|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Tuzak içinde tuzak |
|
YSK’nın son kararından sonra seçim yapılacağı iyice kesinleşen 22 Temmuz’a kadar geçecek süreçte takvim hızlanarak ilerleyecek.
İç içe geçmiş tuzaklarla örülü kritik bir sürecin içine girmiş bulunuyoruz. Değişmez prensiplere dayalı sağlam bir duruşumuz olmazsa, günübirlik değişen rüzgârların etkisiyle tuzağa düşme ve dolduruşa gelme ihtimali ciddî şekilde vârit.
Nitekim 367 meselesinin, bu anlamda iktidar partisi başta olmak üzere Meclisteki partiler için nasıl bir tuzak olarak kullanıldığı, sonrasında yaşanan gelişmelerle ayan beyan ortaya çıktı.
Bu tuzağın en çok vurduğu parti AKP. Tam yolun sonuna geldiğini düşündüğü bir noktada 367’ye takıldı, bir daha da dikiş tutturamadı. Uğradığı çok yönlü hasarı telâfi edebilmesi ise zor görünüyor. Kendisiyle birlikte, 353 milletvekiline sahip olduğu Meclisin de kuşatılıp bloke edilmesi karşısında çaresiz. Ve şimdi de hakkında kapatma dâvâsı açılacağı dedikoduları var.
367 tuzağı DYP ve ANAP’a da zarar verdi. İlk turda 367’nin teminine katkı verseler, AKP’nin kuyruğuna takılmakla suçlanacaklardı. Öyle yapmadılar, şimdi CHP’nin kuyruğuna takılmakla eleştiriliyorlar. Ve sancı artarak sürüyor.
Aslında bu çok kritik ve riskli bir siyasî manevraydı. Ve işin içinde Gül’ün pozitif imajı ve başörtüsü meselesi olmasaydı, tepkiler bu boyutlara ulaşmazdı. Bu yönüyle olayın, hüsranla sonuçlanan Merve Kavakçı hadisesinin farklı bir versiyonu ve ortaya çıkan sonucun asıl sorumlusunun da, o zaman Kavakçı’ya “Seçildin, ama çekil” tavsiyesinde bulunan bugünkü AKP yönetimi olduğu daha iyi görülür.
Öte yandan, AKP’lilerin, henüz millî görüş gömleğiyle dolaştıkları 1993’te seçimde Demirel’in cumhurbaşkanlığına, 2000’de de 5+5 formülüne destek vermemiş oldukları unutulmamalı. Ancak Demirel ve partisi o zaman bu kararı saygıyla karşılamış, şimdi AKP’lilerin günlerdir DYP’ye yaptıkları gibi amansız ve insafsız bir karalama ve tahrip kampanyasının gerekçesi olarak kullanmamıştı.
Netice itibarıyla, bu çeşit kararlar partilerin kendi tercihleridir. Hiçbir partinin, bir başkasının adayına destek vermek gibi bir mecburiyeti yoktur. Bir partinin verdiği kararın, rakiplerince eleştirilmesi de normaldir. Ama ölçüsüz bir tahrip kampanyasına dönüştürülmemesi şartıyla...
Geçmişi revize etmek mümkün değil, ama şimdi geriye dönüp de şu soruya cevap arasak:
Eğer 1993’teki cumhurbaşkanı seçiminde RP de Demirel’e destek verse ve onu partisi DYP dışında sadece SHP’den oy alma konumunda bırakmasaydı, bunun ne gibi sonuçları olurdu?
Çankaya’da birçok dengeyi gözetmek zorunda olan bir cumhurbaşkanı olarak Demirel, RP’nin seslendirdiği duyarlılıkları da bu dengeler içinde dikkate alma gereğini hissetmez miydi?
Nitekim yedi yıl sonra aynı RP’nin gelenekçi kanadı, 28 Şubat’ın olanca kasvetiyle ülkenin üzerine çöktüğü günlerde, 5+5 formülüyle Demirel’in görev süresinin uzatılması yönünde tavır koydu, ama partinin sonradan AKP’ye vücut veren “yenilikçi” kanadı buna karşı çıkarak Sezer’in yolunu açtı. AKP’de bugün bile “Sezer’i Demirel’e tercih ederim” diyenler ağırlıkta.
Onun için de kader, Sezer’in sona eren süresini onların eliyle belirsiz bir tarihe kadar uzattı.
09.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Her şey onu dinlerken |
|
Kurdun biri birgün sürüye saldırır ve bir koyunu kapar. Bunu gören çoban koşarak koyunu kurdun elinden kurtarır. Kurt dile gelir: “Niçin benim rızkımı elimden alıyorsun?” der. Çoban şaşırır: “Aaa! Kurda bak, konuşuyor. Kurt da konuşur mu?”
“Kurt, asıl şaşılacak senin hâlin” der.
“N’olmuş benim hâlime!”
“Şu dağın arkasında asırlardır beklenen son peygamber çıktı, insanlara hakkı, hakikati ders veriyor. Senin haberin yok.”
“Ya öyle mi?”
“Elbette.”
Çoban o kadar etkilenmiş ki karşısındakinin bir kurt dahi olduğunu nazara almadan, “Peki, ben ona gitsem, iman etsem sürüme kim bakar?” demiş.
Kurt, “Ben bakarım” diye karşılık vermiş.
Kurt öyle güven vermiş ki çoban hiçbir kaygıya kapılmadan sürüyü kurda teslim edip gitmiş, Peygamber Efendimizi (a.s.m.) bulmuş, iman edip gelmiş. Bakmış ki zayiât yok. Ona rehberlik ettiği için bir koyun armağan etmiş.
Bu bir mucize şüphesiz. Ağacın, taşın, hayvanın konuşması gibi daha birçok mucizesi var Peygamberimizin (asm).
Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) gelişi kâinatın ve insanlığın en önemli hadisesi. Asırlardır beklenen son peygamber o. Kâinat onunla anlam ve kıymet kazanıyor. Gerçekten çobanın heyecanlanıp sürüsünü kurda teslim edip koşması kadar önemli bir hadise.
