükmündeki mahlûkatına en çok faydası dokunanlardır.
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 133
|
04.05.2007
|
|
Eşref Edip'in Bediüzzaman'la yaptığı röportaj
Dünkü Hürriyet, Milliyet ve bazı gazetelerde, Eşrif Edip’in 1952 yılında Bediüzzaman Said Nursî ile yaptığı röportaja dair haberler yer aldı.
Konya’nın Ilgın İlçesi’ndeki İnönü İlköğretim Okulu’nun web sayfasında yayınlanan “Uzun Bir Ayrılıktan Sonra” başlıklı röportaj, belli mihrakları harekete geçirmiş olacak ki, Hürriyet ve Milliyet’te aynı imza ile yayınlanan haber, çarpıtma ve tahriklerle doluydu.
Nurculuğun bir ‘tarikat’, Said Nursî’nin ise bir ‘tarikat lideri’ olarak lanse edildiği haberde, ayrıca okul sitesinde yayınlanan röportajı Bediüzzaman’la kimin yaptığına dair bilginin olmadığı da belirtilmiş.
Öncelikle şunu ifade edelim ki, Bediüzzaman Said Nursî, “Ben tarikat dersi değil, imanın, Kur’ân’ın hakikatlerini ders veriyorum. Dersimi dinleyenlere Nur Talebesi denir. Mesleğimiz tarikat değil, imanın hakikatleridir” (Emirdağ Lâhikası, s. 411, Y. Asya Neşriyat) demiş, bu mânâyı eserlerinin muhtelif yerlerinde vurgulamış ve ayrıca bu gerçek, bilirkişi raporlarıyla da defalarca tasdik edilmiştir. Buna rağmen bu mesele, yıllardır maksatlı olarak çarpıtılmaktadır.
Hürriyet’in, internet sitesinde, ‘imzasız’ olarak tamamen iktibas ettiği, gazetesinde ise belli paragraflara ara başlıklarla dikkat çektiği ‘Eşref Edip’e ait röportajı, bu vesileyle bir kez daha dikkatlerinize sunuyoruz:
“Uzun Bir Ayrılıktan Sonra”
Belki yirmi yedi, yirmi sekiz sene oldu Üstadı görmeyeli. Onu görmek, mübârek sîmâsını doya doya seyretmek için her zaman gidip ziyâret etmek istediğim halde, meşguliyetten bir türlü vakit bulamadım. Fakat o, kalblerde yaşadığı için, mânevî varlığı ile dâimâ beraberdik. Bu, gönüllerdeki iştiyâkı bir dereceye kadar tatmin etmez miydi? Kendisini görüp kucaklaştığımız zaman, onun nûrânî sîmâsının verdiği zevk, maddî hasretin de ne kadar büyük olduğunu gösterdi.
Üstadla tanışmamız kırk seneyi geçti. O zamanlar hemen hergün idârehâneye gelir; Akif ler, Nâim’ler, Ferid’ler, İzmirli’lerle birlikte saatlerce tatlı tatlı musâhabelerde bulunurduk. Üstad, kendine mahsus şîvesiyle yüksek ilmî meselelerden konuşur; onun konuşmasındaki celâdet ve şehâmet bizi de heyecanlandırırdı. Hârikulâde fıtrî bir zekâ, İlâhi bir mevhîbe. En mu’dil meselelerde, zekâsının kudret ve azameti kendisini gösterir. Dâimâ işleyen ve düşünen bir kafa. Nakillerle pek meşgul değil. Onun rehberi yalnız Kur’ân; bütün feyiz ve zekâ kaynağı bu. Bütün o lem’alar, doğrudan doğruya bu kaynaktan nebeân ediyor. Bir müçtehid, bir imam kadar rey sahibi. Kalbi bir Sahabî kadar îmanla dolu. Rûhunda, Ömer’in şehâmeti var. Yirminci asırda Devr-i Saadeti nefsinde yaşatan bir mü’min. Bütün hedefi îman ve Kur’ân.
