“Her şeyin adı, o şey o anda nasılsa,
Daha
sonra ne gibi hâllere girecekse,
Onlar ona o şekilde bildirilmiştir.
Her şeyin adı bize göre zahire,
Allah’ın indinde ise batına uygundur.
Hâsılı, sonumuz nasıl olacaksa,
Allah indinde gerçek adımız odur.
Allah insana, akıbetine göre bir ad verir.
O isim, halkın taktığı ad gibi değildir.
Âdem de insana nurlu bir nazarla baktı,
Ona insanların hakikî adları göründü.
Melekler onda Allah’ın nurunun parladığını
Gördüler de
secdeye kapanarak karşıladılar.”
Mevlânâ, Bakara Sûresinin, “Ve Âdem’e bütün isimleri öğrettikten sonra eşyayı meleklere gösterdi. ‘Eğer halifeliğe daha lâyık iddiasında doğru iseniz, bunların isimlerini bana söyleyin’ buyurdu” meâlindeki otuz birinci âyetini bu şekilde tefsir etmişti.
Bunu yaparken Hazret-i Âdem Aleyhisselâmın ilk öğrendiği isimlerden birinin ‘âdem’ yani ‘insan’ olduğunu tedâi ettiren ifadelerle insan fıtratındaki değişme temayülünü nazara vererek onun zahirî ve batınî adındaki değişme ihtimallerine dikkat çekmişti.
Gerçekten de hayatın akışı içinde hâlleri, hareketleri, tavırları en çabuk değişen varlık insandır. İnsan iradesi ile hayatına yön verme imkânına sahip olduğundan melek derecesi ile şeytan derekesi arasında her an gidip gelen bir hayat seyrine sahiptir.
İradesini aklının kontrolünde kullanıp yaratılışının gayesine uygun hareket eden insan zamanla meleklerden daha üstün mânevî dereceler kazanırken, nefsi iradesine hakim olan insan şeytandan daha aşağı derekelere düşer.
Bediüzzaman’ın, “İnsan nur-u iman ile âlâ-yı illiyine çıkar; Cennete lâyık bir kıymet alır. Zulmet-i küfür ile esfel-i safilîne düşer, Cehenneme ehil bir vaziyete girer” sözleri ile de ifade ettiği gibi bu derece farkı, taşıdığı iman veya küfür sıfatının tezahürüdür.
Onun için bütün İlâhî hitapların ve mukaddes kitapların muhatabı insandır. Hepsi her vesile ile insana yaratılışının hikmetlerine muvafık hareket etmesi gerektiğini hatırlatır, vazifesini yaptığı veya gayesinden uzaklaştığı nisbette hâline uygun sıfatlar verir.
Kendini, insanlara örnek olmakla vazifeli bilen âlimler, ârifler, mürşidler, muhataplarına faydalı işler yaptırıp güzel sıfatlar kazandırmayı insanlığın icabı ve Müslümanlığın iktizası sayarlar.
Bilhassa İlâhî emirleri yaşadığı zamanın şartlarına uygun bir şekilde anlatmakla tavzif edilen mücedditler ve müçtehidler; yaşadıkları hayat hâlleriyle olduğu kadar yazdıkları eserleri ile de insanların mânen ve maddeten terakkî etmesinin şartlarını hazırlarlar.
İnsan o şartlara inkıyad ettiği takdirde muteber sıfatlar kazanır, herkes tarafından sayılıp sevilir. Bir cemiyette öyle güzel sıfatlar kazanan insan ne kadar fazla olursa o cemiyet o kadar huzurlu ve mutlu olur.
Hatta bu güzel hâller ve hasletler sadece o zamanlara, mekânlara, insanlara münhasır kalmaz; gelecek zamanlarda yeni nesiller tarafından yaşandıkça o hasletleri kazandıranları da yaşatır.
Tıpkı Mevlânâ ve Bediüzzaman gibi.
Birbirinden çok uzak zamanlarda yaşayan bu mürşidler, İslâmı anlatıp imanı ihyâ ederken yalnız Müslümanları değil bütün beşeriyeti muhatap almışlar ve insanlara, insanın hasseleri ve insanlığın ortak değerleriyle seslenmişlerdir.
Mevlânâ, sevgi hissini harekete geçiren müsamaha hasletiyle sağlamıştı bu intişarı; Bediüzzaman, inanma ihtiyacını tatmin eden aklî, mantıkî, ilmî ve tefekkürî ikna gücüyle.
