Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 15 Temmuz 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

İslam YAŞAR

Asırları saran eserler



Mesnevî ve Risâle-i Nur...

Biri Mevlânâ’nın eseri, diğeri Bediüzzaman’ın.

Biri 25.618 beyitten mürettep yedi ciltlik mükemmel bir mesnevî, diğeri 130 parça mensur eserden müteşekkil on iki ciltlik muhteşem bir şâheser.

İkisi de vehbî ilme mazhar olan müellifînin irticâlen söylemesi ve güzel hatta sahip kâtiplerin serî bir şekilde yazmaları neticesinde teşekkül eden müessir birer tefsir.

Fakat onlar, Kur’ân’ın âyetlerinin sırasıyla ele alınarak mânâlarının izah edilip nâzil oluş sebeplerinin açıklanmasıyla meydana gelen klâsik tarzda yazılmış birer tefsir değil.

Bediüzzaman’ın “Kur’ân’ın imanî olan hakikatlerini kuvvetli hüccetlerle beyan ve izah ve ispat etmektir. Bu kısmın pek çok ehemmiyeti var. Zâhir, mâlûm tefsirler bu kısmı bazen mücmel bir tarzda dercediyorlar. Fakat Risâle-i Nur doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsâlsiz bir tarzda muannid feylesofları susturan bir mânevî tefsirdir” sözleriyle tasrih ettiği gibi ‘ikinci kısım’ diye de ifade edilen mânevî tefsirdir.

Yine klâsik tefsir tarzından farklı olarak, Peygamber Efendimizin (asm) hayatının anlatıldığı bahislere yer verilip sünnetlerine işaret edildiği ve zamana müteallik âyetlerle birlikte bazı hadisler açıklandığı için bu eserlere birer hadis külliyâtı nazarı ile de bakılabilir.

Bu itibarla Mevlânâ ile Bediüzzaman arasında vuku bulan mânevî yakınlığın, müelliflerine müfessir, müceddid, müçtehid sıfatlarını kazandıran eserlerinin arasında da olduğunu söylemek mümkün.

Gerçi Bediüzzaman’ın yaşadığı zamandan asırlar önce yazılmış olması hasebiyle, tabiî olarak Mesnevî’nin beyitleri arasında Risâle-i Nur Külliyatının bahsi geçmiyor.

Hatta Said Nursî’nin, ‘mânevî hocalarım’ dediği büyük zatların arasında ‘Mühim bir üstadım’ tavsifi ile Mevlânâ’nın adı geçtiği hâlde, Risâle-i Nur’un makbuliyetine işaret ettiğini söylediği eserlerin içinde Mesnevî yok.

“Şu hâlde her devirde peygamber yerine,

Vazifeli bir veli vardır.

Bu usûl kıyamete kadar daimdir.

İşte diri ve faal imam o velidir.

İster Ömer soyundan olsun, ister Ali soyundan.

Ey yol arayan, Mehdi de odur, Hadi de o,

Hem gizlidir, hem senin karşında oturmakta.”

Gerçi bu gibi mısralarda yaşadığı asrın mânevî merciini arayanlara, vasıflarını söyleyerek onları bulmanın yollarını gösteren Mevlânâ’nın, bu zamanın insanlarına da Bediüzzaman Said Nursî’yi işaret ettiği düşünülebilir.

Lâkin o, şahsına yapılan bu gibi mânevî makam atıflarına, iltifatlara ve işaretlere fazla itibar etmediğinden Risâlelere işaret eden eserlerin arasında Mesnevî’ye bu yüzden yer vermemiş olabilir.

Buna mukabil kendisi, son müceddid ve müçtehid olması hasebiyle eserlerinde, sohbetlerinde daha önce gelen pek çok İslâm âlimi ile birlikte Mevlânâ’nın da eserlerinden ve hareketlerinden söz etti, Risâle-i Nurlarda Mesnevî’dekilere benzer misaller kullandı.

Meselâ, sık sık semaa kalkan Mevlânâ, kâinatta müesses olan İlâhî nizamı örnek almış ve gezegenler arasındaki âhenkli işleyişi sema hareketinin esası yaparak arzla arş arasında açılan gaybî duâ hatlarını maddî olarak göstermeye çalışmıştı.

Bediüzzaman Said Nursî de, “Kâinattan Hâlıkını soran bir seyyahın müşahedâtıdır” diye takdim ettiği Âyetü’l-Kübrâ Risâlesinde muhataplarını hayalen gökyüzünde ve yeryüzünde gezdirip çeşitli hadiselerle muhatap ederek onların; yaratıcıları olan Hâlık-ı Kâinat’ı tanıyıp O’na iman ve ibadet ederek dünyaya gönderilişlerinin hikmetini ve gayesini yerine getirmelerini sağlamaya çalıştı.

