Risâle-i Nur, “hayat-ı içtimaiye” olarak tanımladığı sosyal hayatı, onun prensiplerini, yüzyılın projeksiyonu ile çerçeveler. 20-30 yıllık projeksiyonların oldukça ciddiye alındığı, hatırı sayılır, akademik ve oldukça uzağı gören açılımlar kabul edildiği günümüzde, yüzyılları kapsayan bir ufkun bakış derinliği ile Risâle-i Nur’un vukufiyetinin, şahsî değil manevî bir emanetin ve ihsan-ı İlâhinin eseri olduğu ortadadır.
Bediüzzaman, Risâle-i Nur’un müellifi/yazarı olmasına rağmen, eserlerin kendisine ait kesbî/çalışmaya dayalı bir emeğin mahsulü olmadığını, vehbî/Allah’ın bahşettiği bir ilim olduğunu açıkça belirtir.
Misal olarak, “Üzümün hasiyeti/özellikleri kuru çubuğunda aranmaz” benzetmesini yapar. Bu mütevazî ve mânây-ı harfi ile her şeyi Allah adına kabullenen ve şükreden şuurun, bu yüzyıla düşen bir farklılığı var.
Risâle-i Nur, öncelikle, bu yüzyılda ilim enaniyeti/benliği cihetiyle çok ileri giden günümüz insanlarını kıskandırmayacak ve tahrik etmeyecek bir sırrın ifşa şeklidir.
Beşerî aklın rasyonel, günü anlamaya, gelişen olayları çözmeye çalışan sınırlı bakışı ve nesnel dokunuşu ufku daralmaktadır. Devasa bir akl-ı selimle ilâhî dengenin hikmet pırıltıları ile günümüzün temel yaklaşımlarını çözme arzusu ve bunun seçilen referansları, herkesi ayrı bir duruş şekline sevk etmektedir. Bireyin aktüel bilgiyi kullanma, doğru algılama ve temel felsefesini belirleme parametrelerine göre değer yargıları değişmektedir.
Bu anlamda Risâle-i Nur’u referans alan, idrakine ve zihnin odağına yerleştiren bir anlayışa mukabil, hayatının içeriğine Risâle-i Nur’u almamış bir insanın bizi muahezesi; belki dikkate alınabilir, dinlenebilir ancak irşat ve metot farkımızın doğurduğu farklı çerçevelerimizi ortadan kaldırmadığı gibi, itham etme hakkını da vermez.
Özellikle bu sıcak seçim gündeminde, siyasî ve sosyal olaylara bakışımızı ve tercihlerimizi ortaya koyduğumuzda, elektronik posta ile hakaretamiz itham ve tepkiler veren düşünce fakirlerini anlamakta zorlanıyoruz.
Düşüncelerimiz, yazılarımız, bakışımız, algımız ve ifade biçimimiz, bir başkasına farklı gelebilir. Bu son derece normal. Zaten farklılığımız fıtridir ve ilâhidir. O yüzden insanız. Hepimizin düşünme melekesi, birbirimizi anlama ve yanlış konumlandırmalara tevessül etmeden saygı içerisinde iştirak etmek veya kabulsüzlük hakkıdır. Asla inkâr, itham ve husûmet değildir.
Fikrin samimiyetini tartışmak ya da bizi kendilerine benzetemedikleri için kabulde zorlanmak veya kabalığın insanî ve ahlâkî olmayan direkt-dolaylı yollarına sapmak ve incitmek, doğrusu mü’mince bir tavırdan çok uzaktır.
Bu hazımsızlık bile, ülkede “siyasi teröre” dönüşmüş tahakkümün ne denli hoşgörüsüz bir şartlanmaya girdiğini gösteriyor ki, bu durum bile iddiamızı ispatlayan başlı başına bir delildir.
Bediüzzaman’ın anlam yüklü ihlâsı, mensuplarının anlama ameliyesi, ortak hafızaların kurumsal dayanışması, süregelen istikrarın fikri seviyesi ve ilkeli duruşu, bazı siyasî çevrelere ağır gelebilir. Hemen anlaşılamayabilir. Bunları zamanın tefsirine bırakmaktan başka çaremiz yok.
Ancak dinî hayatı siyasîleştiren, bundan aktif siyaset üreten, birinci derecede faydalanan ve onların müsbet çalışmalarından nemalanan çevrelerin/dostların ve niyetleri samimî insanların kendi zaviyelerinden bakma tercihleri olduğu gibi, bizim de kendimize has ve misyonumuza göre ifade etme hakkımız olduğunu hatırlatmak isteriz.
Her defasında erkenden keşif uyarısı yapmak, daha kapsamlı yerden bakmak, anlaşılmamayı göze almak zor bir süreçtir. Üstelik siyasî ve sosyal mağduriyetleri bugüne kadar yaşayan, fakir ve dürüst çizgisini koruyan, kimseye temenna etmeyen, geçmişinin vak’arı ile geleceğinin inanmışlık dokusunu inşa eden bir kitleyseniz daha da sıkıntılı oluyor.
Bu inanmışlığın zevkidir aynı zamanda. Ferahlatıcı kalbî bir irade ve sevgi yüklü bir tercih hakkıdır. Düşüncenin kırılmayan olgusudur.
Bugüne kadar inandıklarımızla yolumuza devam etmeliyiz.
10.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|