Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 06 Mayıs 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Abdurrahman ŞEN

Geleneksel tiyatro günleri 2 yaşında!



İlki geçen yıl büyük fedakârlıklarla gerçekleştirilen “Geleneksel Tiyatro Günleri”ni, bir “milad” olarak sunmuştum sizlere… İstanbul Devlet Tiyatrosu ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. tarafından Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezinde gerçekleştirilen toplantıda, birbirinden önemli bildiriler sunulmuş; sahnelerdeki durumumuzun özeti olabilecek “Türkiye’de tiyatro var, ama Türk tiyatrosu yok!” yorumunu da paylaşmıştım bu sütunlardan…

Aradan geçen bir yıllık süre içinde Okday Korunan, Alpay Ekler, Savaş Aykılıç gibi geleneksel tiyatro gönüllüleri bol bol konuştular, tartıştılar, yılmadan bazı kapıları çaldılar ve sonunda “Geleneksel tiyatro Günleri”nin ikincisini de başlattılar…

Bu yıl; İstanbul Kültür Üniversitesi Öncülüğünde ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. desteğinde gerçekleşmekte olan etkinlikle ilgili olarak tertip komitesi; “2–9 Mayıs 2007 Geleneksel Türk Tiyatrosu Günleri; geçen yıl 2–5 Mayıs 2006'da gerçekleşen ‘Geleneksel Türk Tiyatrosu Günleri’nin bıraktığı noktadan yoluna devam ediyor” deniliyor.

Bu yıl; 2–3–4 Mayıs 2007 tarihlerinde Tarık Zafer Tunaya Beyoğlu/Tünel de başlayan etkinlik, 7–8–9 Mayıs 2007'de İstanbul Kültür Üniversitesi Ataköy kampusu Prof. Dr. Önder Öztunalı salonunda gerçekleştirilecek programlarla noktalanacak.

Alanlarında uzman katılımcıların Karagöz – Kukla – Köy seyirlik üzerine söyleşip örnekler sunacakları faaliyetler saat: 11.00–16.00 saatleri arası gerçekleştirilecek.

Geçtiğimiz yıl; 2–5 Mayıs 2006 da meddah-ortaoyunu ve müziğinin söyleşilip, tartışıldığı faaliyet bu yıl iki farklı mekâna yayılarak ve gün sayısı arttırılarak izleyicisi ile ücretsiz olarak buluşmakta.

Tertip komitesi amaçlarını; “Güzel sanatlar ve tiyatro okullarında hatta gündelik hayatın içinde kültürel bir yansıma olarak ‘Ulusal Tiyatro’nun temellerini akademik düzeyde genişletmek, uluslar arası alanda temsilini sağlamak düşüncesi ile çıktık yola” diyor.

Yolları açık olsun!

Başlangıç gününden bugüne kadar olanları hatırlayacak olursak…

Hafta içinde Çarşamba günü Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde açılış yapıldı. Kokteyl, müzik dinletisi ve teşekkür plâketlerinin dağıtılmasından sonra “Geleneksel Türk Tiyatrosunun görsel san’atlarımıza katkıları” konulu bir söyleşiyle sevgili Üstün İnanç Ağabeyim renk kattı açılış gününe. Perşembe günü önce Hasan Hüseyin Karabağ; “ Karagöz- Kukla ve gelenekselden evrensele yolculukta genç bakış” başlıklı bildirisini paylaştı izleyenlerle. Aynı gün daha sonra büyük usta Ünver Oral Ağabeyim; “Karagöz ve kukla üzerine bilmediklerimiz” başlıklı bildirisini sundu. Cuma günü ise önce Orhan Kurt usta; “ Karagöz- kukla ve geleneksel” başlıklı bildirisini ardından da sevgili Alpay Ekler kardeşim; “Karagöz-kukla yapımı” başlıklı bildirisini sundu.

Dün ve bugün ara verilen “Geleneksel Türk Tiyatrosu Günleri”nin ikincisi, İstanbul Kültür Üniversitesi’nin Ataköy Kampusu’ndaki “Prof. Dr. Önder Öztunalı Salonu”nda yarın yapılacak faaliyetlerle devam edecek. Önce saat 11.00’de Yönetmenliğini Yalçın Yelence’nin yaptığı “Babba” filminin gösterimi var. Filmin gösteriminden sonra, Sayın Yelence’nin katılacağı; “Sinema - Gelenek ve ‘Babba’ Filmi” üzerine bir söyleşi gerçekleştirilecek.

Aynı yerde 8 Mayıs Salı günü Saat: 11.00–13.00 arasında Haşmet Zeybek “Köy seyirlik oyun ve gelenek” konulu sunumunu gerçekleştirecek. Saat: 14.00–16.00 arasında ise Nurhan Tekerek’in “H. Zeybek’in ‘Zilli Şıh’ adlı meddah oyunu ve Köy seyirlik” konulu sunumu var.

“Geleneksel Tiyatro Günleri”nin son günü olan 9 Mayıs Çarşamba Saat: 11.00- 13.00 arasında önce Metin Özlen’in; “Karagöz ve Karagöz’ün felsefesi” başlıklı sunumu var. Aynı gün saat 14.00–16.00 arasında, programın Genel Koordinatörlüğünü de yürüten sevgili Okday Korunan kardeşimin sunacağı; “Geleneksel tiyatrodan ulusal tiyatroya yolculuk. Bir deney binlerce çaba” başlıklı sunumuyla bu yılın güzelliği de sona erecek.

Tâ ki… Gelecek yıla kadar daha bir aşkla, daha bir heyecanla hazırlanmak üzere sıvanacak kollarla…

Bu yıl ikincisi gerçekleşmekte olan bu son derece önemli ve gelecek yıldan itibaren Kültür Bakanlığı’nın da ilgi göstermesini umduğum faaliyetin genel koordinatörü olan sevgili Okday Korunan kardeşimin, benim de altına imzamı atacağım şu düşünceleriyle noktalıyorum; “Kendi öz kaynakları ile beslenmeyen bir kültürün geleceği şekillendirmesi, ulusal kimliğini sürdürmesi, uluslar arası alanda başarılı olabilmesi beklenemez.

Ulusal tiyatroya giden yolda tiyatro felsefesinin öneminin belirlenerek politika halinde gündeme taşınmasını, Ulusal Tiyatro yolunda yazar – yönetmen – oyuncu – tasarımcı - idareci’nin dayanak noktalarının neler olabileceğinin araştırılmasını da bu faaliyet çerçevesinin kapsayacağını düşünmekteyiz.”

06.05.2007

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

'Taze yaz meyveleri'



“Her şeyin adı, o şey o anda nasılsa,

Daha

sonra ne gibi hâllere girecekse,

Onlar ona o şekilde bildirilmiştir.

Her şeyin adı bize göre zahire,

Allah’ın indinde ise batına uygundur.

Hâsılı, sonumuz nasıl olacaksa,

Allah indinde gerçek adımız odur.

Allah insana, akıbetine göre bir ad verir.

O isim, halkın taktığı ad gibi değildir.

Âdem de insana nurlu bir nazarla baktı,

Ona insanların hakikî adları göründü.

Melekler onda Allah’ın nurunun parladığını

Gördüler de

secdeye kapanarak karşıladılar.”

Mevlânâ, Bakara Sûresinin, “Ve Âdem’e bütün isimleri öğrettikten sonra eşyayı meleklere gösterdi. ‘Eğer halifeliğe daha lâyık iddiasında doğru iseniz, bunların isimlerini bana söyleyin’ buyurdu” meâlindeki otuz birinci âyetini bu şekilde tefsir etmişti.

Bunu yaparken Hazret-i Âdem Aleyhisselâmın ilk öğrendiği isimlerden birinin ‘âdem’ yani ‘insan’ olduğunu tedâi ettiren ifadelerle insan fıtratındaki değişme temayülünü nazara vererek onun zahirî ve batınî adındaki değişme ihtimallerine dikkat çekmişti.

Gerçekten de hayatın akışı içinde hâlleri, hareketleri, tavırları en çabuk değişen varlık insandır. İnsan iradesi ile hayatına yön verme imkânına sahip olduğundan melek derecesi ile şeytan derekesi arasında her an gidip gelen bir hayat seyrine sahiptir.

İradesini aklının kontrolünde kullanıp yaratılışının gayesine uygun hareket eden insan zamanla meleklerden daha üstün mânevî dereceler kazanırken, nefsi iradesine hakim olan insan şeytandan daha aşağı derekelere düşer.

Bediüzzaman’ın, “İnsan nur-u iman ile âlâ-yı illiyine çıkar; Cennete lâyık bir kıymet alır. Zulmet-i küfür ile esfel-i safilîne düşer, Cehenneme ehil bir vaziyete girer” sözleri ile de ifade ettiği gibi bu derece farkı, taşıdığı iman veya küfür sıfatının tezahürüdür.