Onun getirdiği hakikatler bütün varlıklarla ilgili. Hayat verici hakikatler bunlar. Onun için de dağ, taş, ağaç, hayvan ona hasret!
Ya insanlık! Asırlar boyu iştiyakla beklemiş onun gelmesi için.
Allah Resûlü (a.s.m.) kâinata anlam kazandırmak, insanları sadece şu geçici dünyada mutluluğa ulaştırmakla kalmamış, sonsuza dek ve çok daha güzel bir âlemde bu mutluluğun sürdürüleceğinin müjdesini vermiş, bunun yollarını göstermiş.
Bu dünyadan bin kere daha güzel, hiçbir acı, üzüntü, keder görmeden, yokluk çekmeden, sonsuza dek yaşanacak; gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, hatıra hayale gelmeyen nimetlerle dolu bir âlem orası.
Gerçek bu iken ekser insanlara ne olmuş ki onun getirdiği hakikatlere sürüsünü kurda teslim edip ona koşan bir çoban kadar dahi olamıyor; getirdiği hakikatler hazinesi önümüzde durduğu halde ona canla başla koşup getirdiklerini baştâcı edinmiyorlar. Üstadın dikkat çektiği gibi nice merak uyandırıcı, lüzumlu hakikati ders veren o Yüce Resûle her şeyi bırakıp koşmak lâzım gelirken ekser insanlara ne olmuş ki sağır olup kör olmuşlar, belki divane olmuşlar ki bu hakkı görmüyorlar, bu hakikati işitmiyorlar, anlamıyorlar.
09.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Saadet Bayri FİDAN |
‘Çocuk sizle’ karşılaşsaydınız? |
|
“Keşke geçmişime dönme imkânım olsaydı. Ne çok şeyi değiştirirdim” der misiniz bazen? Hani çok sıkılınca ya da yalnız kalınca. “Hiç aklınızdan çıkmayan bir gününüz, bir anınız var mı? Geçmişe dönünce, hangi yaşlarınızı yeniden yaşamak isterdiniz? Ya da o yeniden yaşamak istediğiniz anlarınıza gitseydiniz neler yapıp, nelerden vazgeçerdiniz?” sorularına hepimizin cevabı vardır.
Ben en çok çocukluğumu özlerim böyle anlarda. Zamanda yolculuk mümkün olsaydı, şimdiki aklımla o yıllara dönüp de ‘küçük ben’le karşılaşsaydım, ona ne öğüt verir ya da ne tavsiye ederdim? Öğüde ihtiyacı olmazdı sanırım çocuk Saadet’in... Belki şimdiki Saadet’e, o öğüt verirdi... Bana daha cesur olmamı, hayallerimi hiç ama hiç ertelemememi ve en önemlisi “Benim gibi küçük şeylerle mutlu ol ve hemen unut birkaç saniye önce neye üzüldüğünü” gibi yaşadığı birçok şeyi öğüt diye bilmiş bilmiş anlatırdı.
Böyle dediğimde tebessüm etmişti bir arkadaş. “Oysa çocukluğuma gidince Onun elinden tutup, ‘Sakın yapma’ diyeceğim o kadar çok şey var ki” demişti büyük bir pişmanlıkla. “Çocukluğuma gidip, çocuk benle dertleşmek isterdim. Nasihat mi verirdim yoksa onun kadar masumlaşarak dinler miydim onu, bilemiyorum. Ancak en çok istediğimin ona neler yapıp neler yapmamasını tarihleriyle beraber bildirmek olurdu.”
“Aferin, şu anda yaşadığın bu kadar mutluluğu da mahvederdin” dediğimde gülmüş, uzun bir sessizliğin ardından “Evet haklısın, eğer şu olayı şu zamanda yaşamasaydım şöyle olmazdı” tarzında küçük anekdotlarla tezimi doğrulamıştı.
Çoğumuz böyle düşünmüyor muyuz?
Sanki geçmiş zamanlarımıza dönüp, yapmamız gerekenleri yapsak, olmaması gerekenleri düzeltsek hayat şimdikinden çok daha güzel olacak. Elimizde bir sihirli değnek olsa ve hemen her şeyi hayalimizdeki gibi yapsak, dünyanın en mutlu insanı olacağız. Tabiî kendimizi mutlu edeyim derken, etrafımızda kaç kişi kalacak, o da ayrı bir konu. Düşünsenize, size azıcık burun kıvıran birini değneğinizle hemen cezalandırıyorsunuz. Kalbiniz kırıldı, hop intikam aldınız. Yanlış gördüğünüz bir şey var, hemen müdahale ediyorsunuz. Böyle bir durumda hem kendimizin, hem de başkalarının hayatı ne hale gelirdi bilmiyorum. Ancak gerçek şu ki; zamanla yaşadığımız şehirde kimse kalmazdı.
Sahi iyi ki elimizde öyle bir değnek yok. Ya da gidip geçmişi kurcalamak gibi bir zaman makinemiz. Aslında merak etmiyor değilim, zamana yolculuk olsa, elimizde sihirli bir değnek olsa neler olacağını. Ama şu an mesut olduğumuz durumların kaçını yaşıyor olurduk? Bu düşlerimiz gerçekleşse, bunu da ayrıca düşünmeliyiz. Bütün yaşanmışlıklar acısıyla tatlısıyla bugünümüzü oluşturmuşken, acı olan her ânın mutlu anların tadını arttırdığını fark etmişken, hâlâ geçmişe dönmek ister misiniz bilemiyorum? Ama ben istemem.
“Bir yaz günü plajda oturuyor, kumlarla oynayan iki çocuğu seyrediyordum... Her ikisi de deniz kıyısında kapılarıyla, kuleleriyle, tünelleriyle, kocaman bir kale yapmak için beraberce harıl harıl çalışıyorlardı... Kale neredeyse tamamlanmışken büyük bir dalga gelip kaleyi bozdu... Her şey bir anda ıslak bir kum yığınına dönüşmüştü...
