“Her yüz senede Cenâb-ı Hak bir müceddid-i din gönderir.”
Bütün zamanları içine alan bir tebşir-i Nebevîdir (asm) bu ifade.
Asırları birbirine bağlayarak zamanın âhenkli akmasını sağlayıp hayatın istikrarlı işlemesine zemin hazırlayan mânevî bir hattın varlığını bu hadis-i şerifle müjdelemişti Peygamber Efendimiz.
Hablü’l-metinin, urvetü’l- vüska, hatt-ı müstakim gibi Kur'ân-ı Kerim’i ve İslâm dinini hatırlatan bu mânevî hatta; tecdidi, içtihadı iktiza ettiği için ‘içtihat hattı’ da denirdi.
Bu nuranî hatta, zamanın şartları muvacehesinde tecellî eden içtihatlar ve onların ışığında yapılan icraatlar sayesinde hayat devam ederken insanlık da maddî, mânevî ve içtimaî yönden ilerlemişti.
“Asırlara göre şeriatlar değişir, belki bir asırda kavimlere göre ayrı ayrı şeriatlar, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hatemü’l - Enbiyâdan sonra, Şeriat-ı Kübrâsı her asırda her kavme kâfi geldiğinden, muhtelif şeriatlara ihtiyaç kalmamıştır. Fakat teferruatta bir derece ayrı ayrı mezheplere ihtiyaç kalmıştır.”
Bu sözlerde ifadesini bulduğu gibi insanlığın iptidai devirlerinde, bazen muayyen zamanlarda ve farklı yerlerde, bazen de aynı asırda, bir kıta üzerinde yaşayan milletlere, kabilelere gelen peygamberler, onların hayat seviyelerine uygun olarak gönderilen İlâhî emirleri tebliğ etmişlerdi.
Gerçi hitap ettikleri insanların çoğu onlara inanmamıştı. Hatta bazıları bulundukları yerlerden gitmeleri için onları çeşitli hakaretlere ve eziyetlere maruz bırakmışlardı.
Bir yandan Peygamberlere zulmederken, diğer yandan onlara inanan insanları imanlarından vazgeçiremeye çalışmışlar; muvaffak olamayınca küçümseyip horlayarak yıldırma gayreti içine girmişlerdi.
Neticede kimi imanından aldığı güçle onlara mukavemet ederek imanını korumayı başarmış, kimi kendini gizlemeye çalışmış, kimi de ikisini birlikte yaşamaya kalkmıştı.
Yaşayışını inandığı değerlere uydurmak yerine, inancını yaşayışına göre değiştirme cihetine gidenlerse, hem kendilerini kandırmışlar, hem de dinlerinin tahrifine sebep olmuşlardı.
Bütün bunlara rağmen peygamberler yine de vazifelerini yapmışlar ve yalnız İlâhî emirleri tebliğ etmekle kalmamışlar; ilimde, teknikte, sanatta, edebiyatta ve sair sahalarda da maharetlerini sergileyip insanlara örnek olarak medeniyetlerin gelişmesini sağlamışlardı.
Böylece maddî ve mânevî yönden tekemmül eden beşeriyet ‘Bir tek muallimi dinleyecek, bir tek şeriatla amel edecek’ seviyeye geldiğinden, Son Peygambere (asm) muhatap ve Kur’ân-ı Kerim’le müşerref olmuştu.
Kıyamete kadar insanlığın bütün ihtiyaçlarına cevap verecek bir kitab-ı semavî ve hitab-ı ezelî olan Kur’ân’ın en mükemmel tefsiri, Peygamber-i Zîşanın sünnet-i seniyesinde ve hadis-i şeriflerinde tecelli etmiş ve insanlık, tarihinin yegâne Saadet Asrı’nı yaşamıştı.
Dinin, inanılması mecburî olan meseleleri ve şartları âyetlerle, hadislerle tayin edilen ibadet hükümleri üzerinde içtihat yapmak mümkün değildi. Fakat nazariyât tabir edilen ve hakkında açıkça âyet ve hadis hükümleri bulunmayan meseleler zamana, şartlara göre değiştiğinden onlar hakkında kolaylaştırıcı tasarruflar yapılabilirdi.
Onun için Selef-i Salihinin büyük müçtehidleri, ‘asr-ı nur ve asr-ı hakikat olan asr-ı sahabeye’ yakın olan zamanlarda, insanların içinde bulundukları hayat şartlarına göre yeniden yorumlanması gereken nazarî meseleler üzerinde halis içtihatlar yapmışlardı.
“Güya her bir şey ona bir muallim hükmüne geçip, onun fıtrat ve istidadına, içtihada bir istidat ihzarını telkin ediyordu. Hatta o derece şu fıtrî ders tenvir ediyordu ki, yakîn idi ki, kesbsiz içtihada kabiliyeti ola, ateşsiz nurlana.