Onun için bütün İlâhî hitapların ve mukaddes kitapların muhatabı insandır. Hepsi her vesile ile insana yaratılışının hikmetlerine muvafık hareket etmesi gerektiğini hatırlatır, vazifesini yaptığı veya gayesinden uzaklaştığı nisbette hâline uygun sıfatlar verir.

Kendini, insanlara örnek olmakla vazifeli bilen âlimler, ârifler, mürşidler, muhataplarına faydalı işler yaptırıp güzel sıfatlar kazandırmayı insanlığın icabı ve Müslümanlığın iktizası sayarlar.

Bilhassa İlâhî emirleri yaşadığı zamanın şartlarına uygun bir şekilde anlatmakla tavzif edilen mücedditler ve müçtehidler; yaşadıkları hayat hâlleriyle olduğu kadar yazdıkları eserleri ile de insanların mânen ve maddeten terakkî etmesinin şartlarını hazırlarlar.

İnsan o şartlara inkıyad ettiği takdirde muteber sıfatlar kazanır, herkes tarafından sayılıp sevilir. Bir cemiyette öyle güzel sıfatlar kazanan insan ne kadar fazla olursa o cemiyet o kadar huzurlu ve mutlu olur.

Hatta bu güzel hâller ve hasletler sadece o zamanlara, mekânlara, insanlara münhasır kalmaz; gelecek zamanlarda yeni nesiller tarafından yaşandıkça o hasletleri kazandıranları da yaşatır.

Tıpkı Mevlânâ ve Bediüzzaman gibi.

Birbirinden çok uzak zamanlarda yaşayan bu mürşidler, İslâmı anlatıp imanı ihyâ ederken yalnız Müslümanları değil bütün beşeriyeti muhatap almışlar ve insanlara, insanın hasseleri ve insanlığın ortak değerleriyle seslenmişlerdir.

Mevlânâ, sevgi hissini harekete geçiren müsamaha hasletiyle sağlamıştı bu intişarı; Bediüzzaman, inanma ihtiyacını tatmin eden aklî, mantıkî, ilmî ve tefekkürî ikna gücüyle.

“Gene gel, gene.

Ne olursan ol, gel.

İster kâfir ol, ister ateşe tap, ister puta,

İster yüz kere tövbe etmiş ol,

İster yüz kere bozmuş ol tövbeni,

Ümitsizlik kapısı değil bu kapı,

Nasılsan öyle gel!”

Mevlânâ insanlara bu şekilde seslenerek önce gönülleri fethedip kendini sevdirmiş; sonra akıllarını ikna, kalplerini tatmin ederek büyük bir kısmına mü’min sıfatı kazandırmıştı.

O mertebeye erişenleri kardeş addedip bağrına basarken erişemeyenleri de örnek hâl ve hareketlerle kendisine hayran bırakarak İslâm Dinine karşı inatlarını kırmış, düşmanlıklarını izale etmişti.

Eserleri ve seması sayesinde tesiri hâlâ devam ettiriyor.

“Hayatın gayesi ve hayatın hayatı imandır. İman sıdktır, doğruluktur. İman insanı insan eder, belki insanı sultan eder. Öyle ise insanın vazife-i asliyesi iman ve duâdır” gibi ifadelerle imanın fıtrî bir ihtiyaç olduğunu anlatan Bediüzzaman’sa muhataplarının ekseriyetinin akıllarını ikna, kalplerini tatmin ederek inanmalarını sağladı; inanmayanların da meraklarını tahrik edip İslâmı araştırmaya sevk etti.

Bu sayede de her din ve milletten pek çok insan tarafından sevilip sayıldı. Eserlerine gösterilen ilgi ve şahsiyetine duyulan sevgi her geçen gün daha da artıyor.

Bugün, Bediüzzaman’ı ve Mevlânâ’yı sadece Türkiye’de, İslâm Âleminde değil, dünyanın hemen her yerinde sevip sayanların bulunmasının ve eserlerinin hayranlıkla takip edilip okunmasının sebebi budur.

Bu itibarla onlara, gönüllerde müesses iman ve sevgi saltanatının cihanşümul fatihleri nazarı ile bakılabilir.

***

Dünyanın her yerinde geçerli olan tek lisân, fıtrat lisânıdır.

Onun için Bediüzzaman ve Mevlânâ insanlara fıtrat lisanıyla seslendiler. İnsanlar da onlarda kendi değerlerini buldular, eserlerinde hislerinin terennüm edildiğini gördüler ve din, milliyet, düşünce farkı gözetmeden o ışık kaynaklarının etrafında halelendiler.

Onların maksadı insanlığı hem maddî, hem de mânevî yönden terakkî ettirmekti. Bediüzzaman’ın “Hakikî terakkî; insana verilen kalp, sır, ruh, akıl, hatta hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek her birini kendine lâyık hususî bir vazife-i ubudiyetle meşgul etmek” şeklinde de ifade ettiği gibi bunun yolu da insanın bütün hasselerine hitap etmekten geçiyordu.

Onlar bunu bildiklerinden insanın yalnız aklına değil maddî uzuvlarına ve mânevî hasselerine de hitap ederek ferdi, dolayısıyla da cemiyeti hakikî mânâda terakki ettirmeye çalıştılar.

Mevlânâ da, Bediüzzaman da sadece dinî meseleleri izah eden birer mürşid değil aynı zamanda insanları imanî, itikadî, ahlâkî, ilmî, içtimaî yönden de hayata hazırlayan mahir birer muallimdiler.

Üstelik her muallimin mahdut bir ömrü, her eğitim devresinin muayyen bir süresi olduğu hâlde onlar ömürlerini de, zamanlarını da aştılar ve tesirlerini geleceğe taşıdılar.

Yaşadıkları zamanda maddî ihtirasların ve dünyevî meşgalelerin insana kendini unutturduğunu ve insanî hasletlerden ziyade hayvanî hâllerin hayata hâkim olduğunu görünce insanlara kendini anlatma gayreti içine girdiler.

Mevlânâ, bu maksatla insanlara “İnsanı iyi tanıyın. Her insanı fena bilip kötülemeyin, her insanı da iyi bilip övmeyin” diye seslenerek insanların birbirlerine peşin hükümle muamele etmelerine mani olmaya çalışmıştı.

Mesnevisinde sık sık kullandığı böyle ifadelerde insanın, insanları tanımaya kendisinden başlaması; hatalarını düzeltip zaaflarından kurtularak iyi bir insan olduktan sonra başkalarına bakması gerektiğini telkin etmişti.

Bediüzzaman da “Ey kendini insan bilen insan!.. Kendini oku. Yoksa hayvan ve câmid hükmünde insan olma ihtimali var” diyerek insanın yalnız şekilden ibaret olmadığını; bir insanın, ancak insanî hasletleri ve İslâmî meziyetleri hayatında mezcederek yaşadığı takdirde iyi insan addedilebileceğini hatırlattı.

Çünkü bir cemiyet, ancak içindeki iyi insanların kemiyeti nisbetinde huzurlu ve mutlu olabilirdi. İyi insanlar, iyiliği yaymak için gayret ettikleri zaman da millet refah içinde yaşardı.

Fakat iyi insan yetiştirmek de, iyiliği intişar ettirmek de o nisbette zordu.

“İyi insanların nağmeleri,

Taa yukarılardan aşağılara

Güneşin ışıkları gibi iniyor.

İyi insanlar yağmur demiyor, kar demiyor,

Ortalık kış kıyamet,

Onlar kolları sıvamışlar,

Taze yaz meyveleri yetiştiriyorlar.

Sofralar kuruldu.

Onlar gül bahçesinden yola çıktılar,

Başka gül bahçelerine doğru.”

İyi insanları ve faaliyetlerini bu şekilde ifade etmişti Mevlânâ.

O, insanların ‘kışa, kıyamete’ benzettiği zamanın sıkıntılarını, zaruretlerini aşmış ve iyiliği intişar ettirerek zamanın zahirî zorluklarından bunalan insanlara ümit vermişti.

Zira o zaman, muhteris zalimlerin dehşetli zulümleri altında ezilen bîçare insanlar teselliye, perişan bedenlerin dar kalıpları içinde sıkışıp kalan muzdarip ruhlar da manevî teneffüs menfezlerine muhtaçtı.

Mevlânâ’nın açtığı bu menfezler sayesinde ruh iklimlerinde sürur meltemleri estiren mü’minler, İslâmın ilim, irfan sofrasında iman gıdasıyla beslenip gül-i Muhammedî (asm) suyu ile sulanarak mesrur olmuşlardı.

Böylece yetiştirdikleri ‘taze yaz meyveleri’ sayesinde kendi zamanlarını gül bahçesi hâline getirmişler ve yeni gülzarlar açmak için yola çıkarak imanın güzelliklerini zamanın ötesine taşımışlardı.

