Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 13 Mayıs 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Biz bunlardan daha da kuvvetli olanlarını helâk ettik. Evvelki kavimlere dair misâller Kur'ân'da geçmiştir.

Zuhruf Sûresi: 8

13.05.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Mü'minin ferâsetinden sakınınız. Çünkü o, Allah'ın nuru ile bakar ve Onun muvaffak kılmasıyla konuşur.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 144

13.05.2007


İnsanın en birinci üstadı annesidir

Evet, insanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir. Bu münasebetle, ben kendi şahsımda katî ve daima hissettiğim bu mânâyı beyan ediyorum:

Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum validemden aldığım telkinât ve mânevî derslerdir ki, o dersler fıtratımda, adeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini aynen görüyorum. Demek, bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma merhum validemin ders ve telkinâtını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esâsiye müşahede ediyorum.

Ezcümle: Meslek ve meşrebimin dört esasından en mühimi olan şefkat etmek ve Risâle-i Nur’un da en büyük hakikati olan acımak ve merhamet etmeyi, o validemin şefkatli fiil ve halinden ve o mânevî derslerinden aldığımı yakînen görüyorum.

Evet, bu hakikî ihlâs ile hakikî bir fedakârlık taşıyan validelik şefkati sû-i istimal edilip, mâsum çocuğunun elmas hazinesi hükmünde olan âhiretini düşünmeyerek, muvakkat fâni şişeler hükmünde olan dünyaya o çocuğun mâsum yüzünü çevirmek ve bu şekilde ona şefkat göstermek, o şefkati sû-i istimal etmektir.

Evet, kadınların şefkat cihetiyle bu kahramanlıklarını hiçbir ücret ve hiçbir mukabele istemeyerek, hiçbir fâide-i şahsiye, hiçbir gösteriş mânâsı olmayarak ruhunu feda ettiklerine, o şefkatin küçücük bir nümûnesini taşıyan bir tavuğun yavrusunu kurtarmak için arslana saldırması ve ruhunu feda etmesi ispat ediyor.

Şimdi terbiye-i İslâmiyeden ve a’mâl-i uhreviyeden en kıymetli ve en lüzumlu esas, ihlâstır. Bu çeşit şefkatteki kahramanlıkta o hakikî ihlâs bulunuyor. Eğer bu iki nokta o mübarek taifede inkişafa başlasa, dâire-i İslâmiyede pek büyük bir saadete medar olur. Halbuki erkeklerin kahramanlıkları mukabelesiz olamıyor; belki yüz cihette mukabele istiyorlar. Hiç olmazsa şan ve şeref istiyorlar. Fakat maattessüf bîçare mübârek taife-i nisâiye, zalim erkeklerinin şerlerinden ve tahakkümlerinden kurtulmak için, başka bir tarzda, zaafiyetten ve aczden gelen başka bir nevîde riyâkârlığa giriyorlar.

Lem’alar, 24. Lem’a, s. 260, Y.A.N, 2004

Lügatçe:

muallim: Öğretmen.

â’mâl-i uhreviye: Ahiretle ilgili işler.

tahakküm: Zorla hükmetme, hükmü altına alma.

kasem: Yemin.

telkinât: Telkinler, fikir aşılamalar.

fıtrat: Yaratılış.

çekirdek-i esâsiye: Temel çekirdek.

muvakkat: Geçici.

fâide-i şahsiye: Şahsa ait fayda.

inkişaf: Açılma, ortaya çıkma.

taife-i nisâiye: Kadınlar taifesi.

riyâkâr: Riya eden, iki yüzlü.

13.05.2007


Zaman ihtiyarladıkça, Kur’ân gençleşiyor

Başlıktaki cümle, büyük İslâm âlimi Bediüzzaman’a ait. Evet aziz Üstad, devamla “Beşerin âsâr ve kanunları, beşer gibi ihtiyar oluyor, değişiyor, tebdil ediliyor. Fakat Kur’ân’ın hükümleri ve kanunları, o kadar sabit ve râsihtir ki, asırlar geçtikçe daha ziyade kuvvetini gösteriyor” (Sözler, s. 371-2) diyor.