“Bütün uğraşlarının bir anda gözlerinin önünde yok olduğunu gören çocukların gözyaşlarına boğulmalarını bekliyordum... Ama çocuklar beni şaşırttı... Ağlamak yerine, ikisi de kalkıp el ele tutuştular ve gülerek kıyıdan biraz daha uzaklaşıp yeni bir kale yapmaya giriştiler. Çocukların o anda bana önemli bir ders verdiklerini fark ettim.
“Hayatınızdaki her şey, yapmak için üstünde çok zaman ve enerji sarf ettiğimiz her karmaşık yapı aslında kumdan yapılmışlardır... Sadece başka insanlarla kurduğumuz ilişkiler ayakta sağlam kalabilir... Er ya da geç bir dalga gelip, kurmak için yoğun çaba sarf ettiğimiz çalışmaları ânında yıkabilir... Böyle bir durum karşısında, sadece yanında tutacak bir eli olan insan gülümseyebilir...”
09.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Tesbihatta “sâdıkîn” ifadesi |
|
Malatya’dan okuyucumuz:
*“Tesbihatta geçen ‘sâdikîn’ ifadesinin mânâ ve hikmeti nedir? Bu ifadenin içine kimler girer, kimler girmez?”
Namaz Tesbihatında ‘şerlerden istiâze’ bölümünde; Cehennem ateşinden, Rabb-i Rahîm’imize şu ifadelerle sığınırız: “Allah’ım, anne ve babamızı, akrabalarımızı, ecdadımızı, sevdiklerimizi, muhlis mü’minleri ve Kur’ân ve îman hizmetinde bulunan sâdık Nur Talebeleri’ni Cehennem ateşinden muhafaza eyle!”
Afv ve kabul için talep ve duâ bölümünde ise; Erhamü’r-Râhimîn’den Cenneti isterken; sırayla, kendimiz için, ismiyle Üstadımız için, anne ve babamız için; daha sonra ‘sadık Nur Talebeleri’ için; hemen ardından devamla; erkek kardeşlerimiz için, kız kardeşlerimiz için, akrabalarımız için, ecdadımız için ve iman ve Kur’ân hizmetindeki muhlis mü’min dostlarımız için Allah’ın affını, fazlını ve Nebiyy-i Muhtar’ın (asm) şefaati ile Rabb’imizin Cennet’ini istiyoruz.
Resûlullah’a (asm) ve âl ve ashabına salât ve selâm gönderdiğimiz bölümde de; Allah Resûlüne (asm) ağaçların yaprakları miktarınca, denizlerin dalgaları adedince ve yağmurların katreleri sayısınca, milyonlar def’a salât ve selâm gönderdikten sonra; ehl-i îman için Allah’ın mağfiretini, rahmetini ve lütfunu istiyoruz. Ezcümle; bu cümlede ismi veya sıfatı geçenler; başta kendimiz, sonra ismiyle Üstadımız, sonra annemiz ve babamız, daha sonra da ‘sadık Nûr Talebeleri’dir. Burada isim ve sıfat arasında aslında hiçbir fark yoktur. Sıfatı zikredilip, ismi zikredilmese duâ sahibine ulaşabileceği gibi; ismi zikredilse ve sıfatı zikredilmese Allah’ın izniyle yine ulaşır. Hem ismi, hem sıfatı zikredildiği zaman, daha evlâ bir şekilde duâ “çift taleple” inşaallah sahibine ulaşır.
İsm-i Azam’ın tercümanı olan duâ ve istiâze bölümünün sonunda da; Rabb-i Zü’l-Celâl’i bütün noksan sıfatlardan tenzih ettikten, ta’zimde ve takdiste bulunduktan sonra; Rabb’imizin bize, ismiyle Üstadımıza, annemize ve babamıza, erkek kardeşlerimize, kız kardeşlerimize, hâlis dostlarımıza, hâlis arkadaşlarımıza ve hâlis Nûr Talebelerine ecir ve bereket lütfetmesini ve bütün Cehennem ateşinden muhafaza etmesini; nefsin ve şeytanın şerrinden; cinlerin ve insanların şerrinden; bid’atın, dalâletlerin, dinsizliğin ve azgınlıkların şerrinden de muhafaza kılmasını niyaz ediyoruz. Buradaki duâ ibârelerinde her ne kadar “Talebe-ti Resâili’n-Nûr” ifâdesi ile beraber “sâdıkîn” ibâresi geçmiyorsa da; bundan iki kelime sonra gelen ve “ehbâbenâ” ya ait olan “el-Muhlisîn” ifâdesi vav-ı atıfla “rufekâenâ”ya bağlandığı gibi, aynı zamanda “Talebe-ti Resâili’n-Nûr” ibâresine de bağlanmış oluyor. Binâenaleyh burada da, neticede “ihlâs” kavramına yapılan vurgu ön plâna çıkıyor.
Sadakat ve ihlâs sıfatları tevfik ve hidayetin olmazsa olmaz şartlarındandır ve birbirini tamamlayan iki verimlilik ve muvaffakiyet sıfatıdır. Dünyevî-uhrevî hangi işte olursa olsun sadakat ve ihlâs olmadığında ne verim almak mümkündür; ne de muvaffak olmak! Dolayısıyla dünya işlerinde bile, vazgeçilmez birer “sır ve tılsım” hüviyetinde bulunan bu iki sıfatın, âhiret işlerinde, îman ve Kur’ân hizmetinde ve Allah rızâsının talep edildiği her işte daha ehemmiyetle aranacağı şüphe götürmez. Burada, İhlâs Risâlesinin girişine alınan âyet-i kerime ve hadis-i şerifi hatırlamakta yarar var: Ayet-i Kerimede dine ihlâsla bağlanmak vurgulanıyor ve Allah’a ihlâsla ibadet edilmesi emrediliyor.1 Hadis-i Şerifte ise; “İnsanlar bilmedikçe, bilenler yaşamadıkça, yaşayanlar da ihlâslı olmadıkça helâk olurlar! İhlâslı olanlar da her an onu kaybetme tehlikesi ile yüz yüze bulunmaktadır” buyuruluyor.2
Netice olarak; dinde ihlâs ve sadakat şarttır. Nur talebeliğinin de iki önemli esasıdır.