Mâneviyat âleminde sık sık görüşerek birbirlerinin hizmet hareketlerini takip ettiklerinden olsa gerek, Mevlânâ bu ifadelerle Bediüzzaman’ın ve Nur Talebelerinin çalışmalarını anlatmıştı âdetâ.

Çünkü Bediüzzaman Said Nursî; ‘selef-i salihinden ve asrın mebuslarından’ müteşekkil mümtaz bir heyetin ‘felâket ve hêlâket asrı’ olarak adlandırdığı zaman içinde gerçekten de müthiş kış şartlarını andıran dehşetli işkencelere, kötü muamelelere maruz bırakıldı, ömrünün tamamına yakınını mahkemelerde, hapislerde, sürgünlerde, tecritlerde geçirdi, defalarca zehirlenerek öldürülmek istendi.

Fakat her ezaya tahammül etti, her cefaya katlandı, inayet-i İlâhiye ile hayatta kaldı ve Mevlânâ’nın tabiriyle ‘ortalık kış kıyamet’ olmasına rağmen ‘yağmur demedi, kar demedi.’ İyi insan yetiştirmek maksadıyla iman, Kur’ân hizmetine devam etti.

Mevlânâ’nın, Kur’ân’ın kendi zamanına bakan âyetlerini ve bazı hadis-i şerifleri tefsir ederek ruhlara açtığı manevî teneffüs menfezlerine mukabil Bediüzzaman da akıllara, kalplere tefekkür pencereleri, tezekkür mecraları açarak ‘taze yaz meyveleri’ olacak nice nur tohumları ekti.

Bunu yaparken, Mevlânâ’nın mezkûr müşahedelerini teyid edercesine hem yaşadığı zamanın şartlarını kışa benzetti, hem de istikbalde tecellî edecek neticeleri müjdeledi:

“Ne yapayım, acele ettim kışta geldim. Sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları zemininizde çiçek açacaktır.”

06.05.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Dolduruşa gelmemek



Üst üste gelen mâlûm gelişmeler sebebiyle siyasî tansiyonun yükseldiği ve yorumlarda akıldan ziyade hissiyatın öne çıktığı heyecanlı ve gergin bir ortama girmiş bulunuyoruz.

Bunun yansımalarını, özellikle cumhurbaşkanı seçiminin ilk tur oylamasında ortaya çıkan sonuç ve bu sonuca doğrudan veya dolaylı katkıda bulunan siyasî aktörlerle ilgili değerlendirmelerimiz sebebiyle bize ulaşan farklı tepkilerde de görebiliyoruz. Hassasiyet, sair zamanlarla kıyaslandığında çok ileri boyutlarda.

Pek çok hesap ve faktörün iç içe geçtiği; tuzak içinde tuzak, oyun içinde oyun anlamında birçok dolabın döndüğü; doğruyla eğriyi ayırd etmenin çok zorlaştığı böyle puslu ve sisli ortamlarda özellikle kaçınılması gereken şey, acele etmemek ve dolduruşa gelmemek olmalı.

Son günlerde bize gelen okur mesajlarının bir kısmında böyle bir psikolojinin izlerini gördük.

Bir kısmının da, “Siyasete bakışını öteden beri tasvip etmeyip yanlış bulduğumuz Yeni Asya’yı, hazır fırsat bulmuşken biz de köşeye sıkıştıralım” mantığına dayandığı açıkça belliydi.

Onların bizi zorladığı yönde toptancı bir tavır içine girmememiz ise, “Yuh olsun, üç maymunları oynadınız, hâlâ mı oradasınız?” şeklinde özetlenebilecek mesajlarda, yer yer hakarete varan ağır ve ölçüsüz ifadelerle eleştirildi.

Buna mukabil, diğerine kıyasla azınlıkta kalsa dahi, benzer tavrı, DYP’nin 367 politikasına yönelttiğimiz eleştiriler için sergileyenler de oldu.

Halbuki biz yorumlarımızı—kim yaparsa yapsın—doğruya doğru, yanlışa yanlış demeyi esas alan bir temele bina etmeye çalıştık.

Aşağıda aktardığımız mesajların, meramımızı doğru anlayan okurlarımızın fikrini yansıttığını düşünmekteyiz:

Hatice Kiren: Hep deriz ya, tavizsiz istikrar çizgisi. Gerçekten de tavizsiz olduğunuzu gösterdiniz. Bu son cumhurbaşkanlığı mevzuunda hissî davranmadınız. O kadar tepkiyi göze alarak Risale-i Nur’dan aldığınız düsturlara bağlı kaldınız. Eleştirilmesi gereken davranışı da eleştirerek “tarafgirlik” yapmadığınızı gösterdiniz. Bu itidalle devam inşaallah. Bizler vazifemizi yapalım, doğru bildiğimizi haykırmaktan vazgeçmeyelim. Gerisi Allah’a kalmış...

İsmail Küçükkahveci: Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde gazetemizin duruşunu yakından takip ediyorum. Demokrasi sınavı veriyoruz. Bu zamana kadar askerî müdahalelerde vazifesinden hiç taviz vermeden dik duran gazetemizin bu duruşunu aynen devam ettirdiğini görüyorum. Bu çerçevede, 29.4.2007 tarihli “Tek yol seçim” yazınızı da takdirle karşılıyorum.

Barbaros Balaban: Demokrasimizin ağır bir sınav verdiği şu günlerde istikametli ve itidalli yayınıyla büyük hizmet eden gazetemizi tebrik etmek istiyorum. Gazetemiz bir kez daha hakkın hatırını herşeyden yüce tuttuğunu, doğruyu destekleyip yanlışı insaf ve adaletle eleştirmek olan ilkeli bir yayın düsturuna sahip olduğunu göstermiştir. 40 yıla yakın yayın hayatında yaptığı tesbit ve yorumlarda zamanın hep haklı çıkardığı duruşu Yeni Asya’yı sisli ve fırtınalı havaların deniz feneri hükmüne getirmiştir.

Not: Dün itibarıyla, köşe yazılarındaki 16. yılımıza girdik. Tavizsiz istikrar çizgisinde daha nice senelere hep birlikte erişmek niyazıyla...

06.05.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Can boğaza gelmeden



Her neye sahipsek bir imtihan vesilesi. Sahip olamadıklarımız da. Bazan Allah verir dener. Bazan da vermeyerek. Verdiğinde şükredebiliyor, nimetin hakkını verebiliyor, vermediğinde de sabredebiliyor mu diye.

Olmadığında sabretmek kadar olduğunda şükredebilmek de zor.

Diyelim ki insan mal nimetine kavuştu. Malın iyi insanın elinde iyi, kötü insanın elinde kötü olduğunu biliyoruz.

Demek nimetler kullanana ve kullanılan yere göre anlam kazanıyor.

İyi insanın elinde her şey olduğu gibi mal da değer kazanıyor, işe yarıyor, faydalı hâle geliyor ve sevap kazandırıyor.

İşte imtihan! Mala sahip olan kişi acaba bu malı helâl yollardan mı kazanmış ve helâl yollarda mı harcıyor? Zekâtını verip hayra sarf edebiliyor mu?

İşte malın hakkı budur. Mal nimetine şükretmek böyle olur.

Birgün Allah Resûlüne (asm) sorulmuş: “Hangi sadakanın sevabı daha üstündür?” diye. Allah Resûlü de (asm) buyurmuşlar ki: “Sağlığın yerinde ve malı çok sever, yoksulluktan korkar, zenginliği umar olduğun anda verdiğin sadaka. Yoksa ihmal edip can boğaza geldiğinde, ‘Filana şu kadar, filana bu kadar verin’ demekte fayda yoktur.”1

Hasta bir insan, hastalığından korktuğu için iyileşmek düşüncesiyle malını dağıtabilir. Ama sağlığı yerindeyken dağıtması başka.

Malı pek sevmeyen bir insanın hayır hasenat yapması kolay olabilir. Ama mal sevgisi kalbine kökleşmiş, zerrelerine kadar işlemişse böyle kimsenin yaptığı hayrın sevabı şüphesiz çok büyüktür.

Yoksulluğa düşmekten korkan bir insanın hayır yapması zordur. Ama “Rızkı veren de, alan da, daraltan da, genişleten de Allah’tır” inancıyla verebilen ve vermekle malın değil eksilmek aksine çoğalacağına inanan bir insan fakir düşme korkusuna kapılmaz, hayır yapmakta tereddüt etmez.

Zengin olmayı, zengin kalmayı ister insan şüphesiz. Ama sadaka malı eksiltmez inancına sahip olursa sadaka vermekten çekinmez.