Bu gerçeği haklı çıkaran o kadar çok hadise ile karşılaşıyoruz ki günümüzde, saymakla bitmez. İşte bir kaç örnek:

“Aile değerleri zayıflayan Avrupa’da 12. yüzyıla dönüş. Aile çöktü, Avrupa çöpe atılan bebekleri kurtarmaya çalışıyor.” (14 Kasım 2006, Zaman)

Cenâb-ı Allah (cc) “Zinaya yaklaşmayın” hitabını bütün insanlığa yapıyor, sadece Müslümanlara değil. Evet, Bediüzzaman Hazretleri “Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfî gelir” diyor. Maalesef gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin eğitim sistemleri, materyalist bir çizgide götürülmeye çalışılıyor. Allah, yaratıcı olarak anlatılmıyor. Batıda natüralist, bizde doğa-tabiat gibi kavramlar yaratıcı imiş gibi genç beyinlere yerleştirilmeye çalışılıyor.

İşte asıl tehlike ve tehdit ondan sonra başlıyor. İnsanlar, Allah ile olan irtibatı koparınca, esfel-i sâfilîne (aşağıların aşağısına) yuvarlanıyor. Sadece zevkleri için yaşar hâle geliyor. Önüne engel olarak çıkan gayrimeşrû çocuklarını ya öldürüyor, gömüyor—Almanya’daki örnekler gibi —ya da cami avlusuna, karakol yanına, parklara, wc’ye (Kayseri’deki gibi) bırakıyor. Daha sayılamayacak kadar çok canice hareketler...

Avrupa’da, istenmeyen çocuklar için hastahane ya da kilisede ‘bebek kutuları’ icat edilmiş. İstenmeyen bebeği insanlar öldürmesin, bu kutulara koyup ortadan kaybolsun şeklinde bir çözüm üretmişler!

Bütün bunların ilâcı, 14 asır önce Kur’ân-ı Kerim’de sunulmuş insanlığa: “Zinaya yaklaşmayın” emri ile. Nikâhta bunun için kerâmet var. Meşrû olmayan her hayat tarzı, her yerde sıkıntı yaşatıyor kural tanımayanlara.

Evet, insanlığı ayakta tutacak tek formül Kur’ân.

Ülkemizin genç nüfusu, dünya ölçeğine göre çok fazla. İfsat komiteleri onları yoldan çıkarmak için akla hayale gelmedik hile ve desiselerle uğraşıyorlar. Üniversite gençliğinin yüzde 67’si Cuma namazı kılıyor diye birileri fena ürkmüş meselâ.

Şuurlu Müslümanlar, lütfen biraz gayret ediniz, zamanınızın ve paranızın bir kısmını acil dinî hizmetlere ayırınız, ya da bu hizmetleri yapanlara destek veriniz. Yarın çok geç olabilir. Dinsiz hiçbir genci kanunla zaptedemezsiniz, ancak ve ancak Allah korkusu bu gençleri frenleyebilir.

Artık eğitim sistemimizden natüralizmi çıkarıp, gerçek yaratıcının Allah olduğunu çocuklarımıza öğretelim çok geç olmadan.

Fransızca bir kelime olan natüralizmin, Mehmet Doğan’ın Türkçe sözlüğündeki karşılığı; “Tabiatçılık, her şeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia eden ve İlâhî bir düzenleyiciyi kabul etmeyen doktrin.”

Dünyaca meşhur bazı ateistler bile, meselâ Francis Collins (dünyanın en önemli gen uzmanı), insanın mükemmel genetik yapısını ancak Allah’ın yaptığını itiraf etmesine rağmen, biz hâlâ okullarımızda tabiatı yaratıcı olarak öğretmeye çalışıyoruz. İşte bir örnek:

“Nizam deyince akla asker veya ağaç dizisi gibi basit bir düzen gelmemelidir. Tabiatın yarattığı canlı varlıkları, nebat veya hayvanları yakından incelerseniz, teferruâtına kadar işlenmiş bir nizam görürsünüz.” (Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın bir makalesinden, Lise Türk Dili ve Edebiyatı Kompozisyon II, s. 2-3, MEB Yayını.) Bu kitabın basımı için Bakanlık, 14.06.2006 tarihli yazısı ile onay vermiş. Kitabı 13 kişilik bir komisyon hazırlamış.