Dipnotlar:
1- Zümer Sûresi, 39/2-3
2- Bakınız:Lem’alar,S.152
09.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cenâb-ı Hakkın insanın mâhiyetine koyduğu olumlu ve en güzel duygulardan birisi fedâkârlıktır.
İnandığı dâvâsı uğruna her türlü zahmet ve meşakkatlere göğüs geren, sahip olduğu imkânları o yolda gözünü kırpmadan tereddütsüz harcayan insanlara fedâi denilir. Hatta onlar, gerektiği zaman en kıymetli sermaye olan hayatlarını bile dâvâsına fedâ ederler.
İslâm tarihi boyunca bilinen en büyük fedâiler grubu, şüphesiz Sahabeler denilen Sevgili Peygamberimizin (asm) dâvâ arkadaşları olan emsalsiz kahramanlardır. Zirâ onlar, İslâm uğruna canlarını, mallarını, kavim ve kabilelerini, hülâsa ne varsa her şeylerini fedâ etmişlerdi. Allah Resûlü (asm) ile konuşurlarken “Fedâke ebî ve ümmî Ya Resûlallah!” Yani, “Anam babam sana fedâ olsun Ya Resûlallah” diyorlardı. Dâvâsı için doğdukları vatanlarını terk etmişlerdi. Bir kısım sahabeler önce vatanlarını terk etmiş, bir kısmı önce Habeşistan’a, sonra hepsi Medine’ye hicret etmişlerdi. Bedir Savaşında babalar oğullarıyla, kardeşler müşrik kardeşleriyle savaşmışlardı.
İslâm yolunda malını harcamada hep Hazret-i Ebûbekir’in (r.a) gerisinde kalan Hazret-i Ömer (r.a), bir seferinde malının yarısını Resûlullah’a teslim etmiş ve bu sefer geçtiğini düşünmüştü. Hz. Peygamber (asm) “Ya Ebûbekir! Sen ne getirdin?” diye sorduğunda “Malımın tamamını Ya Resûllüllah” dedi. “Ev halkına ne bıraktın?” “Allah ve Resulünü” diye cevap verdi. Yine Hazret-i Ömer (r.a) onu geçememişti. Onlar fedâkârlığın zirvesindeydiler. Bizlerin, onları anlaması bile imkânsızdı. Onlar, İslâmın şeref levhalarını yazmış ilk kahraman fedâiler ordusuydu. Onlardan sonra gelen Müslümanlar da fedâi olduklarını gösterdiler. Tarihe nice şeref levhaları yazdılar. Özellikle Çanakkale’de gerçekten bir destan oldular.
Ülkemizde ise, Cumhuriyetten sonra mânevî bir cihad dönemi başladı. Çünkü, dahilde din namına silâhlı cihaddan Kur’ân men ediyordu. Fen ve felsefen gelen dehşetli bir dinsizlik cereyanı ile kalpler yaralanmış, imanlar zedelenmişti. Yapılan tahribat mâneviydi. Bu tahribatı, ihlâs sırrı ile ve mânevî hizmetlerle tamir etmek gerekiyordu. Bu hizmette, Bediüzzaman Hazretleri vazifeliydi. “Çok emarelerle anlamışız ki, bu Kur’ân derslerinde fetvâ vazifesiyle tavzif edilmişiz” diyordu. Çünkü, otuz üç Kur’ân âyetinin işaretine, Gavs-ı Azam Şeyh Geylânî (r.a) ve Hazret-i Ali’nin (r.a) müjdeli haberlerine mazhariyeti vardı. 1925-1960 arasında geçen otuz beş senelik hayatı hep Risâle-i Nurların telifi ve iman hizmeti ile geçti. Bu esnada, her türlü eziyet, işkence, zehirlenme, hapis ve zindanlara göğüs gerdi. Hedefine giderken yılmadı, yıkılmadı. Saff-ı evvel olan talebeleri de, üstatları ile birlikte her türlü meşakkate sebat ve metanetle karşılık verdiler. Dâvâları uğrunda her türlü fedâkârlığa katlandılar. Sahabe mesleğinin ahir zamanda bir yansıması olan Nur Hareketinin mensupları ve kahraman dâvâ adamları, haklı oldukları iman ve İslâm yolunda Sahabeleri taklit ve onların gittiği yolu takip ettiler. Böylece, kendilerinden sonra gelenlere güzel bir örnek oldular. Üstad, onlara “Sizin bu hizmetinizi ve hareketinizi melekler alkışlıyor ve gelecek nesiller de alkışlayacak” diyordu. Evet, geleceğinden bahsedilen nesillerin mensupları olan bizler, o kahraman ve fedâkâr insanları hayranlıkla alkışlıyor ve Allah onlardan ebediyyen razı olsun, diye duâ ediyoruz.
Nur Hareketinin özü, toplumda hiçbir ayırım gözetmeden doğrudan doğruya imana hizmetti. Fertlerin dünyevî ve uhrevî saadeti kazanmalarına yardım etmekti. Siyasî bir hedef gözetmek veya devlet yönetimini din namına elde etmek gibi bir gayesi yoktu. Asayiş ve hürriyete yardım edip, milletin huzur içinde birlik ve beraberliğine katkıda bulunmaktı. Müsbet hareketi esas alıp, her türlü menfî hareketlerden uzak durmaktı. Bediüzzaman “Cemiyetin iman selâmeti yolunda bir Said değil, bin Said fedâ olsun. Milletin imanını selâmette görürsem Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü, vücudum yanarken, gönlüm gül, gülistan olur” diyerek fedâkârlığın en yüksek örneğini ortaya koyuyordu.
