|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Cennet çadırlarında sadece kocaları için ayrılmış hûriler vardır.
Rahman Sûresi: 72
|
06.05.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Allah'a en sevimli eviniz, içinde ikram gören bir yetimin bulunduğu evdir.
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 135
|
06.05.2007
|
|
Her yeni gün, yeni bir âlemin kapısıdır
Ey nefis! Bil ki, dünkü gün senin elinden çıktı; yarın ise, senin elinde senet yok ki, ona mâliksin. Öyle ise, hakikî ömrünü bulunduğun gün bil. Lâakal, günün bir saatini ihtiyat akçesi gibi, hakikî istikbâl için teşkil olunan bir sandukça-i uhreviye olan bir mescide veya bir seccâdeye at.
Hem bil ki, her yeni gün, sana, hem herkese bir yeni âlemin kapısıdır. Eğer namaz kılmazsan, senin o günkü âlemin zulümâtlı ve perişan bir halde gider. Senin aleyhinde âlem-i misâlde şehâdet eder. Zîrâ herkesin, her günde, şu âlemden, bir mahsus âlemi var. Hem o âlemin keyfiyeti o adamın kalbine ve ameline tâbidir. Nasıl ki aynanda görünen muhteşem bir saray, aynanın rengine bakar. Siyah ise, siyah görünür; kırmızı ise, kırmızı görünür. Hem, onun keyfiyetine bakar; o ayna şişesi düzgün ise sarayı güzel gösterir, düzgün değil ise çirkin gösterir. En nâzik şeyleri kaba gösterdiği misillü, sen kalbinle, aklınla, amelinle, gönlünle kendi âleminin şeklini değiştirirsin; ya aleyhinde, ya lehinde şehâdet ettirebilirsin. Eğer namazı kılsan, o namazın ile, o âlemin Sâni-i Zülcelâline müteveccih olsan, birden sana bakan âlemin tenevvür eder. Âdetâ, namazın, bir elektrik lâmbası ve namaza niyetin, onun düğmesine dokunması gibi o âlemin zulümâtını dağıtır. Ve o herc ü merc-i dünyeviyedeki karma karışık perişâniyet içindeki tebeddülât ve harekât, hikmetli bir intizam ve mânidar bir kitâbet-i kudret olduğunu gösterir, “Allah göklerin ve yerin nurudur” (Nur Sûresi: 35.) âyet-i pürenvârından bir nuru senin kalbine serper. Senin o günkü âlemini, o nurun in’ikâsıyla ışıklandırır. Senin lehinde nurâniyetle şehâdet ettirir.
Sakın deme, “Benim namazım nerede, şu hakikat-i namaz nerede!” Zîrâ bir hurma çekirdeği, bir hurma ağacı gibi, kendi ağacını tavsif eder. Fark yalnız icmâl ve tafsil ile olduğu gibi, senin ve benim gibi bir âmînin—velev hissetmezse—namazı, büyük bir velînin namazı gibi, şu nurdan bir hissesi var, şu hakikatten bir sırrı vardır—velev şuurun taallûk etmezse. Fakat, derecâta göre inkişaf ve tenevvürü ayrı ayrıdır. Nasıl bir hurma çekirdeğinden tâ mükemmel bir hurma ağacına kadar ne kadar merâtib bulunur; öyle de, namazın derecâtında da, daha fazla merâtib bulunabilir. Fakat bütün o merâtibde, o hakikat-i nurâniyenin esâsı bulunur.
Allah’ım! “Namaz dinin direğidir” (Tirmizî, İmân: 8) buyuran Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma ve onun bütün âl ve ashâbına salât ü selâm eyle.
Sözler, s. 246
Lügatçe:
lâakal: En azından.
