Karanlıktan aydınlığa seni hayatımda yaşamak
Gençlik dönemimin buhranlarını yaşıyordum bundan 15 yıl önce. Gençliğin verdiği sarhoşlukla günümü gün etmek, özgürlük, bağımsızlık adı altında ifrat derecesinde bir hayat istiyordum. Ye, iç, eğlen, maddî sıkıntı çekme, istediğini ânında al ve yaşamana bak...
Tabiî ki bunların hepsini yapmasam da, hani boş da durmuyordum. Ama yaptığım hiçbir hareket, beni tatmin etmiyordu. Ruhum sıkılıyor, nefes alamadığımı hissediyor ve bu yüzden daha saldırgan ve daha doyumsuz bir hâl alıyordum. Bir arayış içindeydim. Ama ne çevrem beni anlıyor; ne de bana yardım elini uzatıyordu. Yapayalnızdım. Bir dost arıyordum; beni anlayan, beni dinleyen, içimdeki sorulara cevap veren, beni çekip çeviren...
İşte o günlerde dindar bir sınıf arkadaşım, hatıra defterime şu ifadeyi yazmıştı ve bana duâ etmişti:
“Dost istersen, Allah yeter,
Yâran istersen Kur’ân yeter,
Nasihat istersen ölüm yeter,
Mal istersen kanaat yeter.”
O an bu söz, bana etkili gelmedi ise de, zaman ilerledikçe bir dosta, bir yâre olan ihtiyacım had safhaya ulaştı. Ve bu sözü tekrar okudum, bana ilâç gibi geldi.
Gerçi ailem inançlı idi. Ramazanlarda Kur’ân da okunurdu. Namaz da hani yok değildi, her zaman olmasa da. Onlar da doğrusu ne yaptığını bilmiyor, sadece atadan, dededen gördükleri dini yaşamaya çalışıyorlardı. Ama böyle bir yaşantı bana hitap etmiyordu. Hep başkalarına göre yaşanır mı? İnsan apayrı bir varlık ise, o zaman insanın farklı özelliğinin olması gerekirdi.
Nihayet doğup büyüdüğüm vatanımdan; yeni yeni insanlara, yeni dostluklara doğru yelken açıyor, Efendimiz, İki Cihanın Nebîsi Hz. Muhammed Mustafa’nın (a.s.m.) Hicret emrine uyuyor ve mekân değişimindeki yenilikler hayatımda zuhur etmeye başlıyordu artık. Tahsil yıllarımda Kur’ân öğrenmek için gittiğim o yer... Sonun başlangıcı... Hayatımdaki değişikliklerin temelinin atıldığı, nihayet insan olmanın gereklerini çözmeye başladığım zamanlar... Maneviyâtı ılık ılık damarlarımda hissetmeye başladığım... Heyecanımın doruklara ulaştığı anlar... Ve huzuru doyasıya yaşadığım o yıllar...
Ancak her şeyin sonu vardır ya. Nihayet tahsilimiz bitti ve ben zorla da olsa çıktığım yere geri döndüm. Artık ailemin yanındaydım. Ama farklıydı bu dönüş... Sanki iki yılda yeni bir insan olmuş, hayatı anlama noktasında hayata karşı bakışımın tamamen değiştiğini hissediyordum.
İşte ilk mücadele içerde başladı. Ailemle tam bir çatışma içinde buldum kendimi. Benim, dinimizin gereklerini yerine getirme isteklerim, onların kendi değer yargıları, çevre baskısı doğru bildikleriyle çatışıyordu. Ailem kendi istekleri doğrultusunda ortama, çevreye göre yaşamamı istiyorlardı, ben ise Kur’ân’a göre.
Bir çok sorulara cevap arıyordum. Kur’ân öğreten hocama mektupla sorularımı iletiyor, o da bana cevap yazıyor ve alıntı yaptığı kitapların adını ekliyordu. Mektûbât, Sözler, Asa-yı Mûsâ, Kastamonu Lâhikası gibi. Beni o dönem alıntı yaptığı kitaplardan çok yazıları ilgilendiriyordu. Her verdiği cevap eksik kareleri dolduruyordu. Bu mücadele bir yıl sürdü. Ben ancak mektuplarda yazılanları tekrar tekrar okuyarak, imanımı güçlendirip aileme ve çevreme karşı direniyordum. Ama içimde sonsuz bir huzur vardı. Sıkıntıları kaale almıyordum. Anne ve babamın ağır sözleri beni derinden yaralasa da, ben kendi dünyamı oluşturmakta kararlıydım.