Bu genel hizmet mayası tutmuştu. Nur talebeleri de aynı usûlü hayatlarına prensip edindiler. İhlâsı, uhuvveti, sadakati ve tesânüdü hizmetlerinin vazgeçilmezi yaptılar. Dâvânın ruh-u aslîsinden olan bu vasıflara zarar verecek her türlü davranıştan azamî fedâkârlık göstererek kaçındılar. Hakta ittifak varken, ehak için ihtilâfa tenezzül etmediler. Halisen muhlisen çalışıp, vazifemiz hizmettir, diyerek hizmetkârlığa kanaat ettiler.
Bu mânâlara dikkat çeken merhum Zübeyr Ağabey “Âzâmî ihlâs, âzâmî sadakat, âzâmî takva, âzâmî fedâkârlık ile birlikte âzâmî dikkat de Nur Mesleğinde temel bir esastır” ikazını yapmıştır.
Bu ikazlarla beraber Nur hizmeti kıyamete kadar devam edecek ve rıza dairesinde milyonlarca insanın imanının kurtulmasına vesile olacaktır inşallah...
09.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
TV izleyen bebekler |
|
Amerika’da yayınlanan bir dergide, (Journal of the American Medical) bir araştırma yapılmış.
İlginç bir sonuç ortaya çıkıyor:
Üç aylık bebeklerin yaklaşık yüzde 40’ının, iki yaşındaki çocukların da % 90’ının düzenli olarak televizyon karşısında bulunuyormuş.
ABD’deki çocukların çoğunun yaklaşık dokuz aylıkken televizyon seyretmeye başladığına dikkat çekilen araştırmada, üç aylık bebeklerin ortalama olarak günde bir saatten az bir süre boyunca televizyon karşısında kaldıkları, bu oranın iki yaşındaki çocuklarda günde 2,5 saate yükseldiği belirtiliyor.
İşte Amerikalılar böyle yetişiyor ve dev bütçeli televizyon şirketleri onları televizyon ekranından yönetiyor.
NEZİH CÜMLELER
Canlı yayında kimsenin ağzı torba değil ki büzesin.
Şöhretli olmalarına rağmen, ağzından çıkanı kulakları duymuyor.
Seda Sayan’ın programında (Sabahların Sultanı, Kanal D) iki tanınmış isim ağız dalaşına girdi. Kelimeler havada uçuştu.
İşte en nezih cümleler:
“Sen şerefsizsin!”
El cevap: “Sen de mafya bozuntususun!”
Biri gazeteci yazar Aykut Işıklar, diğeri yapımcı Osman Yağmurdereli.
Kavganın sebebi, Işıklar’ın yazısı... Osman Yağmurdereli’nin malum hastalığı hakkında bir yazı yazmış ve bazı kişilerin bu hastalığın doğruluğundan şüphe ettiğini yazmış...
Öyle ya da böyle... Sebepler ne olursa olsun, tartışmanın yeri stüdyo değil. Milyonlarca insanın önünde, hele televizyon ekranlarında tartışmanın kimseye bir faydası yok.
Gerçi ekranlar son haftalarda ünlülerin “atışma” yeri haline geldi. Bilerek veya bilmeyerek gündem oluşturarak şöhretini sürdürenler var.
TAHAMMÜLSÜZLÜK
Yer Kırşehir...
Belediye Meclis toplantısında bir ses ortalığı çınlatıyor.
Diyor ki:
“Göz zevkimi bozuyorsun, çık dışarı.”
Bu sözlerin muhatabı Kırşehir Çınar gazetesi muhabiri Fatma Alkan... Başı örtülü bir hanım muhabir...
Ortalığı çınlatan sesin sahibesi ise CHP’li Belediye Meclis Üyesi Saadet Balcı.
Herhalde Saadet Hanım, belediye meclis toplantısını “kamusal alan” sandı. Birden bire galeyana gelmesi bu sebepten olmalı... Oraya halkın seçtiklerini gönderdiğini unutmuş gibi... Etrafında bulunan meclis üyeleri onu yatıştırmaya çabasında... Ama dinlemiyor.
İlle de “göz zevkim” diyor.
Aslında CHP’liler mecliste bulundukları dönem içinde milletin göz zevkini bozdu. Tıpkı siyasetin rengini bozdukları gibi.
Seçim yakın... Bakalım sandıkta CHP’lilerin gözleri hangi renge bürünecek?
09.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Küçük Bush |
|
Elysee Sarayı’nda Chirac’ın küçük halefi için ‘Küçük Napolyon’dan ziyade ‘Petit Bush Français’ yani ‘Küçük Bush’ diyorlar. Diyorlarsa sebebi olmalı. Zira her hal ü etvarında Sarko (Sarkozy) Bush Amerikasını örnek alıyor. Kendisine, Bush’un ilham perilerinden olan ‘30 yıl gecikmeli Fransa’nın Thatcher’i de deniliyor. Zira hepsinden bir karakter taşıyor. Küçük Napolyon denmesinin bazı haklı sebepleri var. Bunlardan birisi İsrail’le ilişkileri. Seçilmesinin ardından İsrail’de Yahudiler bayram etti. Belfaour’dan önce Yahudiler için ilk millî vatan taahhüdünde bulunan Napolyon olmuştur. Napolyon’un Mısır ve şarka hamlesi sonuç vermiş olsaydı İngilizler yerine İsrail’i Fransızlar kuracak veya kurduracaktı. Zaten İngilizler daha sonra Osmanlı İmparatorluğu’na karşı Fransız politikasını izlemişlerdir. Uluslaştırma ile Osmanlı’yı atomize etmişler ve bu da İsrail’in kuruluşunu hızlandırmış ve kolaylaştırmıştır.