Bu imkân ve fırsatlar elindeyken hayır yapmayıp da can boğaza geldiğinde, ‘Filana şu kadar, filana bu kadar verin’ demenin elbetteki insana hiçbir faydası olmaz. Bir âyette de şöyle buyurulur: “Sizden birine ölüm gelip de, ‘Ey Rabbim, ne olurdu bana biraz daha mühlet verseydin de malımın sadakasını verip sâlihlerden olsaydım’ demeden önce, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden bağışta bulunun. Eceli geldiğinde hiç kimsenin ölümünü Allah geri bırakacak değildir. Bütün yaptıklarınızdan Allah hakkıyla haberdardır.”2

Dipnotlar:

1- Buharî Zekât: 92; Müslim, Zekât: 103; Neseî, Zekât: 83.

2- Münafikûn Sûresi: 10-11.

06.05.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Dinî yaşantıdan başka çare yok



İfsat komiteleri meş’um emellerine kavuşmak için, her yola başvuruyor, her türlü oyunu oynuyorlar. Hevâ ve heveslerinin esiri olan o malûm çevreler, her türlü hayvanî duygularını serbestçe yaşayabilmek için, kendilerine uygun bir toplumun oluşması için akla gelmedik senaryolara, sinsice plân ve tuzaklara başvurmaktan çekinmiyorlar.

Bunun için de, kendileri açısından en büyük engel olarak, dinî değerleri ve manevî yaşantıları gördüklerinden, bütün faaliyetlerini ve çabalarını bu değerlerin tamamen veya kısmen ortadan kaldırılmasına sarfediyorlar. Çok acı bir gerçek var ki, çoğu zaman bu çabalarında da muvaffak olup, o malûm emellerine kavuşuyorlar. Bugüne kadar görebildiğimiz manzara, şahit olduğumuz durum budur maalesef.

Meş’um emelleri için masum çocukları dahi kullanmaktan çekinmeyen, onları içki ve uyuşturucunun pençesine sürükleme alçaklığını göze alan, bu insan kılığındaki canavarların yapamayacakları hiçbir şenaat, işlemeyecekleri hiçbir gaddarlık yoktur.

Minnacık çocuklara bu canavarlıkları yapanlar, yetişkin gençlere daha acımasızını, daha dehşetlisini yapmaktan hiç çekinirler mi? Heva ve nefisleri galeyanda olan gençlerin önüne, akla durgunluk verecek, şeytanı dahi hayrette bırakacak tuzaklar kuruyorlar ki dehşete düşmemek mümkün değil.

Akıldan ziyade his ve heveslerinin esiri olmuş, manevî bir hayatın uzağındaki yaşantıyla gününü gün etmekten başka bir derdi, bir gayesi olmayan gençleri yoldan çıkarmak hiç de zor değil ifsat komiteleri için.

İçki, kumar, uyuşturucu, fuhuş gibi iki dünyamızın geleceğini karartan, hayatı kısa zamanda zindana dönüştüren bu gibi kötü alışkanlıklara düşmek, günümüzün nefislerinin esiri olan gençler için en büyük tehlike olsa gerek.

Zehirlemekten zevk alan, ifsat etmeyi meslek seçen malûm çevrelerin en önemli diğer bir çalışma alanları da, kadınlar camiasıdır. Taife-i nisâ dediğimiz bu camia, ifsat komitelerinin hedef olarak seçtiği, hiçbir zaman değişmeyen bir alandır.

Cemiyeti yoldan çıkarıp, dejenere etmenin en tesirli, en kestirme çaresinin, kadınları yoldan çıkarıp, ifsat etmekle mümkün olacağını hesap eden malûm ifsat şebekeleri, bu emellerine ulaşmak için, olmadık tuzaklara, akla gelmedik plânlara başvururlar.

His ve hevesin taşkınlıklarıyla akıldan ziyade hisleriyle hareket eden, ileriyi pek göremeyen, her tarafı toz-pembe görmeye alışık, mânevî hayattan uzak bilhassa genç kadınların böyle karanlık senaristlerin tuzak ve senaryolarından korunmaları oldukça zor.

Bu geçici, fani hayatın, aldatıcı ve sonu olmayan zevk ve lezzetlerinin peşinden koşan, ahireti ve ebedî hayatın hakikî ve kalıcı zevk ve keyiflerini hiç hatırlarına getirmeden yaşamayı tercih eden genç kızlar, ifsat komitelerinin ve karanlık mahfillerin iştah açıcı cazip avlarıdır her zaman.

Kısaca, tehlikenin boyutu tahminlerimizin de çok ötesinde. Bu şirret insanların, bu pis ve çirkef faaliyetlerini anlatarak zihinlerinizi bulandırmak, akıl ve kalplerinizi karamsarlığa sokmak değil gayem. Tertemiz insanlarımız üzerine oynanan oyunları, sergilenen menfîlikleri ve çirkinlikleri nazarlara sunmanın çare olmadığını da biliyorum. Esas hüner, aslolan, çare ve tedaviyi sunmaktır insanımıza. İnsanımızı o gibi hastalıklardan alıkoymaktır. Mühim olan, insanlarımızın iki hayatını da karartmaya çalışan o karanlık mahfilleri yok ederek, ışıklı yolu göstermektir.

İnsanlarımızın kahir ekseriyeti, gözü kapalı olarak hayatlarını yaşıyorlar. İfsat komitelerini fark edemiyorlar. Hatta onları dost kurtarıcılar olarak biliyorlar. Onların sinsi oyunlarını şeytânî tuzaklarını tanımıyorlar. İstemeyerek içine düştükleri bataklıkların mahiyetini bilmiyor, hatta o çamurlu, pis balçıkları misk-ü amber olarak anlıyorlar.

Bediüzzaman da, tâ yıllar önceden, bu asrı, bedbaht asır, dehşetli asır, gaddar asır, rezil asır olarak vasıflandırıyor. Ve bu zamanda, dakikada yüzlerce günahın insana saldırdığını haber vererek, ehl-i din için tehlikenin acımasızlığını ve boyutunu gösteriyor.

İşte bu tehlikenin tek çaresi, dinî bir yaşantı olsa gerek.

06.05.2007

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Afyon notları



Geçen hafta sonu sevgili Ayşenur Yaşar’la Afyon yollarındaydık…

Afyonlu şefkat kahramanlarının Kutlu Doğum Etkinlikleri çerçevesinde hazırladıkları programın konuklarıydık. Ayşenur Yaşar, Risâle-i Nur Külliyatı’ndan 19. Mektub ışığında hazırladığı Peygamber Efendimizi (asm) her yönüyle anlatan bir sunum yaptı. Benim vazifemse, 19. ve 23. Söz ana çerçevesinde hazırlamaya çalıştığım Kadın ve İlim konusuydu.

Program öncesi ve sonrasında Afyonlu dostlarla yaptığımız görüşmeler iç dünyamda öyle izler bıraktı ki, asıl “Kadın ve İlim” sunumunu (bütün lâtifelerimle onlar farkında olmasalar bile) ben onlardan aldım.

Hele Bediüzzaman Hazretlerini gören hanımlardan emekli hakim Kamer Ercuma ve emekli öğretmen Bedriye Ercuma ile yaptığımız görüşme…

Nasıl tarif etmeli?..

“Hiç bu sohbete doyamadım. Tadı damağımda kaldı” dediğiniz oldu mu?

Ya da ayrılırken içinizde mıknatıs gibi bir gücün “Ama gitmek istemiyorum ki…” diyerek sizi alıkoyduğunu hissettiniz mi?.. O kıvamda bir görüşmeydi işte…

Belli ki dünya hayatı yolculuğunun son demlerinde olan o değerli insanlar, ihtiyarlığa has yorgun sesleri, ama Risâle-i Nur’a yakışan nezih Türkçeleriyle Risâle-i Nur’u nasıl tanıdıklarını anlatıp, “özel” ve “genel” tavsiyelerde bulundular…

Hüsn-ü zan, birlik ve beraberliği muhafaza, çocuklara tevhid ve namaz eğitimi, tesettür emri, düzenli olarak Risâle-i Nur’u okuma planının gerekliliği, verilen vazifeleri dikkatli yapmanın lüzumu…

Sohbetimizden “Deryadan katre” misâli küçük bir kesit sunalım:

“Risâle-i Nur’u nasıl okumalıyız?”

“Risâle-i Nur Külliyatını baştan başlayıp sonuna kadar hatmetmeli. Bitti tekrar, bitti tekrar, bitti tekrar… Anladın mı?”

“Ama okurken takıldığımız yerler olunca?”

“Yavrum okumaktan başka hiçbir şeyden fayda yok. Tekrar tekrar okumak lâzım. Tabiî konular sonradan açılır. Anladın mı?”

***

Geniş bir çalışma içinde değerlendirilecek olan bu sohbetlerin ileride daha geniş sunumu yapılacak.

Afyonlu şefkat kahramanlarına ilim dağarcığımıza bulundukları katkılar için gönül dolusu teşekkürler…

Rus kadınları da uyanıyor

Rus kadınları arasında İslâmî geleneklere göre evlenme yayılıyor.