İslâmın gâyetü’l-gâyesi olan “Tevhid” ve “Allah’a îman” esâsı, onun ve Risâle-i Nur’un en büyük umdesidir. Devr-i Saadette, Müslümanlığın ilk kuruluş zamanlarında olsaydı, Hazret-i Peygamber, Kâbe’deki putların parçalanması vazifesini ona verirdi. Şirke ve putperestliğe o derece düşmandır.
Mücâhede ile gönüllerde îman ve Kur’ân hakîkatlerini yerleştirmek için geçen uzun, bir asra yakın bir ömür. Fazîlet ve şehâmetle geçen bir ömür. Harb meydanlarında, mücâhidlerin önünde, kılınç elinde, dimdik ayakta düşmana saldıran bir kahraman. Esârette, düşman kumandanına karşı koyan bir kahraman. Îdam sehpasında, düşman kumandanını düşündüren, insafa getiren bir kahraman...
Millet ve memleket için canını vermekten zerre kadar çekinmeyen bir fedâi. Fitnenin, bozgunculuğun en müthiş düşmanı. Milletin menfaati için, her türlü zulme, işkenceye tahammül ediyor. Ona zulmedenlere bedduâ bile etmez. Onu zindanlara atanlara, ancak salâh ve îman temennî eder. Gaye uğrunda ölüm, onun için basit birşeydir.
Kendisi bir çanak çorba, bir bardak su, bir lokma ekmekle tagaddî eder. Elbisesi pek basit ve fakirânedir. Beyaz Amerikan bezinden pamuklu bir hırka. Çamaşırını kirlenmeden değiştirir ve temizletir. Temizliğe fevkalâde îtinâ eder. Kâğıt parayı tutmaz ve üstünde taşımaz. Mâmelek nâmına dünyada hiçbir şeyi yok. Kendi için yaşamaz, cemiyet için yaşar.
Yapısı ufak tefektir; fakat heybetlidir, haşmetlidir. Gözleri birer şems-i tâban gibi nur saçar. Bakışları şâhânedir. Maddeten, belki dünyanın en fakir adamıdır; fakat mâneviyât âleminin sultanıdır.
Seksen küsûr senenin âlâmı yüzünde bir buruşuk yapamamış, yalnız saçlarını ağartmıştır. Rengi, pembe beyazdır. Sakalı yoktur. Bir delikanlı kadar zindedir. Halîm ve selîmdir; fakat, heyecana geldiği zaman bir arslan tavrı alır, iki dizinin üstüne doğrulur, bir şâhenşâh gibi konuşur.
(Eşref Edip-1952)
—Devam edecek—
|
04.05.2007
|
|
“Sözler’i okudum, hayatım değişti”
(Dünden devam)
*Ayrılırken ailenin tepkisi nasıl oldu?
Ben ayrılırken babam işte, annem ise evdeydi. Hatta annem çok üzülüyordu ve ağlıyordu. Ben ayrılmadan evvel zaman zaman arkadaşlarını arayıp onlarla dertleştiği de oluyordu. Çok üzülüyordu benim için. Sonuçta evin tek evlâdıydım. Ben evden ayrılırken, annem o sıralar mutfaktaydı ve kesin bana yemek hazırlıyordu. Benim kararımı bu yönde verdiğimi bavulumu toplarken gördü ve hemen babamı aradı. Babam da eminim benim için üzülmüştür. Çünkü o zamanlar işteydi ve benim için para kazanıyordu.
Evden ayrıldıktan sonra bir pansiyona yerleştim ve o zaman manevî, ruhî, kalbî hayatımı kurtaramayışım, etraftan edindiğim sönük, zehirli fikirlerin dalgalarında dövülüşüm ve boğuluşum daha da hızlandı. O sıralar, gelir kaynağım da yoktu. Yakın çevremden edindiğim borç para ile pansiyon borcumu ancak ödeyebiliyordum. Ve zaman oldu ki bir ekmek, 5 tane zeytin kahvaltım ve akşam yemeğim oldu. Gerçi bunların çoğunu da, çok iyi niyetli, yeni tanıştığım ve dost olduğum Doğulu oda arkadaşım veriyordu.