Yahudi asıllı birisi olarak Sarkozy’nin İsrail’e tabiî bir meyli var. Bu cibilli ilgi Yahudilerin dikkatlerinden kaçmıyor. Buradaki ilgi somut bir ilgi. Her ne kadar sureten bu politikaya dengeleme makyajları yapılacaksa da özünde İsrail yanlısı olduğu inkâr edilemez. Bundan dolayı Filistinlilerin seçildikten sonraki tepkileri şöyle olmuştur: “Filistin’de Chirac sokağı var ama Sarkozy sokağı olacağını zannetmiyoruz...” Sarkozy sokağı bu durumda İsrail’e yakışsa gerektir. Sarkozy ‘küçük Bush’ olarak ülkesini küçük Amerika yapmanın yollarını aramaktadır. ABD’ye benzerlik sebeplerinden birisi de şudur: Amerikalı Yahudiler geleneksel olarak ‘gökkuşağı’ olarak görülen Demokrat Parti’ye oy verirlerdi. Ama Bush döneminde bu politikalarını terk ederek Bush’u desteklemişlerdir. Sarkozy ile birlikte Fransa’da da benzeri bir yaklaşımı benimseyerek ABD’de Demokrat tercihleri değiştirmeleri gibi Fransa’da da geleneksel olarak Sosyalistlere verdikleri oyları De Gaullist partiye kaydırmışlardır. Böylece de Gaullecü çizgiyi de tanınmaz hale getirmişlerdir. De Gaulle adına De Gaullecülüğü bitirmişlerdir.
***
Bir benzerini daha önce İngiltere’de Thatcher yapmıştır. Bunun için Sarkozy, Margaret Thatcher’in İngiltere için yaptıklarını 30 yıl gecikmeyle Fransa için yapmaya çalışacak. Bu da Fransa’da bir başka siyasî çizginin kırılması ve tahrifatından başka bir şey değildir. Bundan dolayı isme değil sıfata bakmak gerekir. Bazen isim sıfatı, bazen de sıfat ismi aşar. Bundan dolayı isme takılı kalanlar altlarındaki zeminin kaymış olduğunu çok geç fark ederler veya hiç fark edemezler. Bundan dolayı enstrümanlar sürekli gözden geçirilmelidir. Zira onlar arazlar nevindendir. Arazları cevherin yerine ikame ettiğinizde bazen yanlış yaptığınızı bile fark edemezsiniz. Dolayısıyla araçlar her zaman amaçların taşıyıcısı değillerdir. 2007’de Sarkozy’nin De Gaulle’ün siyasî mirasına yaptığını Margaret Thatcher veya nam-ı diğer Demir Lady 1979 yılında yapmıştı. Thatcher Muhafazakâr Parti’nin karakterini değiştirmişti. Küçük Bush’un marifetlerinden birisi de büyük Bush gibi bıçak sırtında keskin çözüm arayışları içinde olmasıdır. Keskin politikalar da kutuplaşmayı arttırıcı etki yapacaktır. Sözgelimi, Türkiye ile ilgili politikaları böyledir. Bu anlamda Sarkozy’nin zaferi Fransa’da Huntington’ın zaferidir.
Türkiye’nin adaylığına itiraz gerekçeleri her ne kadar coğrafî olarak gözüküyorsa da bu teoride gedikler var. Sözgelimi, Türkiye’nin konumu büyük oranda Asya’da olmasına rağmen kısmen de Avrupa’dadır. Halbuki Kıbrıs Rum tarafı tamamen Asya’dadır. Ama onun için de hazmedilebilir kriterini uyguluyor olabilirler. Fakat tutarlı olmadığı kesindir. Esasen mızıkçılığının ve istemezükçülüğünün arkasında medeniyet ayrımı ve dışlaması vardır. Kapadokya atfı (onlar AB’ye girerse İslâmcı haline gelirler demesi) kesinkes çatışmacı bir kafa yapısına sahip olduğunu gösteriyor. Rum kesiminden sonra Türkiye yerine İsrail’in alınması için bastırabilir.
***
Onun zaferi Avrupa’da Huntington ve Bernard Lewis teorilerinin zaferidir. Huntington da aslında Hitler anlayışının gecikmiş bir kopyasıdır ve bunu bugün Avrupa bağlamında ırkî değil de dinî düzeyde Bernard Lewis anlayışı temsil etmektedir. Bu anlamda Sarkozy’ye isyanın başını çeken Bastille’deki bir sütuna gençler şöyle bir duvar yazısı yazmışlar: “Sarko 2007 = Hitler 1933” ve Sarkozy’nin zaferini kutladığı gün Roma’nın Filistin’e atadığı Yahudi kralı Herod’un kabri bulunmuş. Tesadüf olmasa gerek. Canlı ile ölüsü buluştu galiba. Modern Roma’nın Fransa’ya atadığı vali veya kral da ‘küçük Bush’ lâkabıyla Sarkozy olmalıdır.
09.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
İş dünyasının imtihanı |
|
İhtilâl, muhtıra, darbe zincirinin kırıldığını düşünürken; maalesef eski ‘hastalıklar’ yeniden nüksetti. “Dereler, eski yatağını yoklar” şeklindeki ‘halk sözü’, yayınlanan “e-muhtıra” ile bir defa daha tescillenmiş oldu.
Siyasete yapılan bu ve benzeri müdahalelerde ‘müdahale eden’ler kadar, ‘müdahaleye seyirci kalanlar’ da sorumludur. Gerek “gerçek ihtilâl,” gerek “e-muhtıra”lara gerekli hukukî ve demokratik tepki gösterilebilmiş olsa “ihtilâl zinciri” oluşabilir miydi?
İhtilâlciler, ‘sivil’lerden destek ve cesaret almadan bir harekete girişir mi? Çok partili hayata geçtikten sonra yaşanan kanlı 27 Mayıs ihtilâline sadece ‘muhalefet partisi’ değil, bazı işadamları da destek olmuştur. Tabiî ki, ‘medya’nın desteğini unutuyor değiliz. “Hoş geldi, safa geldi” anlamındaki manşetlerle ihtilâlcilere ‘bağlılıklarını’ ilân edenlerin, daha sonra “sansür”den şikâyet etmesi, “hür basın” ve “demokrasi” istemesi kimseyi kandırmasın...
27 Mayıs’ı yaşamadıysak da, 12 Eylül ve 28 Şubat sürecinin şahidiyiz. İş dünyasının ve medyanın bu tarihlerde de kötü bir imtihan verdiği biliniyor. Nisan 2007’deki “e-muhtıra” sonrası ise medya geçmiş yıllara nisbetle biraz daha hakperest davrandı. Elbette yine “iyi oldu” diyenlere rastlandı, ancak “yakışmadı” diyenlerin sesi daha gür çıktı.