Rusya’nın en yüksek tirajlı gazetesi Pravda’nın haberine göre, Müslüman erkeklerle evlenen Rus kadınları, şimdi de İslâm geleneklerine göre evlenmeye merak sardı. Evlilik öncesi beraberliğe karşı çıkmaya başlayan Rus genç kızlar, evleneceği erkeğin kendisini babasından istemesini bekliyor. (www.iyibilgi.com, 25 Nisan 2007)

90’lı yıllarda komünist sistemin tarihe karışması ile birlikte Rusya’da yeni bir dönemin başladığı herkesin malûmu. Çöküşle birlikte toplum hayatında hakim olan, insanı sadece maddeden ibaret bir varlık olarak tanımlayan materyalist felsefe de zayıflamaya yüz tuttu… İnsanı gelişmiş bir hayvan olarak kabullenen, insanlar arası ilişkileri hayvanlar arası ilişkilerin benzeri gören Sosyal Darwinizm etkisini yitirdi…

Ve İslâm hakikatleri bütün sıcaklığıyla gönülleri fethetmeye başladı. Özellikle de kadınların gönüllerini… Rusya’daki İslâmî gelişmelerle ilgili medyada yer alan bütün haberlerde bu gerçeğin izlerini görmek mümkün… Rus kadınları arasında İslâmiyet hızla yayılıyor. Başta verdiğimiz mini haber bunlardan bir tanesi..

Bediüzzaman Hazretleri geçtiğimiz asrın başında: “Kat’iyen dinsiz bir millet yaşamaz, Rus da dinsiz kalamaz. Geri dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikate dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur’ân ile müsalâha veya tabi olabilir” dedi.

Hanımlar Rehberi’nde de Rus kadınlarda ilgili şu tesbitlerde bulundu: “Kadınların saadet-i uhreviyesi gibi, saadet-i dünyeviyeleri de; ve fıtratlarındaki ulvî seciyeleri de bozulmaktan kurtulmanın çare-i yegânesi, daire-i İslâmiyedeki terbiye-i diniyeden başka yoktur! Rusya’da o biçare taifenin ne hale girdiğini işitiyorsunuz…”

Açıkçası yaratılışındaki değerlere geri dönen Rus kadınları arasında, İslâmın hızla yaygınlaşmasına hiç şaşırmadık…

06.05.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Sekine duâsı



Cevdet Bey

*“Sekine duâsı nelerden bahseder? Bu duâyı on dokuz defa okumamızın sırrı ve hikmeti nedir? Bu duâyı nerede ve ne zaman okumalıyız?”

Aslı vahye dayanan yüksek, sırlı, tılsımlı, feyizli ve kuvvetli duâlardan birisi de sekinedir. Hazret-i Cebrail Aleyhisselâm Peygamber Efendimizin (asm) huzurunda bir sayfa indiriyor. Allah’ın altı ismi yazılı bulunan bu esrarlı ve tılsımlı duâ sayfası, Hazret-i Ali’ye (ra) tebliğ ediliyor. Hazret-i Ali (ra), bu hâdiseyi şöyle anlatıyor: “Ben Cebrail’i gökkuşağı gibi semayı kuşatmış olarak gördüm. Sesini işittim. Sayfayı ondan aldım. Sayfada Allah’ın Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl ve Kuddûs isimlerini yazılı buldum.”1

Sekine ile bildirilen ve Allah’ın Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl ve Kuddûs isimlerinden ibaret olan bu altı ismi, Hazret-i Ali (ra) için ism-i azamdır. Bu isimlerden Hakem ve Adl isimleri İmam-ı Azam için ism-i azamdır. Hayy ismi, Abdülkadir-i Geylânî için ism-i azamdır. Kayyum ismi, İmam-ı Rabbânî için ism-i azamdır.2 Kezâ bu isimlerin tamamının asrımızda bir meyvesi zuhur etmiştir: Risâle-i Nûr.3

Üstad Bedîüzzaman Hazretleri Risâle-i Nûr’u bu altı ismin mazhariyetinde telif etmiş, Otuzuncu Lem’a’yı da özel olarak bu altı ismin izah ve tefsîrine ayırmıştır.

Bu isimlerin mânâları kısaca şöyledir:

Ferd: Allah birdir, tektir, yegânedir, biriciktir, istiklâl ve infirad Sahibidir.

Hayy: Allah sonsuz diridir, ezelî, ebedî ve ölümsüz hayat Sahibidir. Her şeye hayatı veren, her şeyi dirilten O’dur.

Kayyûm: Allah dâimâ kâimdir, tabir câizse dâimâ ayaktadır, yarattığı her şeye hâkimdir, varlıkları dilediği gibi idâre eder, sevk eder ve yönlendirir, her şey O’nunla var olur, O’nunla ayakta durur, O’nunla devam eder. Allah’ı ne bir uyuklama, ne bir uyku ve ne bir gaflet hâli almaz. Göklerde ve yerde ne varsa, O’nun irâdesiyle ve kayyûmiyetiyle varlığını sürdürür ve ayakta kalır.

Hakem: Allah hüküm Sahibidir, hikmet Sahibidir, yarattığı her şeyde bir hikmet ve bir fayda gözetmesi O’nun yüksek âdetindendir. Faydasız ve boşu boşuna bir şeyi yaratmaz. Yarattıklarını gözetler ve denetler. Kullarından haklıyı ve haksızı ayırır, aralarında hak ve adâletle hükmeder.

Adl: Allah adalet Sahibidir, her yarattığına hakkı olan her şeyi verir, hiç kimseye hiçbir zaman haksızlık yapmaz, mahşerde adaletle hükmeder, cezası zulüm veya haksızlık değil, adaletten ibârettir. Allah kendisi adalet Sahibi olduğu gibi, kullarına da her işlerinde adaleti emreder.

Kuddûs: Allah paktır, temizdir, noksanlıklardan, kusurlardan, âcizliklerden, küfür ve dalâlet ehlinin düşündüğü her türlü eksik sıfatlardan münezzehtir. Allah kemâl sıfatlar Sahibidir. O’nun her sıfatı, her ismi, her işi, her fiili mükemmeldir. Varlıkları mükemmel, kusursuz, temiz ve pâk yaratır. Temizliği sever, temizliği emreder, işlediklerinden pişman olan ve tövbe eden kullarını günahlarından arındırır ve temiz kılar.

Sekînede bu isimlerin zikrinden sonra on dokuz harfli on dokuz âyetle Allah’tan istimdat edilir, Allah’a sığınılır, muhtelif isimleri ile Allah zikredilerek dünyevî ve uhrevî her sıkıntımızı aşmamız için bu isimlerin feyiz ve bereketi istenir.

Kısaca arz edelim: 1- Allah her sıkıntıdan sonra kolaylık lütfedecektir. 2- Yüzlerin sıkıntısı Hayy-ı Kayyûm içindir. 3- Allah size karşı çok şefkatli, çok merhametlidir. 4- Allah tövbeleri çok kabul edici ve kullarına çok merhamet edicidir. 5- Muhakkak ki, Allah çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir. 6- Muhakkak ki, Allah her şeye gücü yettiği halde çok bağışlayıcıdır. 7- Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla işitir ve her şeyi hakkıyla görür. 8- Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla bilir ve her işi hikmetle yerine getirir. 9- Muhakkak ki, Allah sizin üzerinizde gözeticidir ve her halinizi görür. 10- Biz sana apaçık bir fetih yolu açtık. 11- Ve Allah sana pek şerefli bir zaferle yardım etsin. 12- Şüphesiz Allah’a tâbi olan topluluk gerçek gâliplerin tâ kendisidir. 13- Muhakkak ki Allah, azabında pek kuvvetlidir ve kudreti her şeye galip olandır. 14- Muhakkak ki hiçbir şeye ihtiyacı olmayan ve her türlü övgüye lâyık olan ancak Allah’tır. 15- Allah bana yeter. O’ndan başka ibâdete lâyık hiçbir ilah yoktur. 16- Allah bize yeter. O ne güzel vekildir. 17- En büyük korku olan kıyâmetin dehşeti onlara üzüntü vermez. 18- Ancak Sana kulluk eder ve ancak Senden yardım isteriz. 19- Ve âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun.

Üstad Hazretleri on dokuz Kur’ân âyetinden alınan on dokuzar harfli bu yüksek ve öz metinlerin besmeleden itibaren on dokuz defa okunmasını önermiştir.4 On dokuz rakamı Kur’ân’dan alınan bir şifredir. Bilindiği gibi, Kur’ân’da ebedî âlemlerle ilgili verilen bir haberde on dokuz adedi telâffuz ediliyor.5

Seksen yılı aşkın hayatı boyunca karşılaştığı dehşetli fitnelerden harika bir sûrette korunmuş olan Üstad Saîd Nursî Hazretlerinin, İmam-ı Gazali yoluyla Hazret-i Ali’den (ra) ders aldığı sekine gibi yüksek esrarlı evradı kendisine daimî bir vird edinerek hiç terk etmeden okumuş olması6, bize, her sıkıntı ve fitne ânında sığınacağımız açık ve koruyucu bir kapı olduğunu göstermeye yeterlidir.

