Her seyahat bir merakla başlar.
Bir yerin, ya adı tahrik eder seyyahın merak hislerini, ya da coğrafî özellikleri, tabîi güzellikleri, tarihî zenginlikleri, kültür değerleri veya orada vuku bulan hadiseler.
Seyyah bu hususlar üzerinde gerekli araştırmaları, incelemeleri yaptıktan sonra gideceği yerin en merakaver tarafını tesbit eder, mevsim şartlarını hesaba katıp hazırlıklarını yapar, zamanı gelince de yola çıkar.
Başlangıçta gidilecek yerin uzaklığı, yakınlığı; yolculuk şartlarının zorluğu, kolaylığı teşvik edici veya şevk kırıcı olsa da, mahall-i maksuda varınca hepsi unutulur.
Hatta çoğu zaman seyahatin müşevvik unsuru olan merak hissi bile ikinci plânda kalır. Çünkü seyahat ihtimalinin doğduğu andan itibaren, gayri ihtiyarî hareketlenen hasseler, oraya varınca âdeta haz alma yarışına girerler.
Seyahatin seyrini de o hasselerin tatmin seviyesi tayin eder.
***
Seyahate çıkmadan önce biz de tek tek geçtik o merhalelerden.
Nereye gideceğimize karar vermek için haritayı önümüze açtığımızda, sıcakların aniden bastırmasının da tesiriyle ilk dikkatimizi çeken yerler deniz kenarları oldu.
Kıyılarındaki yerleşim merkezlerinde pek Nur Menzili olmadığından nazarlarımız yavaş yavaş iç bölgelere doğru kaysa da zihnimiz ‘deniz’ tabirinde takılıp kalmış olmalı ki bu sefer de gayri ihtiyarî şehirlerin isimlerinde o mânâyı arama temayülü içine girdik.
Memleketin üç tarafının denizlerle çevrili olması hasebiyle telâffuzu denizi, kıyıyı tedaî ettiren yer çoktu ama adında ‘deniz’ kelimesi geçen bir tek şehir vardı. Denizli...
Anadolu’nun en eski yerleşim merkezlerinden biri olan ve esatir-i evvelîn kavimlerinin Leadicela, Lazkiye adını verdikleri; Selçukluların, Osmanlıların Ladik, Donguzluk dedikleri şehrin bu adının nereden geldiğini ve denizle nasıl bir bağının olduğunu bilmiyorduk.
Aslında işin o tarafını pek de merak etmedik. Denizlerden biri ile iç içe olduğu veya kendine has bir iç denizi bulunduğu için o adın verilmiş olabileceğini düşünerek geçtik.
Deniz denen mavi cazibeye hissimizi kaptırmıştık bir kere. Yol boyu, konuştuğumuzda deniz mevzulu sohbetler ettik, sustuğumuz zaman da mavinin, yeşilin ve beyazın tonlarıyla renklenen hayaller kurduk.
Herkesin oraya varınca ilk yapmak istediği hareket, kendini mavi ummana bırakmak ve gökyüzü ile denizin kesişme hattında ufka doğru gönlünce kulaç atarak maviliklerle mezcolmaktı.
Onun için yolumuzun üzerinde Akhan, Çardakhan gibi ecdât yâdigârı eserler, Hierapolis harabeleri ve pek çok höyükler, ören yerleri olmasına rağmen biz bazılarını şöyle bir görüp geçtik. Lâkin Çökelez yamaçlarından Denizli’ye bakınca gözlerimize inanamadık. Çünkü etrafta hayalini kurduğumuz gibi ufku sonsuza açılan veya kendi içinde dalgalanan bir deniz yoktu.
Gerçi Denizli’nin, denizi olmasa da Pamukkale, Karahayıt, Yenice, Ortakçı, Karcı, Evkara gibi değme denizlere değişilmeyecek nice şifalı kaplıcaları, serin mesire yerleri vardı ama bizim deniz hayallerimiz suya düşmüştü bir kere.
Bunun üzerine Nur menzillerine yaptığımız seyahatlerde sadece hevesimizi teskin veya merakımızı tatmin etmek maksadıyla hareket etmememiz gerektiğini anladık ve ham hayalleri bırakarak Denizli’yi Nur Menzili hâline getiren hadiselerin içine daldık.