Yukarıdaki paragrafta ‘tabiat’ sözcüğü yerine Allah kelimesi kullanılmalıydı, değil mi?

Bu kelime son yirmi yıldır o kadar çok yerli yersiz kullanılır oldu ki hayret etmemek elde değil. Sinop’ta 'sol' görüşlü bir arkadaş, bu kelimeyi oğluna isim olarak vermişti. Dr. Mehmet Doğan’ın Türkçe Sözlüğünde ‘doğa’nın karşılığı olarak ‘tabiat’ verilmiş.

Bediüzzaman Hazretleri 1922 yılında Isparta Barla’da yazdığı Lem’alar isimli eserinin 23. Lem’ası olan Tabiat Risâlesi’nde; tabiatın yaratıcı değil yaratılmış olduğunu; san’atkâr değil bir san’at olduğunu, fail değil fiil (eylem) olduğunu, nakkaş değil bir nakış olduğunu mükemmel bir şekilde (s. 238-254) isbat ediyor. Bir yerde fiil varsa mutlaka bir de fail (özne) olmalıdır.

19. yüzyıldan itibaren Fransa’da başlayıp dünyaya yayılan pozitivist felsefenin yaydığı bir zehir olan tabiat (doğa) teziyle, hâşâ, Cenâb-ı Allah inkâr edilmeye çalışıldı. Pozitivist bir eğitim anlayışıyla eğitilen gençlerde de müthiş bir maneviyât erozyonu başladı. Son zamanlarda ortaya çıkan seri katiller, ahlâksız insanlar, tabiatı yaratıcı olarak öğrettiğimiz gençlerin eylemleri değil mi? Pozitivist insanın vicdanı olmaz, merhameti olmaz.

1950 yılında 10 milyon nüfusu olan Cezayir’de Fransızlar 1 milyon Müslüman Cezayirli’yi katletti. 1990 yılından beri Irak’a uygulanan ambargo sebebiyle 500 bin çocuk mama ve ilâçsızlıktan ölerek, 2003 yılındaki işgalden sonra da yine Irak’ta 650 bin Irak’lı katledildi. Bir yerde soykırıma uğradı. Maalesef pragmatist (faydacı) ve pozitivist düşünen Batı insanı için sadece fayda ve çıkar söz konusudur. Kısaca; sinekten yağ çıkarmaya uğraşıyor Batı. 1. ve 2. dünya savaşlarında da milyonlarca insanı katletti Batı.

Bizde de artık acımasız bir şekilde ekonomide bu batıl felsefe hükümranlığını sürdürmekte ve çığ gibi büyümektedir. Alın reklâmları; basında ve büyük medyada “doğalı” reklâmlar aldı başını gidiyor. Maalesef haram para, bir şekilde Müslümanların da gırtlağından, çeşitli isim ve tevillerle geçirilmeye çalışılıyor. Sonra da çocuklar hayırsız çıkıyor, vuruyor, kırıyor, öldürüyor.

İki reklâmdan örnek size: “Doğanın iyisi, bilimin yenisi”, “Doğanın mucizesi anne sütünün bileşimi...” Maalesef, Allah’ın ikramı olan nimetleri yapan “doğa-tabiat”mış gibi lanse ediliyor. Bu çok büyük bir vebaldir.

Müslüman olduğundan şüphemiz olmayan büyük holdinglerin ve medyanın, hazırlattıkları, yayınlattıkları ve yayınladıkları reklâmların söz ve muhtevalarına çok dikkat etmeleri gerekiyor. Allah’ın yaratıcı olduğu vurgulanmalı. Tabiatın değil.

0rtaokulda okurken 1970’li yıllarda, TRT radyosunun o zaman tek bir yayını vardı. Bir sabah 6.30’da bir programda biri konuşuyor: “Tabiat yaratıyor, nasıl mı yaratıyor, yaratıyor işte canım” şeklinde sinirli sinirli konuşuyordu. O zaman telefon yoktu ki arayıp ikaz edelim.

Yıllar önce tek tük çıkardı böyle reklâmlar. İlgilileri ikaz etmeye çalışırdık. Onlar da mektuplarımızaa haklı olduğumuza dair cevaplar verirler, özür dilerlerdi.