“Gene gel, gene.
Ne olursan ol, gel.
İster kâfir ol, ister ateşe tap, ister puta,
İster yüz kere tövbe etmiş ol,
İster yüz kere bozmuş ol tövbeni,
Ümitsizlik kapısı değil bu kapı,
Nasılsan öyle gel!”
Mevlânâ insanlara bu şekilde seslenerek önce gönülleri fethedip kendini sevdirmiş; sonra akıllarını ikna, kalplerini tatmin ederek büyük bir kısmına mü’min sıfatı kazandırmıştı.
O mertebeye erişenleri kardeş addedip bağrına basarken erişemeyenleri de örnek hâl ve hareketlerle kendisine hayran bırakarak İslâm Dinine karşı inatlarını kırmış, düşmanlıklarını izale etmişti.
Eserleri ve seması sayesinde tesiri hâlâ devam ettiriyor.
“Hayatın gayesi ve hayatın hayatı imandır. İman sıdktır, doğruluktur. İman insanı insan eder, belki insanı sultan eder. Öyle ise insanın vazife-i asliyesi iman ve duâdır” gibi ifadelerle imanın fıtrî bir ihtiyaç olduğunu anlatan Bediüzzaman’sa muhataplarının ekseriyetinin akıllarını ikna, kalplerini tatmin ederek inanmalarını sağladı; inanmayanların da meraklarını tahrik edip İslâmı araştırmaya sevk etti.
Bu sayede de her din ve milletten pek çok insan tarafından sevilip sayıldı. Eserlerine gösterilen ilgi ve şahsiyetine duyulan sevgi her geçen gün daha da artıyor.
Bugün, Bediüzzaman’ı ve Mevlânâ’yı sadece Türkiye’de, İslâm Âleminde değil, dünyanın hemen her yerinde sevip sayanların bulunmasının ve eserlerinin hayranlıkla takip edilip okunmasının sebebi budur.
Bu itibarla onlara, gönüllerde müesses iman ve sevgi saltanatının cihanşümul fatihleri nazarı ile bakılabilir.
***
Dünyanın her yerinde geçerli olan tek lisân, fıtrat lisânıdır.
Onun için Bediüzzaman ve Mevlânâ insanlara fıtrat lisanıyla seslendiler. İnsanlar da onlarda kendi değerlerini buldular, eserlerinde hislerinin terennüm edildiğini gördüler ve din, milliyet, düşünce farkı gözetmeden o ışık kaynaklarının etrafında halelendiler.
Onların maksadı insanlığı hem maddî, hem de mânevî yönden terakkî ettirmekti. Bediüzzaman’ın “Hakikî terakkî; insana verilen kalp, sır, ruh, akıl, hatta hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek her birini kendine lâyık hususî bir vazife-i ubudiyetle meşgul etmek” şeklinde de ifade ettiği gibi bunun yolu da insanın bütün hasselerine hitap etmekten geçiyordu.
Onlar bunu bildiklerinden insanın yalnız aklına değil maddî uzuvlarına ve mânevî hasselerine de hitap ederek ferdi, dolayısıyla da cemiyeti hakikî mânâda terakki ettirmeye çalıştılar.
Mevlânâ da, Bediüzzaman da sadece dinî meseleleri izah eden birer mürşid değil aynı zamanda insanları imanî, itikadî, ahlâkî, ilmî, içtimaî yönden de hayata hazırlayan mahir birer muallimdiler.
Üstelik her muallimin mahdut bir ömrü, her eğitim devresinin muayyen bir süresi olduğu hâlde onlar ömürlerini de, zamanlarını da aştılar ve tesirlerini geleceğe taşıdılar.
Yaşadıkları zamanda maddî ihtirasların ve dünyevî meşgalelerin insana kendini unutturduğunu ve insanî hasletlerden ziyade hayvanî hâllerin hayata hâkim olduğunu görünce insanlara kendini anlatma gayreti içine girdiler.
Mevlânâ, bu maksatla insanlara “İnsanı iyi tanıyın. Her insanı fena bilip kötülemeyin, her insanı da iyi bilip övmeyin” diye seslenerek insanların birbirlerine peşin hükümle muamele etmelerine mani olmaya çalışmıştı.
Mesnevisinde sık sık kullandığı böyle ifadelerde insanın, insanları tanımaya kendisinden başlaması; hatalarını düzeltip zaaflarından kurtularak iyi bir insan olduktan sonra başkalarına bakması gerektiğini telkin etmişti.