Geçmiş yıllardaki müdahalelerde en azından suskun kalan iş dünyasının da bu defa nisbeten “demokrasiden yana” tavır aldığı söylenebilir. Gerçi bu tavırda; net olmasa bile ABD’nin ve müdahaleye net bir şekilde karşı çıkan AB’nin tavrı da etkili olmuş olabilir. Ancak süreç işledikçe, iş adamlarında da ‘çözülme’nin işaretleri göze çarpıyor.
Türk sanayiinin ‘duayen’lerinden kabul edilen bir isim, yaptığı açıklama ile bizce ‘kötü örnek’ olmuş. “Gerçek ihtilâller”i değerlendirirken; “Ordu icap etmiştir bu yetkisini (meşhur; koruma ve kollama görevi/F.Ç.) kullanmıştır” diyen ‘duayen’ “Benim görüşüme itibar edilmeyebilir ama yaşıma itibar edilebilir” şeklinde konuşmuş. (Hürriyet, 7 Mayıs 2007)
‘Yaş’a ve ‘tecrübe’ye elbette itibar edilmeli ve edilir. Ancak bu tecrübe; Türkiye’nin daha hür, daha demokrat, daha hürriyetçi olması yönünde sarfedilmesi gerekmez mi? Bilhassa ‘kanlı ihtilâller’in (tabiî ki ‘kansız ihtilâller’i ayırmıyoruz) Türkiye’ye hiç bir fayda vermediğini, aksine her konuda zarar verdiğini ihtilâlciler bile itiraf etmedi mi? İhtilâlcilerin gördüğünü iş adamlarımız ve medyamız göremiyor mu? Yoksa gördüğü halde, görmezden mi geliyor?
İş dünyasının da uzun dönem kârı, Türkiye’nin demokrasiyle yönetilmesindedir. Tarihî hadiselerin doğruladığı “Önce hürriyet” ısrarından vazgeçmeyelim...
09.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Merkezi bulduk |
|
Tam bir siyasî deprem yaşanıyor Ankara’da…
3 Kasım 2002 tarihinden bu yana her şeyin Tayyip Erdoğan’ın iki dudağının arasında cereyan ettiği bir dönemin ardından 4.5 yılda yaşanmayanlar 15 güne sığdı.
İlân edilen cumhurbaşkanı adayı, iptal edilen cumhurbaşkanlığı seçimi, Çankaya’ya çıkmaya hazırlanırken geri çekilmek zorunda kalan aday… Muhtırası, erken seçim kararıyla birlikte tam bir alt üst oluş yaşandı.
12 Eylül 1980’den bu yana arzulanan, ama bir türlü gerçekleştirilemeyen sağ ve solda birleşme ya da ittifakın da kapıları aralandı.
DYP ile ANAP, DP şemsiyesi altında, CHP ile SHP, CHP listelerinde buluştu.
Bütün bunlar oldu bitti de benim aklım hâlâ, “Bize zorla başörtüsü taktıracaklar” diye meydanlara dökülen genç kızlarda, “Bir sabah kalktığımda polis zorla eşimin başını kapatacak” diyen insanlarda.
Bu kaygı çok önemli.
“AKP’liler müthiş bir dünyevileşmenin, lüks araçlar, marka giyimler, yurt dışına uzanan tatiller ve ihâle takipçiliği aracında nasıl fırsat bulmuşlar da kadınların başını zorla kapattırmak için harekete geçmişler” diye düşünmekten helâk oldum.
Öyle ki bunlar değil miydi başörtülü hanımını evde bırakıp, başı açık sekreterle evlenen ya da çayda çıra geçiren diye düşünmeden edemiyorum.
Ama bir türlü işin içinden de çıkamadım.
Hatta okullardaki başörtüsü sorunu hatırlatıldığında , “Sayıları üç-beş bini geçmeyen türban sorunu için ülkeyi geremeyiz” zihniyetinde olanların varlığını da biliyorum.
Hatta iktidarı uğruna başörtüsünü kurban edenler diye içimde de öfkeleri mevcut.
Bu taraftan bakınca, iktidar nimetlerine boğulup dinde lâkaytlaşanlar, Tandoğan Meydanından bakınca, polis zoruyla kadınların başını kapattıracağına yüz binlerce başı açık kadının inanıp, korkudan sokaklara döküldüğü bir hadise.
Bu müşkülü nasıl halletmeli, kime danışıp bir yol bulmalı diye düşünürken Taha Kıvanç imdadıma yetişti.
Anayol’un yıkılması ve DYP’den “A Takımı”nın istifa sürecinde, ihtilâl için gün sayan bazı milletvekilleri bir Haziran gecesi darbe haberi kulaklarına üflenince, motor kiralayıp denize açılmışlardı.
Şimdi ise bir Ankara Temsilcisinin, “İdam edileceklerin listesi, paşaların cebinde” diye dolaşıp korku saldığı biliniyor.
AK Parti’nin kapatılması için belge toplandığı, Yargıtay’da görev yapan bir dernek başkanının bu işe gönüllü olarak soyunduğu kulaktan kulağa dolaşıyor.
Hatta Genelkurmay bildirisinden sonra panikleyen bir milletvekilinin Genelkurmay’daki tanıdıklarına ulaşıp, “Bizi toplayacaksanız, beni siz alın” dediği de askerî çevrelerde anlatılıp, gülünüyormuş.
Bütün bunlarla ilgili bir adres arıyordum. Bulduğum o oldu işte.
Taha Kıvanç “Psikolojik Savaş Merkezi” dedi.
Demirel döneminde Başbakanlığa bağlı olarak kurulmuş, sonra Genelkurmay’a bağlanmış.
Faruk Mercan’ın “Onlar Başroldeydi” kitabında, başka ayrıntılar da veriliyor: “Kuruluşu ABD’de Prof. Vamık Volkan’dan eğitim almış olan Prof. Abdülkadir Çevik ve Prof. Birsen Ceyhun yaptılar.”