Dipnotlar:

1- Lem’alar, İstanbul, 2001, s. 193; 2- Lem’alar, İstanbul, 2001, s. 520; 3- Lem’alar, İstanbul, 2001, s. 198; 4- Hizbü’l-Envâri’l-Hakâikı’n-Nûriye, s. 119 5- Bakınız: Müddessir Sûresi: 30 6- Lem’alar, İstanbul, 2001, 197

06.05.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

CHP'nin üç şartı



Diyelim CHP cumhurbaşkanının halkın seçmesini istedi.

Kesinlikle üç şart koşar...

1. Halk 6 tane aday seçsin.

2. Yüksek mahkeme bunların 3 tanesini elesin.

3. Genelkurmay da bunlardan birini seçsin.

Ya da;

Kayseriliye sormuşlar;

"İki çarpı iki kaç eder?" diye.

Kayserili;

"Alacağım mı, vereceğim mi?" demiş.

Anladınız siz onu.

BİNDİRİLMİŞ KITA

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, Temmuz ayında yapılacak bir seçimde iç nüfus hareketliliği sebebiyle çok sayıda vatandaşın oy kullanamayacağını söylüyor, ama umutlu:

“Vatandaşı otobüslerle büyük şehirlere götürüp oy kullanmalarını sağlayacağız” diyor.

Galiba, Baykal seçimleri “bindirilmiş kıta” ile kazanacağını düşünüyor.

BAŞ-VURMAK

Cumhurbaşkanını halkın seçmesini istemeyen CHP, aslında binlerce önerge ile Meclis’i kitledi.

Yahu adamlar, cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunu iptal ettirdiği gibi, önceki gün yapılacak seçim turlarının iptali için de başvurdu.

Adamlar “başvurmayı” alışkanlık haline getirdi.

Bana kalırsa bir an önce psikologa “başvursunlar.”

TÜRK TİPİ "SOL"

Avrupalı parlamenterlere göre;

"CHP artık sol parti değil..."

Neden?

Çünkü, CHP'nin Genelkurmay'ın açıklamasıyla ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ortaya koyduğu tavır "anti-demokrat" bulunmuş.

Bu tavrıyla "sol"cu olmaktan çıktığı söyleniyor.

Elin Avrupalısı ne anlar:

Türk tipi "sol"culuk bu..

06.05.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Baykal - Sarkozy



Fransa’da seçimlerin arifesinde finalistler Sarkozy ve Royal bir televizyon müsabakasında karşı karşıya gelerek kozlarını paylaştılar. Müsabaka Türkiye üzerinde cereyan etti. Sonrasında Sarkozy’nin yine Türkiye’ye yüklenmekten kendisini alamadığını ve ‘Türkiye AB’ye girerse, Kapadokya köylüleri (bile) İslâmcı olur’ diye büyük bir laf ettiğini öğrendik! Yahudi kökenli olmasını Jerusalem Post gazetesine de teyid eden (5/5/2007) Sarkozy, hayat felsefesini İslâmcılık ve Türklük nefreti üzerine kurmuş. İşi gücü ‘İslâm tehlikesi’ni kontrol altına almak ve bertaraf etmek. Bu bağlamda, Le Pen’in elindeki ırkçılık kartını kaptığı da ifade ediliyor. Sarkozy hakkında söylenecek çok söz var, ama okurlarımız Baykal simetresi nereden çıktı, diye haklı olarak sorabilirler. “Baykal ne iş?” diye soruların çıkabileceğini farzediyorum. Hemen söyleyeyim, bu bağlantıyı ve benzetmeyi ben yapmıyorum, bizzat Ortadoğu uzmanı Patrick Seale yapıyor. Bilen bilir: Kendisi hatırı sayılır bir Ortadoğu uzmanıdır. Rusya eski başbakanlarından ve Pravda gazetesi Ortadoğu eski muhabiri Primakov ile Le Monde Ortadoğu eski muhabiri Eric Rouleau, ancak ona ayar ve eşdeğer gösterilebilir. Onunla mukayese edilebilirler. Özel uzmanlık alanı ise, Esad ailesidir. El Hayat gazetesinde, ‘Türkiye ve Fransa’da siyasal İslâm’ başlıklı bir makale kaleme almış. Burada söz konusu ettiğimiz simetriyi yakalıyor. Çankaya’yı İslâmcılara bloke eden Kemalistleri Sarkozy’ye benzetiyor. İslâmcıları Çankaya önünden püskürtme siyasetiyle, onları Fransa’ya sokmama veya bloke etme siyasetini paralel olarak nitelendiriyor.

***

Seale şöyle bir analizde bulunuyor: Sarkozy ve benzerlerine göre Avrupa’da laikliğin kalesi Fransa iken, Kemalistlere göre Türkiye’deki laikliğin kalesi de Çankaya’dır. Bu laiklik misyonu içinde Sarkozy’nin ayrı bir yeri var. Bu bağlamda, Sarkozy siyasal İslâm’dan hoşlanmadığı gibi, genelde Arap ve Müslüman kimliğinden de hoşlanmıyor ve bunu gizleme gereği de duymuyor. Onun nefret ettiği bu Müslüman topluluklar, Paris’in periferisinde yaşıyorlar. Türklerin Avrupa’ya girmesi halinde bu yolculuk periferiden Avrupa’nın kalbine doğru ilerleyebilir. Aynı yorumlar Çankaya için de yapılıyor. NY Times gazetesinin ‘Turkish Court Blocks Islamic Candidate’ başlıklı makalesinde Sabrina Tavernise, AKP’nin 4 yıllık iktidar serüveni içinde periphery/kenardan merkeze/mainstream’a doğru ilerlediğini ileri sürüyor. Baykal, kendisini ve siyasî kariyerini Çankaya’yı İslâmcılara kapatmaya ve geçit vermemeye adamışken, Sarkozy de onları ve bilhassa Türkleri Avrupa’ya sokmamaya adıyor. Baykal ile Sarkozy’nin paranoyası aynı: İslâmcılar Çankaya’ya; İslâmcılar Avrupa’nın merkezine doğru ilerliyorlar. Öyleyse durumdan vazife çıkarmak gerekiyor: İslâmcılar ne Çankaya’ya, ne de Avrupa’ya girebilirler! Yürüyüşleri derhal durdurulmalı. Çankaya Türkiye’deki laikliğin, Fransa da Avrupa’daki laikliğin sembolü. Sarkozy ile Baykal’ın Araplara bakışı da aynı. Muhtıradan sonraki ilk konuşmalarından birisinde AKP’nin Arap kimliğinin taşıyıcılığını yaptığını ve bu anlamda ve bağlamda Truva atı vazifesi gördüğünü iddia etmiştir. Neyse ki, bu defa Taliban bağlantısını unuttu. Sarkozy’de de müthiş bir Arap ve Arap kimliği nefreti var. Bundan dolayı Neron gibi Paris’i yaktıran adam unvanı ve sıfatı kazanmıştır. Ama ne yazık ki, Fransız kamuoyu çılgınlara oynuyor veya gizli Le Pencilere omuz ve destek veriyor.

***

Yine Baykal, konuşmasında fetihçilikten bahsetti. Abdullah Gül bağlamında bu ifadeyi ilk kullanan kişi Nuray Mert olmuştur. Nuray Mert’ten ilk alıntıyı Ertuğrul Özkök yapmış, ardından Baykal da patentine işaret etmeden AKP’nin fetihçilik yaptığını ileri sürmüştür. Fetihçilik ifadesi de bize bir yerlerden tanıdık geliyor. Bernard Lewis’in fetihçiliği ile Baykal’ın fetihçilik tanımı aynı. Lewis’e göre Müslümanlar Avrupa’yı fethederken, Baykal’a göre AKP kadroları Çankaya’yı fethediyor. Demek ki, İslâmcılığa karşı mevzii aldığını ve ulusalcılığın sınırlarını beklediği intibaını veren Baykal, bu yürüyüşünde yalnız olmadığı gibi, millî veya ulusal da değil. Uluslararası politikanın bir uzantısı ve sadece yerli bir seslendiricisi. İşte bu noktada, Patrick Seale devreye girerek, bu politikayı teşhis ediyor. İslâmcıları Çankaya’dan püskürtmek ile Müslümanları, Arapları ve Türkleri topyekûn olarak Fransa’nın ve Avrupa’nın kapılarından püskürtmek… Bernard Lewis ve Richard Perle, Türkiye’nin AB’ye girmesi politikasını veto ettiklerine ve Sarkozy de ABD’nin Fransa’daki atı olduğuna göre, öyleyse Sarkozy onların teorilerinin bir uygulayıcısından ibaret. Yürütmeyi o yapıyor. Bağlantılar bakın nereye çıkıyor!