İşte şu tarzda fıtrî bir ders alan bir müstaid, içtihada çalışmaya başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen istidadı, ‘Nûrun alâ nur’ sırrına mazhar olur, çabuk ve az zamanda müçtehid olurdu.”
Bediüzzaman Said Nursî’nin bu şekilde de ifade ettiği gibi müteakip asırlarda şartlar değişip medeniyet geliştikçe, ilmi ve istidadı içtihada müsait olan âlimler fırtî olarak samimi bir içtihat yapmaya hazırlanırdı.
Böyle tekâmül merhalelerinden geçen müceddidler ve müçtehidler de Kur’ân’ın, kendi zamanlarına bakan âyetlerini, insanların anlayabileceği bir dille tefsir edip dinin emirlerini kolayca yaşayacakları içtihatlar yaparak mânevî hayatın, hatt-ı müstakim üzerinde işlemesini sağlamışlardı.
Müçtehidlerin yüz yılda bir geleceği mezkûr hadis-i şerifte bildirilmesine rağmen isimleri veya taşıyacakları özellikler tasrih edilmediği için o vasıfları taşıyanların hiç biri öyle iddialarla ortaya çıkmamıştı.
Onlar da diğer insanlar gibi belli bir yerde doğup büyümüşler, zamanın zaruretlerine katlanıp zorluklarını aşarak kendilerini yetiştirmişler ve verdikleri eserler, yaptıkları faaliyetlerle âlim sıfatı kazanmışlardı.
Bu sıfatı taşıyanlar, ferdin ve cemiyetin hayatına musallat olan dertlere çare aramakla mükellef olduklarını, çareyi de ancak Kur’ân-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde bulacaklarını bilirlerdi.
Zamanı saran karanlığı Kur’ân nuru ile aydınlatıp cemiyetin içine düştüğü karışıklıkları hadislere riayet ve sünnetlere ittiba ederek düzeltme cihetine gitmişler ve eserlerini, aradan geçen zaman içinde zuhur eden maddî, mânevî ihtiyaçlara cevap verecek şekilde yazmışlardı.
İhtiyaç hasıl olduğu zaman, kendilerinden önceki müceddidlerin icraatlarını ve müçtehidlerin içtihatlarını mukayese ederek yeni hükümler çıkarırken sadece onlara münhasır kalmamışlar, öyle sıfatlar taşımasalar da fikirlerine itibar edilen âlimlerin eserlerinden de istifade etmişlerdi.
Zaman değişip şartlar zorlaştıkça kendilerine empoze edilen kaynaklar farklılaşsa da onlar asla Kur’ân, sünnet ve icma-i ümmet hattından ayrılmamışlardı.
Uzun araştırmaların, incelemelerin yanı sıra kendilerine ihsan edilen vehbî ilim hasletinin de tesiriyle, onlardan çıkardıkları hakikatleri yüz yılda bir de olsa ya söz ve hareketle, ya da çeşitli eserlerle ortaya koymuşlardı.
Bunu yaparken zamanın muteber teamüllerini de nazara almışlar ve içtihatlarını bazıları uzun manzumelerle terennüm ederken bazıları mensur eserler yazmayı tercih etmişlerdi.
Bazıları bununla da iktifa etmemişler, eserlerini yetiştirdikleri talebelere veya eğittikleri müridlere mâlederek içtihatlarını, yalnız zamanına münhasır kalmayan, geleceğe de tesir eden içtimaî bir tenvir ve irşat hareketi hâline getirmişlerdi.
Zaman içinde bu eserleri okuyup hareketleri takip eden İslâm âlimleri,icraatlarındaki samimiyetin ve teşhislerindeki isabetin yanı sıra Ehl-i Sünnet hattına riayette gösterdikleri hassasiyeti de nazara alarak onları müceddid ve müçtehid sıfatlarıyla tavsif etmişlerdi.
O mânevî makamlara mazhar olanlar Allah indinde de, kul nezdinde de makbul addedildiğinden; zamanla liyakati olmadığı hâlde öyle sıfatlar taşımaya heveslenenler artmış, kendi mürşidini başkalarından üstün görüp mücedditlik izafe eden müridler çoğalmıştı.
Beşerî zaafların tezahürü olan böyle temayüller fazlalaştıkça, âvâmla havas arasındaki güven sarsılmış, âlimle cahilin birbirine beslediği hüsn-ü zan kaybolmuş ve fert de, cemiyet de yeni içtihatlara muhtaç hâle gelmişti.