Burada bir nokta.
Vamık Volkan 13 Haziran 1996 günü Ankara Üniversitesi tarafından “onursal doktora” verilerek ödüllendirilmişti. Ama yalnız değildi. Cumhuriyet mitinglerinin metin yazarı, “Çılgın Türk” Turgut Özakman ile Cumhuriyet’in başyazarı İlhan Selçuk ile birlikte.
Sizi bilmem, ama benim kafamda fotoğraf şekillenmeye başladı.
Çorum, Maraş ve Sivas olaylarının bir söylenti ile başlayıp, 5-6 Eylül olaylarının yine Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evin kundaklandığı haberleri ile patlatıldığını bilmem hatırlatmaya gerek var mı?
09.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Demokrasi maratonu |
|
Demokrasi, beraberinde uzlaşma kültürünü getirir. “Ya ben, ya o” mantığı değildir. Sosyal dalgalar, siyasî krizler ve ülke yönetiminde karşılaşılan kaos halleri ya da beklenmedik riskler karşısında, ortaklık esaslı çözümlere yönelmek, demokrasinin olgunluk göstergesidir.
Siyasî tarihimiz bu olgunluk düzeyinde bir hayli mesafe alsa da, karnemizde bizi sınıfta bıraktıracak şiddette kırık notların bazen fazla zühur ettiği de bir vakıa.
Bu durumlarda, yine “ben ve o” mantığı ile suçlu aramak, negatif telkinleri seçmek veya ortamı gererek kriz avcılığı yapmak yerine, bundan sonrası için çözüm odaklı yakınlaşma ve toparlanmalara girmek gerekiyor.
Burada devlet tanımının, halkın egemenliği ile çerçevelenmesi gerekirken, belirleyici başka aktör ve kuruluşların olması, devlet-millet dengesini bozmaktadır. Çatışma alanları, siyasetin istismar ve gerilim hattını sivil siyasetin dışına itmektedir.
Sonuçta, hukukun siyasî alana müdahalesi, ya da hukukun siyasallaşması gibi demokratik teamülleri zorlayan bir yapı ortaya çıkmaktadır.
Devletin sistemi, demokrasi platformunda halkın beklentilerini ortak paydada ortak amacın etrafında birleştirmeli. İdeolojik kalıplarını dayatmamalı.
Bu çerçevenin devlet aygıtı ile organizasyona dönüşmesinde, bütün tarafların ortak amaç belirlemesine öncelik vermesi öngörülmelidir. Bir ülkenin düşünce kaynaklarını, farklılıklarını ve uzlaşmaz gibi görünen çatışma alanlarını dikkate alarak, ekseriyetin sosyal uyumu için asgarî şartlarda ortak amaç tanımını yapması gerekir.
Bir milletin ortak amaç nitelemesi ve açık tarif anlaşması sağlayabilmesi için demokrasinin köklerinde mevcut insanın taleplerini, düşünce yapısını ve örgütlenmiş karakterlerinin çoğulcu sistemin içinde birbirine enerji intikali yapacak bir seriler bütünlüğü oluşturmasını gerektirir.
“Bireysel self determinasyon,” hür iradenin birey merkezli cüzî irade beyanıdır. Kendini ifade ve icra hakkının, diğerleriyle çatışma oluşturmadan zorunlu ortaklıkları dikkate alan toplum dinamiğine enerji havuzu oluşturmasıdır.
Ülkenin sahiplendiği ortak zemin, bireylerin kültürel hakları kadar siyasî haklarının da şümulüne olan ortak talepleri, en temel kabullere göre yapılandırıp, sosyal mukaveleye, siyasal ortaklığa, beşerî beraberliğe vatan ve ülke kavramlarıyla devlet statüsüne taşınması, demokrasi ile sağlanabilir.
Ortak amaç, ülkenin birliği, meşrû siyasî tercihleri kabul ve demokratik sistemin cârî kuralları kapsamında az ve öz olmalı. Irkî, dinî ve ideolojik tabana dayanmış bir sistem ve devlet yapısı, bunun içinde yer alamayan her vatandaşı, dışlanmışlığın ve ayrışmanın içine iter. Duygu ve düşünce boyutunda yaşanan tahrip, üretimi ve ortak değerler enerjisini de baltalar. Bu durum, birliğin dinamiklerini oluşturan maddî ve manevî unsurları zayıf bıraktırır. Demokrasinin teorik tartışmasına fazla girmeden, günümüzde cereyan eden olaylara baktığımızda, yukarıdaki kabullerin pek gerçekleşmediğini görmekteyiz.
Mahkemelik bir cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında, Meclisin devre dışı kalması, Genelkurmayın bildirisi, acil seçim kararı ile birlikte siyasetin yerinden oynayan taşları, seçim barajının yüksek olmasından dolayı Mecliste temsil hakkını kullanamayan partilerin arayışları ve bütün bunlar olurken, herkesin kafa kurcalayan vehimlere açık soruları artıyor.
Herkesin sandık terazisinde kendisini tartmaya girdiği bu dönemde, siyasî bölünmüşlük, gerilim, kutuplaşma ve baskın seçim havası, her yönüyle siyaseti yeniden yapılandıracaktır.
Bu seçim, bir sonraki seçimin ayak sesleri olacağı gibi, demokratik süreci de besleyecektir. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi başarılırsa,—ki bu konuda da yumurta kapıya dayanınca harekete geçildi—halkın kendini hakim güce yansıtma biçimi daha güçlü olacaktır. Gelinen noktada, demokratik rekabet ve adil bir seçim sürecinde yarışarak halkın desteğini alacak bir zemin var. Bunların korunmasıyla sükûnet ve sağduyu ile sonuçlanacak seçimlerin, masa başı hesaplardan farklı olacağı muhakkak.
Tek mercii ve çözüm halk. Çünkü doğrudan temsilin kendisidir.
Demokrasi maratonunun seçimler kulvarı herkese hayırlı olsun.
09.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|