Bediüzzaman da “Ey kendini insan bilen insan!.. Kendini oku. Yoksa hayvan ve câmid hükmünde insan olma ihtimali var” diyerek insanın yalnız şekilden ibaret olmadığını; bir insanın, ancak insanî hasletleri ve İslâmî meziyetleri hayatında mezcederek yaşadığı takdirde iyi insan addedilebileceğini hatırlattı.
Çünkü bir cemiyet, ancak içindeki iyi insanların kemiyeti nisbetinde huzurlu ve mutlu olabilirdi. İyi insanlar, iyiliği yaymak için gayret ettikleri zaman da millet refah içinde yaşardı.
Fakat iyi insan yetiştirmek de, iyiliği intişar ettirmek de o nisbette zordu.
“İyi insanların nağmeleri,
Taa yukarılardan aşağılara
Güneşin ışıkları gibi iniyor.
İyi insanlar yağmur demiyor, kar demiyor,
Ortalık kış kıyamet,
Onlar kolları sıvamışlar,
Taze yaz meyveleri yetiştiriyorlar.
Sofralar kuruldu.
Onlar gül bahçesinden yola çıktılar,
Başka gül bahçelerine doğru.”
İyi insanları ve faaliyetlerini bu şekilde ifade etmişti Mevlânâ.
O, insanların ‘kışa, kıyamete’ benzettiği zamanın sıkıntılarını, zaruretlerini aşmış ve iyiliği intişar ettirerek zamanın zahirî zorluklarından bunalan insanlara ümit vermişti.
Zira o zaman, muhteris zalimlerin dehşetli zulümleri altında ezilen bîçare insanlar teselliye, perişan bedenlerin dar kalıpları içinde sıkışıp kalan muzdarip ruhlar da manevî teneffüs menfezlerine muhtaçtı.
Mevlânâ’nın açtığı bu menfezler sayesinde ruh iklimlerinde sürur meltemleri estiren mü’minler, İslâmın ilim, irfan sofrasında iman gıdasıyla beslenip gül-i Muhammedî (asm) suyu ile sulanarak mesrur olmuşlardı.
Böylece yetiştirdikleri ‘taze yaz meyveleri’ sayesinde kendi zamanlarını gül bahçesi hâline getirmişler ve yeni gülzarlar açmak için yola çıkarak imanın güzelliklerini zamanın ötesine taşımışlardı.
Mâneviyat âleminde sık sık görüşerek birbirlerinin hizmet hareketlerini takip ettiklerinden olsa gerek, Mevlânâ bu ifadelerle Bediüzzaman’ın ve Nur Talebelerinin çalışmalarını anlatmıştı âdetâ.
Çünkü Bediüzzaman Said Nursî; ‘selef-i salihinden ve asrın mebuslarından’ müteşekkil mümtaz bir heyetin ‘felâket ve hêlâket asrı’ olarak adlandırdığı zaman içinde gerçekten de müthiş kış şartlarını andıran dehşetli işkencelere, kötü muamelelere maruz bırakıldı, ömrünün tamamına yakınını mahkemelerde, hapislerde, sürgünlerde, tecritlerde geçirdi, defalarca zehirlenerek öldürülmek istendi.
Fakat her ezaya tahammül etti, her cefaya katlandı, inayet-i İlâhiye ile hayatta kaldı ve Mevlânâ’nın tabiriyle ‘ortalık kış kıyamet’ olmasına rağmen ‘yağmur demedi, kar demedi.’ İyi insan yetiştirmek maksadıyla iman, Kur’ân hizmetine devam etti.
Mevlânâ’nın, Kur’ân’ın kendi zamanına bakan âyetlerini ve bazı hadis-i şerifleri tefsir ederek ruhlara açtığı manevî teneffüs menfezlerine mukabil Bediüzzaman da akıllara, kalplere tefekkür pencereleri, tezekkür mecraları açarak ‘taze yaz meyveleri’ olacak nice nur tohumları ekti.
Bunu yaparken, Mevlânâ’nın mezkûr müşahedelerini teyid edercesine hem yaşadığı zamanın şartlarını kışa benzetti, hem de istikbalde tecellî edecek neticeleri müjdeledi:
“Ne yapayım, acele ettim kışta geldim. Sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları zemininizde çiçek açacaktır.”
06.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|