âlem-i misâl: Görüntüler âlemi.
tenevvür: Nurlanma, aydınlanma.
zulümât: Karanlık.
herc ü merc-i dünyeviye: Dünyadaki karışıklıklar.
kitâbet-i kudret: Kudret yazıları.
in’ikâs: Aksetme, yansıma.
taallûk: Alâkalı, ilgili olma.
|
06.05.2007
|
|
...Ve gündem
Neler neler oldu bu bir hafta içinde! Bir bilseniz...O kadar çok şey oldu ki; hangi birini anlatayım bilemiyorum. İsterseniz yine de
yukarıdan başlamayı deneyelim efendim:
Yukarısı ve gündem
Sabah güneş açtı. Bir hafta boyunca her sabah güneş doğdu. Dünyadan milyon kere büyük bir ateş topu, aldığı izin ile yine her sabahı aydınlattı. Dünya bilmem kaç bin kilometre hızla giderken araya ne Venüs girdi, ne Satürn... Ayrıca bu bir hafta içinde Ay da girmedi araya. Hayret! Her sabah uzaklıkları normal sayılarla ifade dahi edilemeyen sistem tıkır tıkır işledi. Cansız ve büyük kütleler yine yollarını şaşırmadı. Hatta tıkır tıkır diye ses bile çıkarmadı...
Arada sırada bulutlar girdi, güneşle yeryüzü arasına. Biraz serinlettti insanları. Meselâ geçen Cuma günü ortalıkta hiçbir bulut gözükmüyordu. Tâ ki, Cuma namazı vaktine kadar. O masmavi, hiç bulutsuz gökyüzünde bir anda bulutlar toplanıverdi. Gökyüzü bir anda griye çaldı. Sanki bulutlar bir yerlerden emir almış gibiydi. Bir anda toplandılar ve bir anda yağmur başladı. Dünya üzerine yağan ilk yağmurdan beri aynı şekilde düşen yağmur damlaları, yine düzenlerini bozmadılar. Ve insanın başına kurşun gibi düşmek yerine, sakin sakin düşüverdiler. Yağmur yine rahmetin cisimleşmiş hali olduğunu anlattı. Yine rahmet yağdı göklerden. Sonra yine emir yukarıdan gelmişçesine kayboldu bulutlar. Toprak suyla buluştu. Ağaçlar bir kez daha şükrettiler kendi dilleriyle...
Aşağısı ve gündem
Ağaçlar ise zaten bugünlerde pek renkliydi. Baharın sonlarına doğru gidiyor olmamıza rağmen bazı ağaçlar yeni tomurcuklanıyordu. Kıştan kalan son ölü ağaçlar da yeniden diriliyorlardı. Böylece yeryüzü genelinde bütün bir bahar mevsimi boyunca milyonlarca yeniden diriliş yaşanıyordu...
Bu hafta içinde bir genç kız, bembeyaz çiçekleri olan bir ağacın altında durdu. Hafiften bir de rüzgâr esince çiçeklerin beyaz yaprakları dökülüyordu. Kız kendini adeta bahar mevsiminde kar yağışının altında imiş gibi hissetti. Mevsimler içinde de diğer mevsimlerin örneklerini yaratan Zata şükretti. Başını yere indirdi, beyaza bürünmüş patikada yola devam etti...
Aynı hafta içinde yine aynı ağaç tamamen yeşile dönüşüvermişti. Bu sefer aynı yoldan geçen bir delikanlı da aynı ağacın altında durdu. Yaprakların yeşiline, şekline şöyle bir göz gezdirdi. Göz gezdirmekle bile anladı ki; bu iş çok büyük bir işti. Çok geniş bir ilim gerekliydi. Çok geniş bir irade ve güç gerekliydi. Halbuki ne ağaçta ne havada, ne yaprakta, ne yaprağın atomlarında böyle bir ilim ve güç vardı. O zaman durdu, hayrete düştü. Derken bir Kadîr-i Alîm’i hatırladı. Ona hadsiz şükretti. Anladı ki bütün bu işler O’nun işiydi.
Derken ülkenin bir ucundan evine dönen iş adamı uçaktan indikten sonra bazı ağaçları gördü. Hayret etti. Ülkenin diğer ucunda da aynı şekilde yapraklarını açmıştı bu ağaçlar. Şimdi binlerce kilometre ötede yine aynı şekilde yaprakları vardı. O da durdu ve düşündü. Anladı ki bütün dünyadaki bu ağaçlar aynı şekilde yaprak ve çiçek açıyorlardı. Ama birbirinden habersiz. Haberi olsa ne olurdu ki, zaten anlayamazlardı. O zaman bu yaprakların bütün dünyaya hükmü geçen tek bir Zatın emrinde olduklarını anladı. Ellerini açtı ve Vahid-i Ehad ve Samed’e elinden geldiği kadar şükretti.
