Günlerdir pencerenin kenarında bekledi durdu. Onlara bakıyordu, saatlerce gözlerini hiç ayırmadan. Onlar evlâtlarıydı, canıydı, her şeyiydi. Miniciklerdi, senelerce uğraşmış, emek vermiş, saatlerini harcamış ve bu hâle getirmişti. İlk hâllerini düşündü. Küçücüklerdi, avucunun içinde kayboluyorlardı, sevilecek hâlde değillerdi, öylece duruyorlardı, yuvalarına gitmek için bekleşiyorlardı. Ama şimdi kocaman olmuşlar, ele avuca gelmişlerdi. Çocuk gibi salınışları, nazlı nazlı duruşları vardı.
Onlar onun evlâtlarıydı. Bunca gün onlarla yaşamış, mutlu olmuştu. Gecesini gündüzünü vermişti onların bakımına. Sabah ezan sesiyle uyanır, namazını kılar, havanın aydınlanmasını beklerdi. Daha önce çıkıp onlarla buluşmak isterdi; ama hanım izin vermezdi. “Ayaz var Eyüp Efendi, ayaz. Hastalanırsın, sonra hiç bakamazsın çocuklarına” dediğinde susar, öylece kapıdan dışarı bakakalırdı. Yavaş yavaş gün açılır, bütün şehir aydınlanır, güneş biraz kendini gösterince, hemen bahçeye inerdi. Buluşma vakti gelmişti goncalarıyla.
Elleriyle ayıklamıştı şu çingene kızın otlarını. “Boncuk Ayşe” koymuştu kırmızı gülün adını. Bu kasımpatılar da ayrı bir güzellikteydi. Senelerdir uğraşmanın karşılığını vermişlerdi, bu yıl hepsi çiçek açmıştı. Rengârenk bu çiçekler onun evlâtları, bu bahçe de eviydi. Saatlerce uğraşır uğraşır; ama bıkmazdı.
Hanım çaya çağırdığında üzülür, giderken gözü arkada kalırdı. Öğlen sıcağı olunca da pencerenin kenarına oturur, onları izlerdi. Bu güneşin onlara zarar vermediğini bilmek, onu çok mutlu ederdi. Kendisi içeri girmek zorunda olduğu hâlde, bu narin yapraklı minicik bitkiler bu sıcağa direniyorlardı. Bu, “Rabbimin mucizesi” der, duygulanırdı.
Ama bugünlerde bir şeyler oluyordu çocuklarına. Daha tohumcukken eğiyorlardı başlarını. Yağmurlar yağmıyor ve bu küçük çiçeklerin en önemli besin kaynağı imdada yetişmiyordu. Evden kova kova su getirip çevrelerine veriyordu Eyüp Efendi; ancak bu sular yetmiyordu. Çiçekler doymuyor, kana kana su içemiyorlardı. Hortumla sulayamıyordu. Şehirde su sıkıntısı vardı ve—kuyu suyu haricinde—yasaklanmıştı bahçe sulamaları. Yağmur yağar diye, gül fidelerinin diplerine çukurlar yapmıştı. Yağmur yağarsa buralara dolup iyice su içsinler diye çimenle fidanlar arasına da dere şeklinde bir oyuk açmıştı, ama nafile… Bir türlü yağmur gelmiyordu.
Sabahın ilk saatiyle yine balkona çıktı, onları izledi. Gözlerinden birkaç damla yaş aktı, çiçekleri boynunu bükmüştü. Çingenesi suskun, Boncuk Ayşe’si bir tuhaftı bugün. Hepsi sanki “kurtar bizi” diye ona bakıyordu. Sandalyesine oturdu, öylece bakakaldı. Hanımı gelip içeri dâvet etti, girmedi. Hanımı dayanamayıp yanına oturdu. “Gel hortum takalım, sula çocuklarını, doyur” dedi. Güldü Eyüp Efendi: “Sulayayım sulayayım da bu kadar insanın hakkını nasıl ödeyeyim? Duymadın mı, su sıkıntısı var diye ‘Dikkatli harcayın’ diyor belediye. Ben nasıl kul hakkına girip suyu kullanırım.” Sustu ikisi de. Doğru söze ne denirdi ki?