*Pansiyon hayatın nasıl geçti?
Çok zorlu geçti diyebilirim, ki bir müddet sonra hayatıma son vermeye dair düşünceler dahi kafama geliyordu. Mânen yenildiğim için, maddeten dahi yenik düşmüştüm. Yalnızdım ve bütün tanıdıklarımı, akrabalarımı terk etmiştim. Herkesten telefon geliyor, bense hiçbirine cevap vermiyordum, hepsini reddediyordum. Can sıkıcı bir durum da, botumun altı delinmişti ve o zamanlar kış mevsiminin tam anlamıyla yaşandığı zamanlardı, her taraf bembeyazdı. Botumun içi su doluyordu, fakat bot alacak param yoktu, hep ıslak ayaklarla dolaşıyordum. Pansiyon da çok soğuktu. Kaloriferler pek yanmıyordu. Sabahleyin soğuktan uyanıyorduk.
Neticede en yakın arkadaşlarımın iknasıyla ve ailemin de üniversiteyi kazanmam şartıyla müzik hayatımda beni destekleyeceklerinin sözünü vermeleriyle, bir süre sonra tekrar ailemin yanına döndüm. Üniversiteyi kazanmam şartıyla müzik hayatımda bana karışmayacaklarını söylediler. Ve benim önümde 5 aylık kadar bir süre vardı. Sıkı bir çalışma temposundan sonra “Rus Dili ve Edebiyatı” bölümünü kazandım. Daha sonra, hakikaten de dedikleri gibi, beni desteklediler ve yaklaşık 1000 Euro’luk bir elektrogitar aldılar.
*Peki, üniversite yaşantın nasıl geçmekteydi?
Ankara’daki üniversite hayatımda, müzik hayatımı ve gece hayatımı tamamıyla özgürcesine yaşıyordum. Bekâr evinde birkaç arkadaşla kalıyorduk. Bu arada bir dostumla, yeni küçük bir müzik grubu kurmuştum. Kendi tabirimizle âlemi sallamaya çalışıyorduk... Yaşlanmakta, eskimekte olup her an dağılmaya, bozulmaya müsait olan etten kemikten yapılmış olan vücudumuzu, yaşlanmakta olan dünyanın ve kâinatın halini unutmaya, kısaca aklımızı, fikrimizi farklı cereyanlarla sarhoş edip ölümden saklanmaya çalışıyorduk. Ama şunu hep hissettim, gözümü yummakla yalnızca kendime gece yapıyordum, gerçeği değiştiremiyordum.
*Risâle-i Nur’u ne zaman ve nasıl tanıdın?
Bundan aşağı yukarı altı yıl önce, bir akrabam vasıtasıyla, Risâle-i Nurların sadece ismini duymuştum. İki yıl öncesine kadar Risâle-i Nur hakkında başka hiçbir şey bilmiyordum. İki yıl önce ise, üniversitede—Mayıs sonları gibiydi—bir yakınıma gitmiştim. Yanına gittiğimde dedi ki: “Gel Kemal, seni bir yere götüreceğim.” Benim de o gün canım çok sıkılıyordu. Ben de kabul ettim ve oturduğum yerin iki üç sokak ötesindeki yakın bir eve götürdü. Kapıyı çaldık. Kapıyı benim yaşlarımda bir genç açtığında, bizleri tatlı bir tebessümle karşıladı. Bu tebessümü hiç ummuyordum, bu samimiyeti hiç daha önce görmemiştim. İçeri girdiğimizdeyse el sıkışma, sarılma v.b. şeyler oldu. Bunlar benim hayatımda, daha önce hiç görmediğim tarzda şeylerdi ve daha sonra çok hoş bir tanışma faslı başladı. Hepsi de çok samimi insanlardı. Yaklaşık yarım saat muhabbet ettik. Bu arada onların konuşmalarından, İslâmiyete büyük muhabbetleri olan insanlar olduklarını ve onu da her halleriyle yaşamaya çalıştıklarını anladım. Çok ilginçtir ki, söyledikleri ne damarıma dokunuyor, ne de can sıkıyordu. Hem ağızlarından çıkan her sözcük, bir defa daha okunabilmesi, unutulmaması için yazılacak kadar mânâlı ve farklıydı. Dünyanın her tarafından konu açılmıştı o gün. Zerreden güneş sistemine, Batı medeniyetinden İslâm medeniyetine, sosyal hayattan ferdî hayata kadar bir çok şey konuşulmuştu. Genel kültürleri çok genişti, oldukça iddiâlı konuşuyorlar ve şu zamana kadar susuzluğunu çektiğim bütün hakikatleri, tevazuyla şerbet gibi ikram ediyorlardı.