O zaman, 20 Eylül 1943 tarihinde Kastamonu’da başlayıp Çankırı’yı, Ankara’yı Isparta’yı da içine alarak otuz beş gün kadar devam ederek Denizli’de biten dalgalı bir hadiseler seylinin içinde bulduk kendimizi.
Bediüzzaman Said Nursî ve talebeleri takriben 25 Ekim 1943 tarihinde Isparta’dan yük vagonlarına doldurularak getirilip etraflarına bakmalarına bile fırsat verilmeden Denizli zindanlarına hapsedildikleri için biz de gezmeye oradan başlamak istedik.
Bu maksatla hapishâneye geldiğimizde önce soğuk namlular ve sivri süngüler kesti yolumuzu. İzin almak için resmî makamlara müracaat ettiğimizde de hapishâne duvarlarından daha katı tavırlarla karşılaştık.
Eğer o resmî tavırları aşıp keskin engelleri geçebilseydik, ilk olarak Üstad Hazretlerinin, kışın dondurucu soğuklarında ve yazın bunaltıcı sıcaklarında tek başına kaldığı basık tavanlı küçük koğuşa gidecektik.
Oraya girdiğimizde fiilen duymasak bile hissedeceğimiz ilk sesin, derinden gelen zikir fısıltılarına karışan iniltiler olacağından emindik. Çünkü orada kaldığı dokuz aylık zaman içinde beş sefer zehirlenen Bediüzzaman şiddetli acılar içinde kıvranmasına rağmen zikrini, virdini bir an bile bırakmamıştı.
Ortada görevlileri tahrik edecek hiçbir şey olmadığı hâlde, günlerce orada aç, susuz bırakılmış, müthiş zehirler verilirken bir parça ilâç verilmemişti. Ama o ekmekten, sudan, ilâçtan ziyade kalem kâğıt verilmemesine üzülmüştü.
Birkaç küçük kâğıt parçası bulduğu zaman bazı imanî bahisleri onlara yazıp kibrit kutularına koymuş ve gardiyanların görünmediği zamanlarda meydana atarak talebelerine ulaştırmaya çalışmıştı.
İki Cuma gününün semeresi olan ve Risâle-i Nur’un bir nev’î hülâsası sayılan Meyve Risâlesi orada o zor şartlarda yazıldığı için biraz dikkatlice baksak, kireç badanalı duvarlarda, sert uçlu sabit kaleminin silik izlerini bulacağımızı hissediyorduk.
Oradan ayrılmakta zorluk çeksek de ziyaret zamanımız sınırlı olacağından hemen çıkıp Nur Talebelerinin kaldığı koğuşlara gider, onların yaşadıkları ibretli hadiseleri tahattur ederdik.
Çünkü hepsi çok çeşitli yerlerden gelmelerine, değişik mizaçlar içinde bulunmalarına, farklı kültür seviyelerine ve medenî hâllere sahip olmalarına rağmen birbirleri ile bir vücudun azaları kadar insicam içinde hareket etmişlerdi.
Birbirleri ile aralarında böylesine samimî, sadık ve sarsılmaz bağlar olduğu için zehirlenme hadiselerinden birinde Üstadının hayatının tehlikede olduğunu gören Hafız Ali, Allah’a yalvararak canını ona feda etmiş ve ‘Nurun şehid kahramanı’ unvanını kazanmıştı.
İlk zamanlar kalabalık koğuşlarda her türlü kötülüğü yapabilecek tıynette mahkûmlarla bir arada, yaşamak zorunda bırakıldıklarından değil ibadet etmek, insanlığın icaplarını bile yerine getirmekte zorlanmışlardı.
Buna rağmen ne onlara uymuşlar, ne de karşı koymuşlardı. Bir yandan sabır ve sebat içinde ibadetlerini yapıp hizmetlerine devam ederken diğer yandan mahkûmlara müsamaha ile muamele edip gönüllerini kazanmışlardı.
Bu örnek hareketlere mahkûmlar da ayniyle mukabele edip onlar gibi Risâle okumak, Kur’ân öğrenmek, İbadet etmek istemeleri üzerine koğuşlar birer Kur’ân kursu hâline gelmişti.