Çocuklar ve gündem
Hemen bu ağaçlara bakan evlerden birinde bir anne bütün şefkatiyle dört yaşındaki küçük kızına “Kulhü”yü öğretti. Küçük kız kendine has söyleyiş tarzıyla ilk defa okudu: “Kul hüvallah-u Ehad Allah-us Samed....”
İki sokak ötedeki bir başka evde ise bütün haftaya damgasını vuracak bir olay yaşandı. Evin 11 aylık bebeği kimseden destek almadan ilk adımlarını attı. Kimbilir belki de hayatı boyunca milyonlarca defa yapacağı şeyi ilk defa yapınca mükâfat olarak annesi tarafından kucaklandı. Babası ise sevinçliydi. Derken babası, insan ve hayvan arasındaki farkı düşündü. Oğlu ancak 11-12 ayda yürürken, bir hayvan doğar doğmaz yürümeye başlıyordu. “Öyleyse” diye mırıldandı, “insan bu dünyaya başka maksatlar için geliyor.” Babası işte böyle derin düşüncelere dalmıştı. Bir sesle sıyrıldı düşüncelerinden...
Sokaktan ufak bir çığlık yükselmişti. Havaların güzel oluşundan dolayı sokağa doluşan çocuklardan biri düşmüş, dizlerini kanatmıştı. Kan hücrelerinin hem mikroplarla olan mücadelesinden hem de kanamayı durdurma girişimlerinden habersiz, ağlıyordu. Çocuğun bir haftasına piyasalardaki düşüş değil ama kendi düşüşü damgasını vuracaktı. Oradan geçen gençlerden biri çocuğu evine götürdü.
İnsan ve gündem
Tekrar yoluna dönen genç adam aslında çok zor bir hafta geçiriyordu. Bütün bir hafta boyu, her gün, her saat belki her dakika çok önemli “seçim”e, çok önemli “seçimlere” gitti. Yok, öyle uzun uzun prosedürler, takvimler yoktu bu seçimlerde. Bir anda seçime gidiliyor, bir anda seçimden çıkılıyordu. Sonuçları ise dünyadaki hiçbir seçimle kıyas kabul etmeyecek derecede önemli ve uzun tesirliydi. Adaylar ise hep iki taneydi. İyi ile kötü, hayır ile şer, günahla günahın terki. Seçimlerin sonucu az-çok tahmin edilebiliyorsa da nihaî karar belli değildi. Ve karar mahkemeye kaldı... Ve karar Mahkeme-i Kübraya kaldı...
Gündem ve gündem
Sahi, bir de “başka çok önemli şeyler” de oldu bu hafta içinde değil mi? Ama galiba onları siz de, biz de çok iyi biliyoruz! Öyleyse daha fazla gündeminizi meşgul etmeyeyim...
[email protected]
|
Ahmet Tahir UÇKUN
06.05.2007
|
|
Eşref Edip’in Bediüzzaman’la yaptığı röportaj (3)
‘Gözümde ne Cennet sevdası var,
ne Cehennem korkusu
“Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, îmânım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, îmânımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!..
“Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin îmânını kurtarmak yolunda dünyamı da fedâ ettim, âhiretimi de. Seksen küsûr senelik bütün hayatımda dünya zevki nâmına birşey bilmiyorum. Bütün ömrüm harb meydanlarında, esâret zindanlarında, yâhut memleket hapishânelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefâ, görmediğim ezâ kalmadı. Dîvân-ı harblerde bir câni gibi muâmele gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan menedildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyâde, ölümü tercih ettim. Eğer dînim intihardan beni menetmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.