Şaşırıp kaldım. Onların yanında kendimi çok tecrübesiz hissettim açıkçası. Ve beni oraya götüren tanıdığım, bana dönerek “Kemal, aslında ben senin burada kalmanı istiyorum” dedi. Ve oradan ayrılırken de masanın üzerinde duran “kırmızı kitapları” gördüm. Daha sonra öğrendim ki Risâle-i Nur Külliyatı’ymış. Tabiî çok geçmeden “Sözler” adlı eseri edindim ve okumaya başladıktan sonra hayatım değişmeye başladı. Çünkü ölüm sonrası sonsuz bir âhiret hayatının iki kere iki dört eder derecesinde ispatı ve yaratılış inceliklerinin mânâlarını anladıktan sonra huzurla, sevgiyle, çok renkli mânâlarla çizilmiş bu mükemmel hayatın keyfini sürmeye başladım.
––Devam edecek––
|
Röportaj: Özkan ERDEM
04.05.2007
|
|
Mehmet Emin Birinci'den Hatıralar
‘Korkmayın, muvaffak olacaksınız!’
“Ehl-i dalâlet bir Said’den korkuyordu, şimdi Saidler, genç Saidler binler oldu, artık ehl-i dalâlet titremelidir. Dünyada birçok komiteler ver. Ermeni komitesi, Rum komitesi, Taşnak komitesi. Hiçbirisi Risâle-i Nur kadar kuvvetli değil. Fakat bizim vazifemiz menfî hareket etmek değil. Biz müsbet hareketi şiar edinmişiz. Anarşiye karşı, bozgunculuğa karşı cihadımız var. Asayişin mânevî muhafızlarıyız.”
Ve (Üstad Hazretleri) sözlerine yaydan fırlayan ok gibi ayağa kalkarak devam etti:
“Ben M. Kemal’e dedim, ‘Namaz kılmayan haindir. Hainin hükmü merduttur, diye...’” ve ilâve etti:
“Divan-ı Harp’te mahkeme reisi beni çağırarak pencereden, asılan adamları gösterdi:
‘Sen de Şeriat istemişsin!’
“O vakit dedim:
‘Şeriatın bir meselesi için bin ruhum olsa feda etmeğe hazırım...’”
Üstad bunları söylerken, sanki o ânı yaşıyorcasına anlatıyordu. Heyecanlıydı. Doksan seneden beri takip ettiği kudsî dâvâsının geçirdiği tarihî sahnelerden bölümler anlatıyordu. Ve neticede demek istiyordu ki, bunca tehlikeler, bunca zorluklar ve meşakkatlere göğüs gererek bu davayı, bu iman hareketini, bu Risale-i Nur hizmetini buraya kadar getirdim. Hiç kimseden korkmadan, kimseden yılmadan ve asla taviz vermeden Allah rızası için çalıştım. Bugün Risâle-i Nur’un kıymetini müdrik gençler Saidler benim meslek ve meşrebimi takip edip Risâle-i Nur’a sahip çıkacak ve benden sonra bu hizmet-i imaniyeyi benim muhlis kardeşlerim yapacaklar.
