Mavi Nur...
Sadece Barla’ya has tabiî bir haldi bu. Göğe de, göle de dik bakardı Barla dağları, insan buradan aşağıya eğildiği zaman Barla Denizini, yukarıya döndüğü zaman da gökyüzünü görür ve kendisini bu mavi nur ummanında nuranîleşmiş bir semâvât sakini gibi hissederdi.
Barla’da dağ, deniz ve semâ iç içeydi. Geniş gönüllü, aydınlık yüzlü Barla Denizinin her noktasından her zaman bu cazip manzarayı seyretmek mümkündü. Bilhassa gökyüzünde bulutların seyrana başladığı, ağaçların sallandığı, denizin dalgalandığı ve hayatın bütünü ile hareketlendiği zamanlarda insan bir yerde duramaz, ya dağa doğru gider, ya da denize koşardı.
Böyle zamanlarda mavi bir gözü andıran Barla Denizi; siyahı, beyazı ve farklı tondaki değişik renkleri bünyesinde barındırmasına rağmen, yine de bütünü ile mavi görünürdü. Arzın merkezinden Arş’ın zirvesine kadar uzanan bu mavi ummanda bulutlar, insan zihninden geçen hayaller gibi, suya düşen akisleri ve dağa vuran gölgeleri ile birlikte her an renk ve şekil değiştirerek giderlerdi.
Bilhassa ruhlar âşinaydı bu nura ve huzura. Mâvera âlemlerinin mavi nuruna âşina olan bu ruhları dünyada, sadece göğe yükselmekle kalmayıp bütün heybeti ile denize de dalabilen Barla Dağları teskin edebilir, insan bu ebed hasretini ancak orada biraz olsun dindirebilirdi.
Ama, aynı zamanda insanî bir haslet olan bu hasreti dünyada hissedebilen fazla insan kalmadığı için, Barla’da insan azdı. Olanlar da bu ulvî hazlardan habersiz yaşıyorlardı. Zaten Barla’da önce tabiat fark edilir, Barla kendisini bu tabiî güzellikleriyle sevdirirdi.
Bediüzzaman, biraz da bu yüzden sürgün olarak getirildiği Barla’da tabiî ve fıtrî bir sıla sıcaklığı buldu. Barla’yı önce tabiî haliyle tanıyıp sıla samimiyetiyle sevdi ve bu beldeyi ikinci vatanı olarak kabul etti.
Barla’ya geldikten sonra ilk olarak Nahiye Müdürü Bahri Beyle görüşen Bediüzzaman, muhacir Hafız Ahmet’in misafirhanesine yerleşti. Yaşadığı mekânı kendi hususî ahvâline alıştırmak istercesine bu odadan pek dışarıya çıkmadı. Dışardan da pek kimse gelmeyince Barla hayatı tam bir tecritle başladı.
Aslında Barlalılar cana yakın ve misafirperver insanlardı. Burası küçük bir nahiye olmasına rağmen ondan fazla misafirhane vardı. Köye bir misafir geldiği zaman, misafirhane sahibi onu götürüp yerleştirir, ihtiyaçlarını karşılar, halk da gruplar halinde ziyaretine giderek onunla sohbet eder, ona yalnızlık ve yabancılık çektirmezdi.
Bilhassa bu misafir bir hoca veya âlimse ahalinin alâkası daha da artardı. Hem her misafirhane sahibi misafirin kendi misafirhanesinde kalmasını ister, hem de halk ziyaretini sıklaştırarak onun ilminden, irfanından istifade etmeye çalışırdı.
Şimdi de halk, böyle bir ziyaretçi akınına her zamankinden daha fazla hazırdı. Ama Bediüzzaman’ı oraya yerleştirdikten sonra Barla’nın yetişkin insanlarını bir yerde toplayan Bahri Bey ve karakol kumandanı, onun bir sürgün olduğunu, yanına gitmenin de, yardım etmenin de yasaklandığını söyleyerek halkın gözünü korkutmuşlardı.
“Ben onu tâ İstanbul’dan tanırım” diye söze başlamıştı Hamzaoğlu Mehmet Efendi.
Mehmet Efendi uzun yıllar Selanik ve İstanbul taraflarında yaşadıktan ve çeşitli hareketlere katıldıktan sonra, ortalık karışınca Barla’ya dönmüş ve burada yaşamaya başlamıştı. Barla’dan fakir bir aile çocuğu olarak gitmesine rağmen, İstanbul’dan oldukça zengin dönmüştü.