Not: Önceki yazılarımdan birisinde; “Kâbe Arab’ın olsun , Çankaya bize yeter” dizesi sehven Behçet Kemal Çağlar’a atfedilmiştir, halbuki bu satırlar Kemalettin Kamu’ya aittir. Duyurur, özür dilerim.

06.05.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Ankara’da kutlu gün



Son iki haftadır Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin aktif süreçlerine, Anayasa Mahkemesi kararına, siyasî sürtüşmelerin kaygı uyandıran cepheleşmelerine ve alınan genel seçim kararına kilitlenen Ankara, yoğunlaşan gündemlere mola verdiren bir program yaşadı.

Bunalan zihin ve duygular, değerli konuşmacı Senai Demirci’nin enfes tesbitiyle “Rahmetsel alan”da buluştu. Kamusalla işimiz yoktu. “Gücü”müz de yoktu. Peygamberini anmak üzere bir araya gelmiş muazzam bir topluluk vardı. Sükûnet vardı. Huşu vardı. Muhabbet yüklü mesajlar ve kaynaşma vardı.

Demirci, “Siz bizim öğretmenimiz değilsiniz” sitemiyle, ortamı gerdiren, zemini açık-kapalı, inanan-inanmayan, ırk merkezli alanlara çekip kızıştıranlara ve bizi mağdur edenlere reaksiyon duyarak, tahrik edilerek sevgi kanallarımızı tıkamayacağımıza değindi.

Irkçılık, “Şeytanın mesleği”dir derken, Veda Hutbesi’nde “Ey insanlar!” hitabının evrensel mesajına vurgu yaptı. “İnsanı atlamamayı” esas alan bir dinin mensubiyetiyle “Müslüman” olduğumuzu, “İslâmcı” yakıştırmasını kabul etmediğimizi ve birilerinin önyargılarını bize pazarlamalarına müsaade etmemiz gerektiğini ortaya koydu.

Demirci, bu zamanda Peygamberimizi öğrenmede, orijinal yaklaşımlar ortaya koyan Bediüzzaman’a değindi. “Zamanı aşan ve şartlara teslim olmayan” vasfının belirleyici temasına işaret etti. En büyük sermayemizin muhabbet olduğuna atıf yaptı. “Ülkemizi ve Kur’ân’ımızı seven insanlarız” inancını paylaştığında, bu değerleri kendisine kazandıran Bediüzzaman’a, Peygamberimizi anlamamıza vesile olduğu için gönül dolusu teşekkürler etti.

Sahnenin, dinleyicilere göre solunda yer alan Hadis-i Şerif levhası çok şeyi özetliyordu ve manidardı. Senai Demirci, insanlığın iman iksirine dayalı muhabbet coşkusunu tatmanın en anlamlı Emr-i Peygamberîsini hatırlattı. Herkes odaklandı o muhteşem panoya.

Levha’daki hadis şuydu: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız.” İmanla muhabbet ve bu iki mânânın cennet yaşatan ruhaniliği, günümüz insanına huzur bahşeden bir sırrın kodlanmasıydı.

Büyük sahnede bir pano daha vardı. İster afiş deyin, ister levha. Önemli olan bize sunulan güzelliği görünür kılacak fikrî mesajlardı. Risâle-i Nur’dan iktibas edilen, “Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medine bir minber…” vecizesinin, günlük zekâmızın ve beşerî sınırların fizikî ve coğrafî alanını ve resmî kalıpların mü’mine giydirilen anlam sığlığını aşan bir ihatanın ve ufkî mânânın kalbe inen deruniliği vardı.

İnsanın hür bir mü’min oluşu ve kâinatla bütünleşen insânî sermayesinin kucaklayıcı ve ferahlatıcı bir asaletini bize veriyordu.

ADM Prodüksiyonun hazırladığı salâvat klibi bize salâvat-ı şerifin toplumun bütün katmanlarına mal olmuş heyecanını, ihtizazını ve daimî huzuru veren vicdanî lezzetin hidayet tecellisini bize sundu. Gerçekten kendi kategorisinde algıyı yönetip, peygamber sevgisinin görsel bir disiplinin uzmanlık ruhu ile sunulduğu kapsamlı bir klipti. İlgilileri tebrik ediyorum.

Heyecanı Asr-ı Saadetten günümüze anekdotlarla sunan ve sahne performansı fevkalâde olan takdimci Mesut Nurver’i de zikretmek gerek. Nurver, Asr-ı Saadetten hidayet öyküleri anlattı. Mus’ab bin Ubeyd 18 yaşında iman etmiş Mekkeli zengin bir genç ve eşraftı. Onun vefatından önce, Uhud’da Peygamberimizle beraber olma, onu koruma duâsının kabulünü ve onun suretindeki meleklerin 70’e yakın sahabeye refakat edişinin İlâhî mucizesini, kaderi ihlâsını anlatması herkesi duygu seline boğdu.

Duygu sağanağının en manidar, bugün ve gelecek nesil için örnek ve nur hizmet kervanının iman ve insan merkezli inkişafına saff-ı evvel olmuş nurun kahraman talebeleri / ağabeyleri / dâvâ erleri vardı: Mustafa Sungur, Mehmet Fırıncı ve Mehmet Kutlular. Muhteşem birlikteliğin tarih kesitlerinden günümüze akseden canlı şahitlerdi.

Üçü de şevk doluydu. Peygamber Efendimizi (asm) senakârane anlatan Risâle-i Nur’dan pasajlar okudular. Manevî atmosferin yaşayan değerleri oldular.

Salon, Çankaya Balgat’ta yer alan Anatolia Gösteri Merkezi’ydi. Dört bin insan hep bir ağızdan sevgi halesi Peygamberimize, birliğimize, muhabbetimize duâ ve salâvat getirdi. Yüreklerinden ve niyetlerinden kopan ihlâsın terennümünü fazlasıyla seslendirdiler.

Nağme de vardı sahnede. Tasavvuf musikisi korosu, İbrahim Meletlioğlu yönetiminde peygamber sevgisini ruhun ince tellerine dokundurdu. Nur huzmelerini serpti. Rahmet bulutundan yağan her yağmur tanesi gibi bizi ıslattı, ısındırdı ve kaynaştırdı.

Programa katılan yabancı misyon temsilcileri de vardı. Siyasiler de. Entelektüel çevreler de. Kalbi sevgi dolu ve ilgi duyan herkes vardı.

Yeni Asya’nın organize ettiği tebrike ve takdire şayan bir programdı. Önceki akşam Ankara’nın dar ve dünyevî gündeminin dışında farklı bir Ankara vardı. Buna şükür.

06.05.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Vekâlet...



Türkiye cumhurbaşkanlığı sürecini yaşarken, kritik dönemlerden geçiyor. Tartışmanın birisi biterken, diğer bir tartışma hemen gündeme getiriliyor.

İşte size yeni bir tartışma: Seçime kadar Köşk’te kim kalacak?

Aylardır “Köşk’e kim çıkacak” tartışmasını yaşayan Türkiye, şimdi de 16 Mayıs’ta görev süresi dolacak alan Ahmet Necdet Sezer’in görevine devam mı edecek, yoksa görev süresi dolduğu için o tarihten yeni cumhurbaşkanı seçilene kadar kimin vekâlet edeceğini tartışmaya başladı.

Kritik dönemlerde ve süreçlerde bazı kimseler ön plâna çıkar, ya da çıkarılır. Son günlerin en meşhur kişisi de Yargıtay eski Başsavcısı Sabih Kanadoğlu… Bu süreçte ne adım atılacaksa, ilk önce onun fikirleri alınıyor. Sonra tartışmalar onun etrafında dönüp duruyor.

“Vekâlet tartışması” da gündeme gelince, hemen başta onun fikirleri alındı. Seçim kararı alınmadan önce, “Cumhurbaşkanı seçilemediği için Meclis otomatikman fesholması gerektiğinden, Sayın Arınç üzülmesin, ama Cumhurbaşkanlığına vekâlet edemez. Sayın Sezer’in görevi devam eder” dedi. Ardından seçim kararı alınınca, “Köşk’e Meclis Başkanı Bülent Arınç vekâlet etmeli” diye konuştu.

TBMM Başkanı Bülent Arınç, önce “Benim bildiğim; alfabenin ‘A’sı, Sayın Sezer’in görev süresi, 16 Mayıs 2007’de ne yazık ki bitiyor. Keşke ikinci defa seçme imkânımız olsaydı, ama bitiyor” dedi sonra, “Cumhurbaşkanlığının meraklısı değilim. Eğer Sayın Cumhurbaşkanı, ‘Benim görevim 16 Mayıs’ta dolmuştur’ derse benim vekâletim başlar. Ancak Cumhurbaşkanı, ‘Yeni cumhurbaşkanı seçilinceye kadar görevim devam ediyor’ derse, makamında kalır” açıklamasını getirdi. Hükümet üyelerinden birçoğu Sezer’in vekâlet edeceğini söyledi.