Allah-ı Zülcelâlin isimlerinin, sıfatlarının tecelligâhı olarak gördüğü gezegenlerin, galaksilerin ve diğer gök cisimlerinin muntazam bir sistem hâlinde işleyişini anlatırken, onların hareketlerini “Hangi kanun ile zerreyi Mevlevî gibi tahrik ederse, aynı kanun ile küre-i arzı meczup ve semaa kalkan Mevlevî gibi döndürüyor. Ve o kanun ile âlemleri böyle çeviriyor ve manzume-i şemsiyeyi gezdiriyor” sözleri ile sema eden meczup Mevlevî’ye benzeterek bir bakıma Mevlânâ’yı teyit etti.

Kâinatı, Kur’ân-ı Kerim’in tefsir ettiği büyük bir kitaba benzeten ve Allah’ın varlığına, birliğine, vahdaniyetine delil olarak gösteren Bediüzzaman, insanla kâinat arasında bazı bağlar kurarak insanın mânevî büyüklüğüne, iman keyfiyetine, ibadet mükellefiyetine dikkat çekti.

Bu gibi ifadelerle insanlara, hakikatlerin zaman içinde ve söyleyen kişiye göre değişmeyeceğini hatırlatan Bediüzzaman; Risâle-i Nur’da, Mesnevî’de benzerlerine rastlanan bazı teşbihler ve temsiller de kullanarak bir bakıma o uzun manzûmeyi de Risâle-i Nur’da hülâsa etti.

Meselâ; Mevlânâ Allah’ın varlığını, birliğini anlatırken, örneği her zaman bulunsa da gittikçe artan ve son asırda had safhaya ulaşan zahiren medenî ve makul gibi görünse de hakikatte inkârcı ve muannid bir insan tipini muhatap almıştı.

“A hüneri eksik kişi, söyle bakalım.

Evin bir mimarı olması mı daha akla uygundur,

Yoksa mimarı olmadan kendi kendine yapılması mı?

Oğul bir düşün, yazıyı bir yazanın bulunması mı,

Yazanı bulunmayan yazı mı daha akla uygundur?

A töhmetli, ‘cim’e benzeyen kulak, ‘ayın’a benzeyen göz,

‘Mim’e benzeyen ağız, bir yazan olmadan yazılabilir mi?

Güzel bir san’at eseri, kör bir çolağın elinden mi çıkar,

Yoksa eli uz, gözü görür bir san’atkârın elinden mi?

Bunların hangisi daha akla yatkındır?”

Mevlânâ, bu gibi ifadelerle o muhayyel muhatabına bir sanatın sanatkârsız, yapının ustasız, kitabın kâtipsiz olmayacağını anlatarak kâinatın ve insanın da yaratıcısı olmadan meydana gelemeyeceğini anlatmıştı.

Bediüzzaman da Risâle-i Nur Külliyatının muhtelif yerlerinde, muhatap aldığı muhayyel inkârcılara Allah’ın varlığını, birliğini izah ve isbat ederken kâinatla ilgili benzer teşbihler kullandı.

“Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olmaz. Bir harf kâtipsiz olmaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket Hâkimsiz olur?” gibi mukayeseli teşbihlerle insanların dikkatini bu meselelerin üzerine çekti.

Mevlânâ, hakikatin anlatıldığı yerlerden uzak kalarak, hakikati gösteren örnekler üzerinde düşünmeyerek ve alenî gerçekleri görmezden gelerek mesuliyetten kurtulacağını zanneden insanlara, yaptıklarının yanlış olduğunu anlatırken güneşi örnek göstermişti.

“İstersen perde altına gir,

Gözlerini sımsıkı kapat.

Sen böyle yaptın diye güneş,

Güneşliğinden geçer mi hiç?”

Böyle sözlerle, gerçeklere sırt çeviren insanların sadece kendilerini kandıracaklarını, abesle iştigal sayılan öyle hareketlerle gerçeklere hiçbir zarar veremeyeceklerini hatırlatmıştı.

Bediüzzaman da yaşadığı zamanda, mûteber sıfatlar taşıyan ve büyük makamlarda oturan çok sayıda insanın İslâmiyeti yok farzetmesi veya kifayetsizliğini işmam eden sözler söylemesi üzerine önce onlara aklî, mantıkî, ilmî cevaplar verdi.

Makul bir insanın ilgisiz kalamayacağından ya aksini ispat etmeye çalışacağı ya da kabul edeceği bu cevapları dinlemeyip inatlarında ısrar ederek dine zarar vermeye çalışanlara, güneş karşısındaki çaresizliklerini hatırlattı:

“İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan ancak kendine gece yapar.”

Aynı coğrafî bölgelerde yaşayan, ortak nesep, inanç, kültür, medeniyete mensup insanlara hitap etmeleri ve aralarında benzerlikler bulunan zamanlarda birbirinin devamı sayılan düşmanlarla mücadele etmeleri hasebiyle Mevlânâ ile Bediüzzaman arasında görülen bu yakınlıkların yanı sıra, bazı hususlarda farklı bakış açıları ve değişik telâkkîler de vardı.