“Benim fıtratım, zillet ve hakarete tahammül etmez. İzzet ve şehâmet-i İslâmiye beni bu halde bulunmaktan şiddetle meneder. Böyle bir vaziyete düşünce, karşımda kim olursa olsun, isterse en zâlim bir cebbâr, en hunhar bir düşman kumandanı olsa tezellül etmem. Zulmünü, hunharlığını onun suratına çarparım. Beni zindana atar, yâhut îdam sehpâsına götürür; hiç ehemmiyeti yoktur. Nitekim öyle oldu. Bunların hepsini gördüm. Birkaç dakika daha o hunhar kumandanın kalbi, vicdânı zulümkârlığa dayanabilseydi, Said bugün asılmış ve mâsumlar zümresine iltihak etmiş olacaktı.
“İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felâket ve musîbetle geçti. Cemiyetin îmânı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı fedâ ettim; helâl olsun. Onlara bedduâ bile etmiyorum. Çünkü, bu sâyede Risâle-i Nur, hiç olmazsa birkaç yüz bin, yâhut birkaç milyon kişinin—adedini de bilmiyorum ya, öyle diyorlar. Afyon Savcısı beş yüz bin demişti. Belki daha ziyâde—îmânını kurtarmaya vesîle oldu. Ölmekle, yalnız kendimi kurtaracaktım, fakat hayatta kalıp da zahmet ve meşakkatlere tahammül ile bu kadar îmânın kurtulmasına hizmet ettim. Allah’a bin kere hamd olsun.
“Sonra, ben, cemiyetin îman selâmeti yolunda âhiretimi de fedâ ettim. Gözümde ne Cennet sevdâsı var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin îmânı nâmına bir Said değil, bin Said fedâ olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmânını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya râzıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistân olur.”
Hazret coşmuştu. Bir yanardağ gibi lâvlar saçıyordu. Bir fırtına gibi gönül denizini dalgalandırıyordu. Bir şelâle gibi, haşmetli zemzemelerle rûhun en derin noktalarına çarpıyordu. Çok heyecanlanmıştı. Millet kürsüsünde coşmuş bir hatib gibi devam ediyor, sözünün kesilmesini istemiyordu. Yorulduğunu hissettim. Bu heyecanlı bahsi değiştireyim dedim.
“Mahkemede sıkıldınız mı?” diye sordum.
“Dînî tedrisâta, kadınlarımızın, muhterem hemşîrelerimizin terbiye-i İslâmiye dairesinde iffet ve şereflerini muhâfaza etmelerine taraftar olmanın bir suç olduğuna dâir kanunlarda bir madde var mı? ‘Kalbe gelen hakîkat’ gibi tâbirleri de şahsî nüfuz temini maksadına delil göstermelerinin mânâsını da, bu ilimle, hukukla meşgul doçentlerden sorarım.”
Üstadla görüşmemiz çok uzamıştı. Müsaade alıp ayrıldığım zaman vakit hayli geçmişti.
Eşref Edip - 1952
–Son–
|
06.05.2007
|
|
HABER-YORUM
İslâm ve demokrasi
İngiltere’de yayımlanan haftalık ekonomi ve
siyaset dergisi The Economist’in başyazısında “..Türkiye dikkate değer bir ülke. Tam laik bir demokrasiyi yaşayan, çoğunluğu Müslüman bir ülke olarak Türkiye, İslâmla demokrasinin bir arada yaşayamayacağı görüşünü çürütüyor”
denildi. (Vatan, 5.5.2007)
Tesbit, gerçekten yerinde. Türkiye, bir takım ciddî arızalar olsa da, öyle veya böyle, en azından şeklen, İslâmla demokrasinin bir arada yaşayabileceğini gösteren bir ülke. Temennimiz, bunun şekilde kalmayıp, öze de sirayet etmesi. ‘İsim ve resim’de kalmaması... Zira, bugün Türkiye’deki bir takım uygulamalar, Bediüzzaman’ın işaret ettiği ‘cumhuriyet’ nâmı verilmiş ‘istibdad-ı mutlak’ mânâsını, maalesef hâlâ doğruluyor.
Bununla ilgili olarak Bediüzzaman’ın “İnşaallah, o Ahrarlar (hakikî vatanperverler olan Demokrat namında hamiyetli Ahrarlar, yani hürriyetperverler) istibdad-ı mutlakı kaldırıp tam bir hürriyet-i şer’iyeye vesile olacaklar” müjdesini hatırlatıp, İslâmla demokrasi arasındaki bağlantıya geçelim.