Ancak, Nisâ Sûresinin, ‘içtihat âyeti’ olarak da adlandırılan 83. âyetinde, meâlen “Bir de onlara, emniyet veya korku verici, iyi veya kötü bir haber ulaştığı zaman, hemen onu yayıverirler. Halbuki bu haberi yayacak yerde Peygambere ve mü’minlerden ihtisas ve salâhiyet sahibi kimselere müracaat etselerdi, elbette o kimselerden hüküm çıkarmaya ehliyetli olanlar işin doğrusunu bilirlerdi. Eğer üzerinizde Allah’ın lütuf ve merhameti olmasaydı, pek azınız müstesna, muhakkak şeytana uyup gitmiştiniz” şeklinde de ifade edildiği gibi bu işi ehil olan âlimlerin yapması gerekirdi.
Çünkü ehil olmayan kişiler, muaccel heveslerle veya çevrelerinden gelen sathi teşviklerle içtihat yapmaya kalktıkları takdirde hem kendileri maddî, mânevî felaketlere duçar olurlar, hem de fikirlerine ittiba edenleri mahiyeti meçhul girdaplara sürüklerlerdi.
Böyle bir felaketin, yalnız o kişilere münhasır kalmayacağını, insanların arasına fitne sokup mü’minleri tefrikaya düşürerek cemiyetin huzurunu bozacağını düşünen bazı İslâm âlimleri, içtihat yapacak kişilerin taşımaları gereken vasıfları ortaya koyma ihtiyacı hissetmişlerdi.
Buna göre isabetli bir içtihat, ancak Kur’ân ve sünnet istikametinde yapılabileceğinden, böyle bir yola teşebbüs eden insanların Kur’ân’ı Kerim’in tamamını veya ekseriyetini hıfzetmeleri ve yanlarında behemehal Buharî, Müslim gibi bir hadis külliyatı bulundurmaları elzemdi.
Âyetlerden ve hadislerden hüküm çıkarmak, Arapça’yı çok iyi bilmekle, yapılan yorumları muhataplarına tesirli bir dille anlatmak da hitap edilen insanların ana dillerini kullanmakla mümkün olacağından, dinî hükümleri bilmek kadar, onları öğrenip anlatacağı lisanları doğru kullanması da bir müçtehidde aranan özelliklerdendi.
Bunun yanı sıra yaptıkları içtihadın, herkesi ikna etmesi ve muhatapları üzerinde müessir olması için kelâm, fıkıh gibi din ilimlerinin ve ilmihal bilgilerinin bütün inceliklerine vakıf olmaları zaruri idi.
Ayrıca içtihadlarının tesir sahasını, bütün mü’minleri ihata edecek şekilde genişletmeleri için anlatım kurallarını, mantık kaidelerini gerektiğinde birbirleri ile mukayese ederek kullanabilmeleri icabederdi.
Bunlarla birlikte, herhangi bir mezhep üzerinde içtihat yapmak isteyenlerin, o mezhebin hususiyetlerini ve müessisi olan imamın tarzını, usulünü bilip ona göre hareket etmeleri gerekirdi.
Bu ve benzeri hususlar müçtehitliğin temel esasları olmadığı ve sadece tavsiye mahiyeti taşıdığı için böyle vasıfları haiz olan her âlimin illa içtihad yapması gerekmediği gibi o şartların bazılarını taşımayan âlimlerin içtihad yapmaları için de bir mani yoktu.
Bu itibarla, kimin müceddid ve müçtehid olduğuna, kişilerin iddialarına itibar edilerek veya mezkur şartları taşıyıp taşımadığına bakılarak değil, diğer âlimlerin mülahazalarına, eserlerinin tesirine ve efkâr-ı âmmede teşekkül eden kanaatlere göre karar verilirdi.
Onun için mücedditliği ve müçtehidliği hiçbir şüphe götürmeyecek kadar âşikâr olan âlimler de vardı, bazı insanlarca öyle sıfatlar izafe edilmesine rağmen üzerinde ittifak edilmeye âlimler de.
Mesela İmam-ı Âzam, İmam-ı Şâfi gibi Ehl-i Sünnet akideleri içinde içtihad yapan mezhep imamları ve onların koyduğu hükümleri zamanın şartlarına göre yenileyen talebeleri, üzerinde ittifak edilen müçtehidlerdi.
Birbirinden farklı zamanlarda yaşayan bazı âlimler, eserlerine ve icraatlarına bakarak yalnız yaşadığı yüz yılın değil, onu takip eden bin yılın da yenileyicisi olarak gördükleri İmam-ı Rabbani’ye ‘Müceddid-i Elf-i Sâni’ sıfatını vermişlerdi.
Öyle bir sıfatla tavsif edilmese de, onun gibi yazdığı eserler ve yaptığı icraatlar sayesinde yalnız yaşadığı asrı değil, gelecek zamanları da tenvir ettiğinden o nazarla bakılan müceddidler ve müçtehidler de vardı.
Tıpkı Mevlânâ ve Bediüzzaman gibi.
24.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|