O gizlemeye çalışmasına rağmen, herkes onun İttihadçılardan olduğunu bilirdi. Barla’ya geldikten sonra Ankara hükümeti ile de temas kurmaya çalışan bu sebeple askerlere ve hükümet adamlarına yakın davranan Mehmet Efendi, Barlalılarca pek sevilmez, ama zenginliği ve hükümet adamlarına yakınlığı sebebiyle hürmet edilirdi.
Mehmet Efendi bu hürmeti sevgi tezahürü sayar ve her vesile ile dile getirirdi. Hükümete yaranacak bir fırsat doğduğu zaman da kaçırmak istemez, söz verilmese de o bir yolunu bulup konuşurdu. Şimdi de herkesin kendisine baktığını görünce oturduğu yere biraz daha kurularak devam etmişti.
“Gençlik yıllarında İstanbul’da ve Selanik’te çok hareketliydi o. O zaman padişahla da iyi geçinmemişti. Otuz Bir Mart hadiselerine katılmış, bazen Ahrarları, bazen de İttihadçıları desteklemişti. Şimdi de Doğu isyanına karıştığı söyleniyor. Ona yardım etmeyin, elinizden gelirse işini zorlaştırın.”
O gün Bahri Bey de, kumandan da bu konuşmayı çok beğenmişler ve Mehmet Efendiye teşekkür etmişlerdi. Oraya çağırılanlar ise bu konuşmaları sadece dinlemişler ve dağılmışlardı.
O konuşmalardan sonra Barlalılar dışı buz tutmuş su gibi birbirine zıt iki hareketin gergin hissiyatı içinde kalmışlardı. Ya dışın soğukluğu içteki suyu da dondurup tamamen katılaştıracak, ya da için sıcaklığı dıştaki buzu eritecek ve bedenler de gönüller gibi Bediüzzaman’a doğru akacaktı.
Barla’da bu zıtlığı yaşamayan bir tek insan vardı: Muhacir Hafız Ahmet. Misafirhane sahibi olması sebebiyle her zaman onun yanına gitme imkânına sahipti. Onun için sık sık yanına giderek onu daha yakından tanımaya kararlıydı.
Gerçi o böyle bir imkâna sahip olmasa da Bediüzzaman’ı ziyaret ederdi. Çünkü o da düşman zoru ile vatanından hicret etmek mecburiyetinde kaldığı için vatandan uzak olmanın acısını çok iyi biliyordu. Bu yüzden, o durumda olan insanları hangi şartlarda olursa olsun yalnız bırakmazdı.
Nitekim herkese söyleyeceklerini söyledikten sonra Muhacir Ahmet Efendiye dönen Bahri Bey, onun yüz hatlarından, aklından geçenleri anlamış olmalı ki, ona dönüp hususî olarak ikaz etme ihtiyacı duymuş;
“Ahmet Ağa, hükümetin emridir bu. Sen de sürgüne yakınlık gösterme” demişti.
Orada umumî ikazlara da, hususî tenkide de sesini çıkarmayan Ahmet Efendi, eve gelince bahçede toprağı ekime hazırlayan hanımının elindeki kazmayı aldı. Onun şaşkın bakışları arasında,
“Sen eve git” dedi. “İhtiyat için ayırdığımız erzaklardan mükemmel bir sofra hazırla.”
“Neden efendi?”
“Dediğimi yap, gerisine karışma.”
Ahmet Efendi o gün akşam karanlığına kadar hem çalıştı, hem düşündü. Akşam namazından biraz sonra, sadece misafir için hazırlanan siniyi, kasnağı, sofra bezini aldı ve misafirhanenin önüne gelip kapıyı çaldı.
“Kim o?”
“Benim, efendi hazretleri. Muhacir Hafız.”
“Gel Ahmet Efendi. Kapı açık.”
Bediüzzaman’ın namazı yeni bitirdiğini ve tesbihat yapmakta olduğunu ancak o zaman anlayan Ahmet Efendi, elindekileri hemen kapının kenarına koydu ve diz çöküp sessizleşerek odadaki ibadet sürurunu bozmadı. Kendisine çok kısa gelen uzunca bir bekleyişten sonra Bediüzzaman tesbihatı bitirince o da sofrayı hazırladı.
Yemeklerin kokusu, sofra hazırlanmadan çok daha önce evi ve odayı sarmıştı. Tok insanların bile iştahlarını kabartacak kadar güzel hazırlanan yemeklere Bediüzzaman şöyle bir baktı ve gülümsedi. Barla gibi bir yerde bu mevsimde bulunmayacak pek çok şey vardı sofrada.
“Niye zahmet ettiniz kardeşim?”
“Teşrifiniz zahmete değil, rahmete vesiledir efendim.”