Hukukçular 367 meselesinde olduğu gibi, vekâlet konusunda da ikiye bölünüverdi. Yekta Güngör Özden, Sami Selçuk, Prof. Dr. Zafer Üskül, Prof. Dr. Mustafa Kamalak, Dr. Levent Korkut ve Ahmet İyimaya cumhurbaşkanlığına Meclis Başkanının vekâlet edeceğini söylerken, Prof. Dr. Ergun Özbudun ve Prof. Dr. Süheyl Batum ise yeni cumhurbaşkanı seçilene kadar Sezer’in görevine devam edeceğini iddia ettiler.

İstanbul Barosu Başkanı Kâzım Kolcuoğlu, Sezer’le görüşmesinden sonra “Sezer, ‘yeni cumhurbaşkanı seçilinceye kadar göreve devam edeceğini’ söylediğini” açıkladı.

Tabiî tartışma bitti mi? Bitmedi elbette. Bir süre daha bu tartışma devam edecek.

* * *

Son gelişmeleri gördükçe, askerliği uzayan bir arkadaşım aklıma geldi.

Tam tarihini hatırlamıyorum, ama 1993-95’li yıllarda 15 ay olan askerlik süresi “görülen lüzum üzerine” 18 aya çıkarılmıştı. Uzatma tarihinde terhisi gelen askerlerin askerliği üç ay, yani 90 gün uzamıştı. Askerliğini yapanlar bilirler, 90 gün, askerlik için uzun bir süredir. Tabiî terhise hazırlanan birinin askerliğinin 90 gün daha artmasından sonraki halini tahmin edersiniz.

Bunu şunun için anlattım. Normal şartlarda görev süresi 16 Mayıs’ta dolacak olan Sezer’in 10 günü kalmıştı. Bu durumda, seçim süreci sebebiyle Sezer en az 3 ay daha Köşk’te kalacak, bu 5 ay da olabilir. Yani Sezer’in 7 yıllık cumhurbaşkanlığı süresi uzamış olacak. Bizim de bir süreden beri yaptığımız “şafak hesabını” gözden geçirmemiz gerekecek.

Sezer, askerliği uzayan gençler gibi bir halet-i ruhiye de mi, bilemeyiz. Ama Ankara Gölbaşı’ndaki villasına eşyalarını taşıyan Sezer’in, bu eşyaları geri getirmesi gerekecek, çünkü 16 Mayıs’tan sonra en az 90 gün daha Köşk’te ikamet edecek…

* * *

Şimdi gelinen noktada, hükümetin TBMM Başkanlığı’na sunduğu teklife göre, cumhurbaşkanı 5 yıllığına halk tarafından seçilecek. Bir kişi iki defa cumhurbaşkanı seçilebilecek. Cumhurbaşkanı seçimi, 60 günde tamamlanacak. Genel oyla yapılacak seçimde geçerli oyların salt çoğunluğunu alan aday cumhurbaşkanı olacak. İlk oylamada çoğunluk sağlanamazsa, bu oylamayı izleyen ikinci Pazar günü tekrar oylama yapılacak. Bu oylamaya, ilk oylamada en çok oy almış olan iki aday katılacak ve en fazla oyu alan cumhurbaşkanı seçilecek.

Cumhurbaşkanını halkın seçmesine yönelik düzenlemenin geleceği ise, Sezer’in tavrına bağlı. Sezer’in Anayasa değişikliğini veto etmesi halinde cumhurbaşkanını halkın seçmesi bir dahaki döneme kalacak. Anayasa değişikliği Meclis’te önümüzdeki hafta görüşülecek.

Anayasa Mahkemesinin 367 kararından sonra yeni cumhurbaşkanını seçmek hayli zorlaştı. 367 üye tek bir isim üzerinde birleşemezse, Sezer’in görevi ömrü yettiğince sürebilir! Bundan sonra halkın cumhurbaşkanı seçmesi en doğru yol olacaktır, bazı kesimler(!) istemese de…

11. cumhurbaşkanlığı da neymiş böyle. Kimin çıkacağını aylardır tartıştık, şimdi de kim vekâlet edecek onu tartışıyoruz…

06.05.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Millet biliyordu, dünya da bilecek



Seçim kararı alınıp, ‘takvim’ işlemeye başlayınca millet nezdinde itibarı olmayanlar telâşa kapıldılar. “Ana muhalefet” görevini dahi yapamamakla eleştirilen Cumhuriyet Halk Partisi, muhtemel seçim hezimetine bahane aramaya başlamış. Seçimlerin 22 Temmuz 2007’de yapılacak olması CHP’yi yönetenlerin ciddî endişe kaynağı.

Onlara göre bu tarihlerde ‘sol’ seçmen, ‘sandık’ yerine ‘deniz’i tercih edecek ve fırsattan istifade ile ‘sağ’ partiler daha çok oy alacak. Aslında seçim hezimetine uğrayacakları yönündeki ‘tahmin’lerinde haklıdırlar. Ancak bu hezimetin sebebini sadece ‘sandık’ yerine ‘deniz’i tercih edenlere bağlamaları yanlıştır. Gerçek hezimet, her geçen yıl tabanlarını kaybettikleri ve umduklarının aksine ‘genç’lerden de destek alamamalarıdır.

Aslında Türkiye’nin şartları itibarıyla ‘yaz sıcağında seçim’ her parti için kısmî bir risk taşır. Çünkü okulların tatil olması sebebiyle hemen herkes köyüne, tatile, vs. gider. Yaz ayları, iyi-kötü ‘iç turizm’in en hareketli olduğu aylardır. Ancak bu mahzuru sadece ‘sol’ partilerin yaşayacağını ileri sürmek gerçeklere uymaz. Her parti için bu sebeple oy kaybetme mümkündür. Seçime katılma nisbetinin kış aylarındaki seçimlere nisbetle daha az olması beklenir.

Ancak seçim gününün şu anda belli olması bu sıkıntıları kısmen devre dışı bırakabilir. Çünkü tatile gidecek olanlar çok mecbur değillerse tatil günlerini seçim tarihiyle çakışmayacak şekilde tayin edebilirler. “Bir mıh bir nal, bir nal bir at, bir at bir komutan, bir komutan bir vatan kutarabilir” anlayışına inanan seçmen, her hâl ve şart altında ‘vazife’sini yerine getirip oy sandığında tercihini ortaya koyar.

CHP, ‘tatil’cileri ‘sandık’ başlarına taşımak için gerekirse otobüsler tutacağını ilân etti. Seçime katılımın yüksek olmasını temin edecek böyle bir tavır elbette mümkündür. Ancak ‘taşıma su’ ile değirmenlerin dönmeyeceği de unutulmamalı. ‘Sol’ seçmenin CHP’den umudu varsa zaten oy kullanmaya gider. Ama bugün itibarıyla bakıldığında, çok ciddî değişiklikler olmazsa ‘sol’ seçmenin CHP’den umudu olmadığı ortada.

Miting meydanlarına ‘milyon’ları taşımakla, seçim sandıklarına ‘seçmen’ taşımak arasında fark var. Çünkü ‘seçmen’ her sandıkta lâzım. Her seçmen bir oy kullanacağına göre, bu yol CHP için kalıcı çare olmaz ve olamaz. Her ne kadar oy kullananların parmaklarının boyanması ‘çağdaş’ bir uygulama değilse de, mükerrer oy kullanılmasını engellemenin bugün itibarıyla başka bir yolu da yok. Bilhassa 1977 yılındaki seçimlerde çok sayıda mükerrer oy kullanıldığı iddiâ edilmişti ki, ‘seçmen’ itiraflarından da bunu anlamak mümkün.

Türkiye’deki ‘seçmen’ler ‘Tek Parti’ devrinden beri CHP’nin durumunu biliyor. Bildiğini de her seçim döneminde sandıklarda ilân ediyor. Bu sebepledir ki CHP, çok partili sisteme geçildikten sonra milletin helâl reyleriyle hiçbir zaman tek başına iktidar yüzü görmemiştir.

Gazetelere yansıyan haberlere göre artık başta Avrupa kamuoyu olmak üzere dünya da CHP’yi daha yakından tanımaya başlamış. Avrupalı parlamenterlere göre CHP artık ‘sol parti’ değil! Öyle ki, Sosyalist Enternasyonal, şikâyetler üzerine CHP’nin ihracını gündeme almış. (Zaman, 5 Mayıs 2007)

Haksız değiller, çünkü darbelere dâvetiye çıkaran ve muhtıralara destek veren bir parti, değil Türkiye’de dünyada da ‘siyasî parti’ şeklinde değerlendirilmeye lâyık değil.

CHP’yi milletimiz tanıyordu, bundan sonra dünya da tanıyacak...

06.05.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004