Üstadın İstanbul’a gelişini büyük puntolarla ilân eden gazeteciler de siyasî bir maksad aramakta ve hâdiseleri ters yönde değerlendirmekte idiler. Gazetelerin bu yargılarına mukabil İstanbul Valisi bir açıklama yaparak, ortada hiçbir hâdisenin olmadığını, bir Türk vatandaşı olarak seyahat hürriyetine sahip, ihtiyar bir zatın seyahat etmesi onun en tabiî hakkı olduğunu, binaenaleyh gazetelerin boş yere havayı bulandırmak istediklerini beyan etti.
Gazeteciler ise, âdeta Piyerloti Otelinde karargâh kurmuş Üstad’ın fotoğrafını çekmek istiyorlardı. Bu arada Av. Bekir Berk bir basın toplantısı yaparak Bediüzzaman Said Nursî’nin İstanbul’a geliş sebebini izah ederek, gazetecilerin sorularına cevap verdi.
İstanbul’a gelişinin ikinci günü Üstad odasında öğle namazını kılarken arka balkondan giren bir gazeteci Üstadın fotoğrafını çekmek üzere pencerenin önüne geldi. Biz mani olmak istedik, fakat rahmetli Zübeyir Ağabey, ‘ilişmeyin’ deyince gazeteci fotoğrafı çekti. Bunun üzerine Üstad hiddet etti ve derhal İstanbul’dan ayrılacağını söyledi. Hemen harekete geçtik. Av. Bekir Berk’in tedbirli organizesiyle Üstadın etrafını aldık. O zaman bu tedbiri gören Bekir Berk’e, Hazret-i Üstad ‘Sen benim Abdurrahman’ım gibisin’ diye iltifat etmişti. Bu şekilde Üstadı merdivenlerden indirdik ve arabasına binerek İstanbul’dan ayrıldı.
Korkmayın, muvaffak olacaksınız!
Üstad İstanbul’dan ayrılmasından bir müddet sonra İzmir savcılığı tarafından Gençlik Rehberi ve Hanımlar Rehberi isimli kitapları neşredip dağıtmaktan maznun olarak dâvâ açıldı. Maznunlar arasında ben de vardım. Mahkemeden çıkınca Üstad Hazretlerini ziyaret etmek için bir minibüsle Isparta’ya müteveccihen yola çıktık. Minibüste şimdi hatırlayabildiğim kadarıyla Avukat Bekir Berk, Ahmed Aytimur, Said Özdemir, Mustafa Birlik ve Dr. Esat Keşşafoğlu vardı. Gece sahur vakti Isparta’ya indik ve bir otele giderek yatsı namazlarımızı kıldıktan sonra ziyaretçilerden bir kısmı, ‘Üstada haber gönderelim belki kabul eder’ dediler ve öyle yaptık. Hz. Üstad, hilaf-ı âdet olarak hemen gelmemizi emrettiler, gittik.
O gece mübarek Ramazan’ın ilk sahuruydu. Sahuru, Hz. Üstadın medrese-i mübarekelerinde yaptık. Üstad, her zaman olduğu gibi Risale-i Nur’un ehl-i dalalete galip geldiğini, hizmet-i imaniyenin her tarafta yapılmakta olduğunu beyan buyurdular.
Yanımızda yeni teksir edilmiş eskimez yazı Lem’alar’ın ikinci cildini getirmiştik. Hz. Üstad eline aldı, baktı baktı, gözleri buğulu idi. Bizi işaret ederek:
“Bunlar” dedi, “İstanbul’da ve Ankara’da Risâle-i Nur’u neşrederek yirmi şeyhü’l-İslâm kadar hizmet ettiler.” Ve ilâve ederek:
“Hem, korkmayın muvaffak olacaksınız. Bu avukatınız da size yardım etsin” buyurdular.
Aziz Üstadın dar-ı bekaya intikalinden yirmi üç gün evvel kendisinden duyduğumuz son sözler idi bunlar. Ve hâlâ kulaklarımızda çınlamaktadır.
Son Şahitler, c. 4, s. 413-14
|
04.05.2007
|
|
|
|