Hafız Ahmet Efendinin dâveti üzerine sofraya oturan Bediüzzaman, önce çorbadan birkaç kaşık aldı. Sonra kopardığı bir parça ekmeğin ucunu yemeklere hafifçe batırarak hepsini tattı, daha sonra da bir kaşık bal yiyerek “Elhamdülillah” deyip kenara çekildi.
“Allah ziyade etsin kardeşim.”
“Hiçbir şey yemediniz ki efendim.”
“Benim için tatmakla doymak arasında fazla bir fark yoktur.”
Bunun bir velâyet ve riyazet hali olabileceğini düşünen Hafız Ahmet Efendi fazla ısrar etmedi. Sofrayı toparlayıp götürdü ve hanımının hazırladığı çayı getirdi. Karşılıklı çay içerek bir süre sohbet ettiler. Bediüzzaman’ın yorgun olabileceğini düşünen Ahmet Efendi, onun rahatça istirahat edebilmesi için hemen kalktı.
“Allah rahatlık versin efendim.”
“Size de kardeşim.”
Hafız Ahmet Efendinin bu hassasiyeti sadece dilekten ibaret kalmadı. Onun rahat edebilmesi için hayvanları, misafirhaneye en uzak ahıra bağladı. Gece rüzgârın tesiriyle düşüp gürültü çıkarabilecek eşyaları ya sağlamlaştırdı, ya yere koydu. Kendisi de yatsı namazım kıldıktan sonra erkenden istirahata çekildi.
Bütün bu hazırlıklar Bediüzzaman’ın rahat uyuması içindi, ama o yatsı namazından sonra bir saat kadar istirahat edip kalktı ve sabaha kadar bir daha uyumadı. Her zaman yaptığı gibi geceyi hususî evrad ve ezkârı ile geçirdi. Sabaha doğru da “Sekine” duâsını okumaya başladı:
“Yâ Ferdün, Hayyün, Kayyumün, Hakemün, Adlün, Kuddûs”
Barla’da belki de ilk defa yapılıyordu bu duâ. Said Nursî’nin sakin bir şekilde başladığı, tekrarladıkça da heyecanının ve cezbe halinin arttığı bu duâyı, yalnız canlılar değil, cansız cisimler de can kulağıyla dinliyordu.
“O Ferd’dir, Hayy’dir, Kayyûm’dur, Hakem’dir, Adl’dir, Kuddüs’tür. Allah her zorluğun arkasından bir kolaylık yaratır. Bütün yüzler ezelî ve ebedî hayat sahibi olan ve her şeyin varlığı Onunla kaim bulunan Allah’ın huzurunda eğilmiştir...”
Bediüzzaman’ın on dokuz defa tekrarladığı bu duâda yaratılışının sırrını hisseden canlı-cansız bütün cisimler cezbeye gelip onun gibi varlıklarını Hâlıklarına hareketleriyle de hissettirmek isteyince, her cisim kendi cirmi içinde harekete geçti.
Havalanan humâ kuşunun kanat teleklerinin hareketi gibi birşeydi bu. Her varlık hareket ediyor, ama hiçbiri vazifesini unutup intizamını bozmuyordu. Onun için hem herşey hareket halinde, hem de yerli yerindeydi.
O sırada, yalnız insanlar bütün tabiatı ihata eden bu zikir halkasının dışındaydı. Kendi bedenleri bile fıtrî halleri ve hususî lisanları ile bu İlâhî koroya katılırken onların idrakleri derin bir uykuya dalmış olmalı ki, kimse bu farklı hali ve hareketi hissedemiyordu.
Gerçi gündüz hep mavi nurla yüz yüze yaşadığı için gecenin karanlığına pek tahammül edemeyen ve daha ilk akşamdan kendi içine kapanan Barla’da, herkes uyuyormuş gibi görünse de, aralarında uyumayanlar ve erken uyananlar da vardı.
O gece Bediüzzaman hiç uyumadı. Hafız Ahmet Efendi ise gecenin gündüze dönmeye yüz tuttuğu fecir öncesinde garip bir sarsıntı ile uyandı. Böyle bir hâli ilk defa yaşadığı için önce tereddütle etrafına bakındı, sonra da dikkatle gecenin sessizliğini dinledi.
Ancak uyku mahmurluğunu üzerinden attıktan sonra anlayabildi, sarsıntı zannettiği hareketin, Bediüzzaman’ın tabiatla bütünleşen zikrinden ileri gelen fıtrî bir cezbe hâli olduğunu.
(Said Nursî isimli romandan...)
10.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|