Halen de pozitivizm-natüralizm, eğitimimizde hakimdir. “Allah yaratıyor” demeye korkuyorlar bazıları. Bediüzzaman Hazretleri, tâ 1922’den bu günleri görmüş, Müslümanları ikaz ediyor: “Ehl-i imanın da ağzından çıkan bazı kelimeler var, küfrü işmam (duyurmak, hafif olarak hissettirmek, koklatmak) ediyor.”

“‘Tabiatın insanlara en adilce dağıttığı nimet akıldır’ derler, çünkü hiç kimse akıl payından şikâyetçi değildir. Nasıl olsun? Aklını beğenmemesi için aklından ötesini görebilmesi lâzım.” Bu cümleler, 30 Eylül 2006 tarihli Milliyet Gazetesindeki Melih Aşık’ın köşesinden.

Bizde bir söz vardır: “Allah akıl dağıtırken sen neredeydin” şeklinde. Yukarıdaki tabiat sözcüğü yerine Allah kelimesini koyarak okuyun, bakın nasıl rahatlayacak vicdanınız ve ruhunuz.

Evet, bütün insanlığın; rahat ve huzur için İslâmiyetin ve Kur’ân’ın ter ü taze iman esaslarıyla tanışmalarına ve yaşamalarına acil ihtiyaç var. Değilse çok büyük insanî ve vicdanî yıkımlar bekliyor insanlığı. Allah’ın verdiği nimetler, bütün insanlığın ihtiyacını karşılayacak kadar çok ve bol. Kıskançlığa gerek yok. Yeter ki âdil bir şekilde bölüşüm sağlansın. Fazla yemek isteyenler obeziteden ölecek, Afrikalılar da açlıktan maalesef. Hesap da mahşerde ödenecek.

Erdoğan AKDEMİR

13.05.2007


Rahmânî alanlar

Varlık âleminde her şeyin bir vazifesi olduğu çok açıktır. Şuursuz olmalarına rağmen görevlerini hiç aksatmadan yerine getirmeleri bize mutlak bir kudret, ilim ve irade sahibini göstermektedir. Her bir parçanın bütün içerisindeki âhenkli konumu ve bütünün mükemmel işleyişi, sayısız faydalı maksatlara hizmet etmektedir. Birçok yönden, şuur sahibi olan insanların dikkatli nazarlarına sunulan varlık âlemi; mest edici harika bir san’at eseri, duygu yoğunluğu yaşatan bir şiir gibidir.

Bu güzel düzen ve mükemmel işleyiş, küllî bir şuura işaret ettiği gibi, şuur sahibi olan insanlara da rehber olabilecek özellikler taşımaktadır. Semâvî kitapların ve peygamberlerin yanında, algılamasını ve okumasını bilen insanlara ipuçları veren varlıklar, her şeyden önce vazife bilincini haykırarak ilân etmektedirler.

Güneş ihmal etmeden ışıtmaya ve ısıtmaya, arı mütemadiyen peteklere bal doldurmaya, toprak usanmadan bütün bitkilere saksılık ve dokuma tezgâhlığı yapmaya, su yorulmadan muhtaç olan hayat sahiplerinin imdadına yetişmeye devam etmektedir. İnsanın beceriksiz, kirli ve zâlim elleri karışmadıkça işleyişini bozmayan varlıklar, zaman zaman da yapılan onca zulümlere karşı izin dairesinde gazaba gelmektedirler. Bu gazap, Zilzal Sûresi’nde şu şekilde ifade edilmektedir:

“Bismillahirrahmanirrahim. Yer o sarsıntıyla sarsıldığında, yer ağırlıklarını çıkardığında, insan ‘Buna ne oluyor?’ dediğinde; o gün, (yer) bütün haberlerini anlatır. Çünkü Rabbin ona vahyetmiştir. O gün insanlar, amellerinin kendilerine gösterilmesi için bölükler halinde fırlayıp çıkacaklardır. Her kim zerre kadar bir hayır işlemişse onu görecek; her kim de zerre kadar bir kötülük işlerse onu görecektir.”