Akşama kadar namaz ve yemek vakitleri hariç, içeriye girmedi Eyüp Efendi. Eski günlerini yâd etti, bazen gözleri doldu. Bahçıvan emeklisiydi ne de olsa; yılları geçmişti toprakla. Çiçeklerin dilini en iyi o anlar, onları en iyi o tanırdı. Şimdi bu susuzlukla kıvrandıklarını biliyordu; ama elden bir şey gelmiyordu. Hanımı ellerini açıp “Ya Rabbi, bunlar da canlı, ne olur yağmur gönder ki bu adam da sevinsin, şu otlar da” diye duâ ediyordu. Eyüp Efendinin de dudakları hiç durmuyor, belli ki o da duâ ediyordu. Karşı siteye ait bir kuyu vardı; ama o sitenin yöneticisi su vermiyordu. Kuyunun yapımında bu sitedeki bazı kişiler huysuzluk çıkardı diye, bu suçsuz adamı ve bu canlıları cezalandırıyorlardı. Eyüp Efendi defalarca bu yaşına rağmen kapılarına gitmiş, kendisi için istemediğini, onların da canlı olduğunu ve gözlerinin önünde solup gitmelerine gönlü el vermediğini anlatmış; ama onları ikna edememişti. Mahalledeki birkaç kişi bu durumun farkındaydı. Onlar da üzülüyor, ara ara balkona çıkıp Eyüp Efendiyi yokluyorlardı. Ama nafile; yağmur yağmıyor, çiçekler soluyordu.
Gece iyice kararmış, artık hava soğumuştu. Hanımı balkona çıkıp yalvarmış ve zorla içeriye girdirmiş, yatağına uzatıp uyumasını beklemişti. Ama hanımı uyumamıştı, saatlerce yatağında oturup duâ etmişti: “Rabb’im yağmur.” Bir ara uyur gibi olmuştu ki, pencerenin çalındığını hissetti, gözlerini açtı, ses kesildi. Tekrar uyumak için gözlerini yumunca, birkaç defa daha pencere tıklandı durdu. Bir müddet sonra pencere şakır şakır dövülmeye başladı. Hanımı inanmamıştı; yağmur, geldiğini haber vermek için birkaç kez pencereye vurmuş, şimdi ise şakır şakır yağıyordu. “Eyüp Efendi, kalk yağmur yağıyor kalk!” Eyüp Efendi gözlerini araladı: “Yağmur yağdı ha! Bu Rabbimin fazlındandır” deyip gülümsedi ve şükrederek uyudu. Sabah erken kalkmış, yine bahçesine inmişti. Suya doymuş çocuklarıyla ilgileniyordu.
Birkaç saat sonra Mehmet Efendi ismindeki karşı seranın sahibi gelip duvarın kenarında Eyüp Efendiye bir şeyler söyleyip gitti. O gittikten sonra, Eyüp Efendinin yüzüne farklı bir sevinç geldiğini gördü hanımı. Hemen pencereyi açıp “Ne oldu Eyüp Efendi?” dediğinde, Eyüp Efendi, “Rabb’im bu günahsızlara herkesi seferber etti hanım… Mehmet Efendinin bizim bahçeye yakın olan serasının arkasında kullanmadığı bir kuyusu varmış. Onun suyunu hortum alıp kullanabileceğimizi söyledi. Ona sevindim.”
O gün iki kişinin ağzı hiç durmadı. Biri beyini sevindirdiği için Rabb’ine şükreden hanımdı. Diğeri çocukları gibi sevdiği çiçeklerini sevindirdiği için şükreden Eyüp Efendiydi.
13.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|