The Economist’in, varlığına dikkat çektiği ‘İslâmla demokrasinin bir arada yaşayamayacağı’na dair görüş, görmezden gelinemeyecek bir husus. Bugün belki geçmişe oranla o kadar yaygın olmasa da, maalesef hâlâ demokrasiyi İslâmla bağdaştıramayan, hatta onu İslâm adına bütünüyle reddeden anlayışlar mevcut.
Öncelikle şunu söylemeli ki, “Tebeddül-ü esmâ ile hakâik tebeddül etmez”, yani isimlerin değişmesi ile hakikat değişmez. Bunun ismi ister demokrasi olsun, ister başka birşey, mahiyeti yani hakikati İslâm’ın getirdiği ölçülere uygun olduğu sürece İslâm adına sahip çıkılabilir. Tıpkı Bediüzzaman’ın, Meşrûtiyet’e Şeriat nâmına sahip çıktığı gibi...
Evet, Bediüzzaman, meşrûtiyeti Şeriat nâmına alkışlamış ve meşrûtiyeti, Şeriatın ruhundan olduğunu söyleyerek, Kur’ân’ın “Ve işlerde onlarla istişare et” (Âl-i İmran Sûresi: 159) gibi âyetlerinin bir tecellîsi olarak kabul etmiştir. Yani Bediüzzaman, ‘demokratik parlamenter’ sistemi, İslâmın ‘meşveret’ prensibinin bir yansıması olarak görmüştür.
Nitekim ‘Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?’ suâline verdiği cevap da, onun demokrasiye yaklaşımını çok öz olarak belirten ifadelerdendir:
“Hulefâ-i Râşidîn, herbiri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sıddîk-ı Ekber (ra), Aşere-i Mübeşşere ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.”
Bediüzzaman’ın bu ifadeleri, hem İslâmla demokrasiyi telif edemeyip demokrasiyi reddeden Müslümanlara, hem de güya demokrasi taraftarı olup, demokrasi adı altında kendi ‘resmî görüş’lerini dayatanlara güzel bir cevap teşkil eder.
Zira o, ‘hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyet’ ifadesiyle, demokrasinin İslâmla bağdaştığına ve ‘terbiye edildiği’ takdirde eksik yönlerinin de tamamlanacağına; ‘mânâsız isim ve resim değil’ ifadesiyle de sözde değil özde bir demokrasinin gereğine işaret etmiştir.
|
İsmail TEZER
06.05.2007
|
|
BİR KISSA, BİN HİSSE
Bir gün Lokman Hekim insanlara hikmetli sözler söylerken bir tanıdığı çıkıp geldi ve ona:
“Sen filan yerde çobanlık yapan Nuhas oğullarının siyah kölesi Lokman değil misin?” dedi. O da:
“Evet!” dedi. Adam:
“Sende gördüğüm şu hal sana nasıl ve nereden geldi?” diye sorunca, Lokman Aleyhisselâm dedi ki:
“Doğru sözlü olmak, emaneti yerine vermek ve boş işleri terk etmekle.”
Lokman Hekim devam etti:
“Benim işlerimden seni şaşırtan nedir?”
Adam:
“Görüyorum ki halk senin döşeğine oturuyor, senin kapının önüne doluşuyor, senin sözlerini dinleyip duruyor” dedi. Hazret-i Lokman Hekim:
“Ey kardeşimin oğlu! Sen de söylediklerimi yaparsan sen de öyle olursun” dedi. Adam:
“Nedir onlar?” deyince, Lokman Aleyhisselâm:
“Ben gözümü yumarım. Dilimi tutarım. İhtirasımı önlerim. Edep yerimi korurum. Namazımı kılarım. Verdiğim sözü yerine getiririm. Konuğumu ağırlarım. Komşumu korurum. Boş ve faydasız işleri terk ederim. İşte bunlar beni gördüğün gibi yaptı” dedi.
(Salebi-Arais, s. 350)
|
Süleyman KÖSMENE
06.05.2007
|
|
|
|