İsyan deyince akla; görünen âlemde insan, gayb âleminde ise şeytan gelir. Şeytan, insanı baştan çıkarmaya yeminlidir. Âdemoğlu ise ciddî uyarılara rağmen, başa çıkmaktan ziyade baştan çıkmayı tercih etmekte ve severek nefsini şeytanın eline teslim edip Cehenneme layık bir duruma düşmektedir.

İlâhî nizamın sosyal ve siyasî hayatta da tezahür etmesi beklenen bir durumdur. Çünkü hayranlık uyandıran kusursuz bir nizama uymak fazilettir. Âlemi büyük bir kitap şeklinde yaratan Yüce Allah, insanın aklına, ona göre yazıp çizmesi için hakikî hikmet fenlerinden oluşan bir kütüphane ihsan etmiştir.

İlim, kâinattaki işleyişi çözme, anlama, taklit etme ve yararlanabilme yollarını araştırma çabasıdır. İhtiyaçlar, insanları çalışmaya, araştırmaya ve gelişmeye zorlamaktadır. Bu faaliyetler içerisinde uyanık olmak, dikkatli bir nazarla satır aralarını okumak ve hakikatli bir şekilde düşünmek her iki dünya saadeti açısından yerinde bir davranış olacaktır.

Sekülerleşme hastalığı, ifrat ve tefrit arasında bocalayan insanların, akıldan ziyade, hislerine dayanarak hareket ettiklerini göstermektedir. Orta yolu tutturmak için, insanın sadece hakikî hikmet fenleri kütüphanesine bakması yeterli olacaktır.

Hak ve hakikatten uzak olarak kurulan sosyal hayatın birçok alanı, insanı rahatsız edeceği muhakkaktır. Bu durumdan haksız yere istifade eden söz sahibi ve kural koyucu mutlu azınlığın rahat edeceği anlamı çıkmaz. Her an mutluluğun sona ermesi ihtimaliyle gördükleri kâbus, hayatlarını Cehenneme çevirmektedir. Çözüm arayışı içerisine giren çoğunluğun mevcut kurallar içerisindeki çabalarının, fıtrata aykırı bir şekilde türlü entrika ve oyun ortasında kural değişiklikleriyle akim bırakılmaya çalışılması, bunu gayet açık bir şekilde göstermektedir.

Mazlûmların âhlarına kulak tıkayanların, İlâhî ikaz şeklindeki uyarıları duymak zorunda kalacakları ve yaptıklarının önlerine döküleceği gün, kendilerine hiçbir fayda vermeyen pişmanlıklar yaşayacakları muhakkaktır. Gerçek mülkün sahibini tanımayan insanlar, O’nun izni dairesinde tasarruf etmemenin cezasını acı bir şekilde çekmek zorunda kalacaklardır.

Allah’ın rahmeti, insanları, yeryüzünü ve gökyüzünü, kısacası bütün kâinatı kuşatmıştır. Bu rahmânî alanların dışında kalan hiçbir zerre yoktur. Yüce Allah, bütün nimetlerini, yani celâl ve cemalinin tecellîlerini, insan ve her şey üzerinde sergilemektedir. Rububiyeti bunu gerektiriyor. Tek hücreli canlılardan yıldızlara kadar hiçbir ayrım gözetmeyen bu rahmetin tecellîlerinden çıkarmamız gereken çok önemli dersler olduğu muhakkaktır. Buna göre, aile reislerinin eş ve çocuklarına, idarecilerin de emri altında bulunanlara karşı kuşatıcı, şefkatli, sevgiyle ve merhametle yaklaşmaları beklenir. Sosyal ve siyâsî hayatta “kamusal alan” gibi dışlamacı, dayatmacı ve daraltmacı tutumlar, yersiz korku ve suçluluk psikolojisinden kaynaklanmaktadır.

Hakikî iman eden bir mü’min için “kamusal alan” diye bir şey yoktur, rahmânî alanlar vardır. Rahmânî alanlar sevginin, şefkatin ve adaletin dirildiği; kinin, intikamın, zulmün ve ümitsizliğin öldüğü alanlardır. Müspet hareket ve asayişi teminle mükellef olan mü’minler, herkese ve her şeye, muhabbet ve şefkatle yaklaşmanın sembolü olarak barış ve huzurun teminatıdırlar.

[email protected]

Kadir AYTAR

13.05.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004