Dünyevî makamlara çıkıp da, uhrevî görevleri ihmal etmemek oldukça zor görünmektedir. Bu sebeple bu dünyanın faniliğini düşünerek yaşayan ve ebedî hayat ve saadeti kazanmanın insan için önemini kavrayan insanlar kolay kolay dünyevî makam ve mevkilere talip olmazlar. Bu sebepten dolayı Allah’ın rızasının dışına çıkma tehlikesinden korkan büyük zatlar hiçbir zaman dünyanın makam ve mevkilerini arzu etmemişlerdir.
Günümüzde insanların dünyaca değerli bazı mevkilere çıkmak için büyük çaba sarf etmesi, asrımızın dünyevîleşme hastalığının bir sonucu olmalıdır. Bilhassa siyaset cânibinde bu anlamda bizleri yanıltan çok gelişmelere şahit olabilmekteyiz. Meselâ önceleri dinin bütün gereklerini yerine getirmeyi kendine hayat prensibi edinen bir kısım kişilerin, siyasete girdikten sonra bazı durumlarda inancından taviz vermesi ve hatta devlet geleneği gereğince iki yüzlülük yapmak zorunda kalması, bizi düşündürmesi gereken vakıalardır.
Bu çerçevede çoğu zaman acımamız gereken insanların hallerine gıpta etmekle yanlış yaptığımızı düşünüyorum. Zira bir insan eğer manevî hayatını feda etmek zorunda kalacağı bir mevkie çıkıyorsa, o gıpta değil acınacak bir durumdadır. Ama günümüz şartlarında, bazı makamların da zararlı olabilecek insanlara bırakılmaması gerçeği de dile getirilebilir.
Bu duruma göre niyet, insanların bir yerlere çıkmaya talip olmalarında çok önem kazanmaktadır. Eğer gerçekten millete hizmet düşüncesi ön planda ise, eğer gerçekten olması muhtemel zararların önüne geçmek hedefleniyorsa, “fedakârlık” olarak ifade edebileceğimiz bir vaziyet karşımıza çıkar ki, bu durumdaki şahıslara duâ etmek gerekmektedir.
İnsanların gerçek niyetlerini okuyabilmek bizim için mümkün olmadığı için, hizmete talip olduğunu söyleyen insanların en ehvenine yardımcı olmak elbette insanî bir görevdir. Eğer bir makam insan istiyorsa ve eğer birileri mutlaka oraya çıkacaksa, bu durumda bizler de hayırlara vesile olacağına inandığımız tercihlerde bulunuruz. Bu durumda belki isabet eder, belki de etmeyiz. Eğer meşveret sünnetine riayet ederek hareket etmişsek isabet etmezsek bile yaptığımız tercihden dolayı sorumlu olmayız şüphesiz.
Uhud Muharebesinin Müslümanlar için zararla sonuçlanmasına sebep olan sahabilerin, bu durumdan dolayı Rabbimiz ve Peygamberimiz (asm) tarafından sorumlu görülmemesi bu iddiamızı ispat etmektedir. Bu hadiseden, önemli olanın meşveretlerin gereğini yerine getirmek olduğu sonucunu çıkarabilmekteyiz. Bazen alınan meşveret kararının isabetli olmaması, meşverete katılan insanları mesul duruma düşürmez. Ancak meşveretlerin büyük çoğunlukla hayırlara vesile olduğunu da unutmamamız gerekir.
Şüphesiz günümüz siyaseti için meşveret sünnetine uyarak hareket etmek de bizim için en selâmetli yoldur. Çünkü birer fert olarak gerçekten doğru olanı tek başımıza yapmamız oldukça zordur. Olaylar çok girifttir. Kimin ne derece doğru söylediğini, kimin halis niyetle hareket ettiğini bilmemiz kolay olmamaktadır. Bu durumda bazı oluşumlar için “kesin hayırlıdır” sonucuna varıp, cansiperane onları savunmak, yanlış hareketlerini tevil etmek ve bunun için de çevredeki insanların kalplerini kıracak hareketlerde bulunmak oldukça tehlikeli görülmektedir.
Bilmiyorum meramımı ifade edebildim mi? Demem o ki, siyasetteki ölçüye çok dikkat etmemiz gerekir. Bu alanda ölçüyü kaçırdığımız ve aşırıya gittiğimiz takdirde bazılarının günahına ortak olabilme tehlikesiyle karşı karşıya kalabiliriz. Bizlerin problemini çözecek olan, makam mansıp sahibi olan insanlar değildir. Bunlar ancak birer hizmetkâr olabilirler. Bizler problemlerimizin çözümünü ancak Allah’tan talep edebiliriz. Başka türlüsü yanlış ve tehlikeli yoldur.
12.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|