Kitap okumayı çok seviyordum. Ailem benim kitaplardan etkilendiğimin farkına varınca okumama da mani oldular. Annem gündüz ev ve el işleri ile ilgilenmemi istiyor, gece olunca babam odamda yanan lambayı kapatıyordu. Ama bunlar bana engel olmuyor, aksine tekâmül etmemi kamçılıyordu... Yastığımın altında mumlar, sokaktaki lamba okuma aşığını yalnız bırakmıyorlardı.
Allahım! Ne muhteşem bir şey Seni bulmak! Öyle ki hiçbir engellemeyi kendine engel görmemek. Hayata ümitle bakmak. Seni yaşamak; nefes almak, Seni yaşamak; yaşadığını bilmek demek.
Kırtasiyede kitap araştırması yaptığım gün, bir anda sanki gönlüme önceden işlenmiş duvar yazılarını gördüm. Aman Allahım! O ne muhteşem sözler. Bunları daha önce hiç duymadım ama sanki hepsi bana hitap ediyordu.
“Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki; bütün vaktini ona sarf ediyorsun.”
“Dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır.”
“Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz.”
“Ümitvâr olunuz, şu istikbâl inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ İslâmın sadâsı olacaktır.”
“Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve ferâizle ziynetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.”
“Hakikî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet, yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur.”
Daha hatırlayamadığım vecizelerin hepsini oturduğumuz evimizin her köşesine astım. Onlardan güç alıyordum.
Çalışma hayatına başladığım yıl, tarikat, cemaat gibi bir çok, İslâmiyeti yaşamak adına farklı yolların varlığını, ama bunların hepsinin amacının Allah’a ulaşmak gayesinde olduklarını öğrendim. “Nurcular” diye bir cemaatin olduğunu duydum. Ayrıca Kur’ân öğreten hocamın da nur cemaatinden olduğunu geç de olsa öğrendim. Ben bunu nasıl anlatırım anneme, babama, çevreme. En iyisi hiç bahsetmemekti. Gerçi ben de fazla bir şey bilmiyordum, bildiğim tek şey, hocamın gönderdiği mektupların ve vecizelerin beni oldukça etkilemesi.
Üstadım; senden o kadar sevgiyle bahsediyorlardı ki gıcık kapıyordum hepsine. O kadar da neyi seviliyor ki, bizim sevmemiz gereken bir Peygamberimiz (asm) var. Onu sevelim diye geçiriyordum içimden. Bir de tutuşturdular elime Risâleleri, sürekli oku diyorlar. Anlamadığımı söylediğimde ise anlamasam da okumamı istiyorlardı. İşte ikinci gıcık olduğum olay da buydu. Anlattıkların da çok hoşuma gidiyordu. Ama bir anlamasan da oku demeleri, bir de senden bahsetmeleri... O dönem, ‘Bir gün gelir, sen de onu anlatırsın’ deselerdi inanır mıydım acaba?
Hayatına baktığımda sünneti asla terk etmeyişin, bütün zorlamalara rağmen sarığını bile çıkarmayışın, sadaka ve hediye kabul etmeyişin, tek bir isteğin: “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez bir Nur” olduğunu bütün dünyaya ilân etmen...
Hayatını okudukça ‘Böyle de olmaz’ dedirten eziyet ve işkencelere, sürgünlere karşı; eğilmez bir baş, kısılmaz bir nefesle mükemmel bir imana sahip olduğunu dünyaya gösterdin.
“Acele ettim kışta geldim, siz cennetâsâ bir baharda geleceksiniz” diyordun. O kışı sana yaşattılar Üstadım, bir de talebelerine. Niye 19 defa zehirlediler ki seni Üstadım. Niye zindanlara atıp, Sürgünlere gönderdiler ki seni. Derdin sadece imanı kurtarma dâvâsı olduğu için mi? Dünyaya ehemmiyet vermeyişin onları hiddetlendiriyor muydu?
Bütün mücadelelerine rağmen sana bir şey yapamayacaklarını anladıklarında bu dünyadan göçmeni beklediler. Sandılar ki her şey bitecek. Ama onlar arkanda; “Aziz, sıddık, vefakâr, cefakâr, gayretli, bahtiyar, halis, muhlis, ciddî, metanetli, mübarek....” kardeşlerinin, talebelerinin olduğunu ve olacağını gafletlerinden fark edememişler. Ümitli yürekler bıraktın...
—Devamı yarın—
|