Meselâ, Mevlânâ bazı gerçekleri daha iyi anlatmak için batılı tasvir eden kıssalar anlatmaktan çekinmezken; Bediüzzaman, kendisinin koyduğu ‘Batılı tasvir saf zihinleri idlâldir’ hükmüne hassasiyetle riâyet etti.

Ekser âlimler, şairler, muharrirler ve mutasavvıflar gibi Mevlânâ ve Bediüzzaman da eserlerinde her vesile ile gül, bülbül gibi bazı tabiî hadiseleri tedâî ettiren edebî unsurları kullandılar.

Mevlânâ bazı mânâları sembolize eden kelime ve terimlerde olduğu gibi gülü, bülbülü kullanırken de mânâyı muğlak bırakmış ve o kelimelere herkesin kendisine göre değerler izafe etmesine zemin hazırlamıştı.

Bediüzzaman’sa her meselede olduğu gibi bu hususta da mânâyı muğlak ve müphem bırakmadı. Bütün unsurları ile tam teşbihler yaparak herkesin kanaatinde aynı mânânın şekillenmesini sağladı.

Meselâ gül kelimesini münhasıran Peygamberimizin (asm) zatının sembolü olarak kullandı. Bunu da ‘Gül-i Muhammedî’ ve ‘Ravza-i Mutahhara Gülü’ gibi tâbirlerle tasrih etti.

Bununla birlikte, Mevlânâ da ekser şairler ve mutasavvıflar gibi gülü sevgilinin, bülbülü aşığın sembolü olarak kullanırken Bediüzzaman, gül ile birlikte bülbülü de Peygamber Efendimize benzetti.

“Bütün bülbüllerin en efdali, en eşrefi ve en münevveri ve en bâhiri ve en azîmi ve en kerîmi ve sesçe en yüksek ve vasıfça en parlak ve zikirce en etemm ve şükürce en eâmm ve mâhiyetçe en ekmel ve sûretçe en ecmel, kâinat bostanında arz ve semâvâtın bütün mevcudâtını latîf secaâtıyla, leziz nağamâtıyla, ulvî tesbihâtıyla vecde ve cezbeye getiren, nev-i beşerin andelîb-i zîşânı ve benî âdemin bülbül-ü zü’l-Kur’ân’ı Muhammed-i Arabîdir” diyerek Peygamberimizin Risâlet sıfatını bülbüle teşbih etti.

Edebiyatta gülün ateşi tahattur ettiren renginden ve bülbülün feryadı andıran içli şakıyışından hareket eden şairlerin; mecazî aşkın firak elemini ve hicran yarasını onlarla ifade etmeleri, aşıkların sair mevcudâtın çıkardığı seslere de o nazarla bakmalarına sebep olmuştu.

“Dinle neyden, duy neler söyler sana

Derdi vardır ayrılıklardan yana.

‘Kestiler sazlık içinden’ der beni

Dinler ağlar hem kadın, hem er beni

Hasret anlatmam için bulmam gerek

Ayrılıklardan parçalanmış bir yürek”

Nitekim Bediüzzaman’ın “Başta Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî olarak bütün aşıkların işittikleri elemkârâne teşekkiyât-ı firakı işitmiyor” sözleri ile tedaî ettirdiği mezkûr beyitlerde de şikâyetlerini neyin dilinden dillendirmişti.

Fakat Bediüzzaman ağaçları, Sultan-ı Sermedî’nin her bir dalına çok neyler takıp onların sadalarının eşliğinde müekkel meleklere giydirdiği birer ceset olarak tahayyül ettiği için seslerinden farklı mânâlar çıkardı.

“Madem ağaçlar birer ceset oldu, bütün yapraklar dahi diller oldu. Demek her biri binler dilleri ile havanın dokunmasıyla ‘Hû, Hû’ zikrini tekrar ediyorlar. Hayatlarının tahiyyatıyla Sâniinin Hayy-ı Kayyûm olduğunu ilân ediyorlar.”

15.07.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (08.07.2007) - İlk Medrese-i Nuriye’de

  (01.07.2007) - Yeni şeyler söyleme zamanı

  (24.06.2007) - Yüz yılda bir de olsa

  (17.06.2007) - Son Medrese-i Yusufiye

  (10.06.2007) - Barla'da sıla sıcaklığı

  (03.06.2007) - ‘Allah kimseyi şaşırtmasın...’

  (27.05.2007) - Hiç olmaktan güç almak

  (20.05.2007) - ’Dostlaar... Doostlaaarr!..’

  (13.05.2007) - Moğol zulmü, deccal fitnesi

  (06.05.2007) - 'Taze yaz meyveleri'

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004