Zamanla onlara katılan hapishane dayıları, meydan ağaları, koğuş kâhyalarının hazırladıkları imkânlar sayesinde Risâleler daha rahat telif edilip çoğaltılmış, dışarıdaki Nur talebelerine mektuplar yazılmış, mahkeme müdafaaları hazırlanmıştı.
Bediüzzaman ve Nur Talebeleri, ilk beraat kararlarını orada hazırladıkları müdafaalar sayesinde almışlar, garazkâr bilirkişi raporları orada yapılan itirazlarla çürütülmüş ve hiçbir suç unsuru bulunamayan Risâle-i Nurlar iade edilmişti.
Daha önce hapishânenin çok sıkı korunan koğuşlarında sık sık kavgalar çıkıp cinayetler işlenirken, Risâle-i Nur dersleri sayesinde azılı katiller, gangsterler sivrisineği bile öldüremeyecek hâle gelmişlerdi.
Böylece Bediüzzaman’ın, “Denizli hapsindeki zatların az zamanda Nurlardan fevkalâde hüsn-ü ahlâk dersini alanlarını gören bazı alâkadar zatlar demişler ki ‘Terbiye için on beş sene hapse atılmaktansa on beş hafta Risâle-i Nur dersini alsalar daha ziyade onları ıslâh eder” diyerek de ifade ettiği gibi hapishâne tam bir Medrese-i Yusufiye hususiyeti kazanmıştı.
Aradan geçen zaman içinde hapishanenin herhangi bir tadilâta uğrayıp uğramadığını, tadil edildi ise koğuşların aslî şekillerinin ne kadar korunduğunu bilmiyorduk ama oraya girebilseydik, her hâl ü kârda Bediüzzaman’ın ve talebelerinin bir zamanlar oralarda kaldıklarını hissedeceğimizden emindik.
Çünkü onlar, 15 Haziran 1944 tarihinde mahkemenin verdiği beraat kararının ardından tahliye edildiklerinde Denizli Hapishânesini, medrese-i Yusufiye sıfatlı bir Nur Menzili olarak bırakmışlardı.
Aslında biz de Zübeyir Gündüzalp gibi yapıp orada başkalarına zarar vermeyecek bir suç işlemek suretiyle hapishaneye atılarak maksadımıza ulaşabilirdik ama ona da cesaret edemedik.
Bu ihtimal hariç her yolu deneyip içeriye giremeyeceğimizi anladıktan sonra esef ederek oradan ayrıldık ve tam bir Nur menzili sayılmasa da Üstadı hatırlatıp Nuru tedaî ettiren yerlere gittik.
İlk uğradığımız yer, Bediüzzaman’ın tahliye edildikten sonra, hükümetin hakkında vereceği kararı beklerken 47 gün kadar kaldığı Şehir Oteli oldu. Bina otel vasfının ve asıl şeklinin yanı sıra, sararan yaprakları canlı birer tefekkür malzemesi olan kavak ağaçlarını da kaybettiğinden orada meşgul olacak bir vesile bulamadık.
Hasan Feyzi Efendinin, Bediüzzaman Denizli’den ayrılırken, Hafız Ali gibi canını onun uğrunda feda etme dileğini, müstecap bir duâ hâlinde terennüm ettiği ‘Dahi nezrim bu ki, bu can sana kurban olacak’ mısraının da içinde bulunduğu manzumeyi verdiğini tahmin ettiğimiz yerde onu, diğer şiirlerinden mısralar okuyarak yadettik.
Bediüzzaman’ın, hapishanede kaldığı yıllarda Cuma namazlarında görüldüğü rivayet edilen bazı camileri gezip mezarlığa geldiğimizde; Hafız Ali, Hasan Feyzi, Hasna Hanım gibi Üstadın senasına mazhar olmuş mesrur insanların medfun olması hasebiyle oranın da bir Nur Menzili olduğunu müşahede ettik.
Lâkin Denizli’ye kadar gidip de o beldenin yegâne Nur Menzili olan hapishaneyi gezememek içimizde bir ukte olarak kaldı.
Çünkü orası, son Medrese-i Yusufiye idi.
***
Medrese-i Yusufiye...
Hazret-i Yusuf Aleyhisselâmın; haksızlık, zulüm ve iftiralara maruz bırakılarak Mısır zindanlarına atılmasını telmihen, Bediüzzaman Said Nursî de kaldığı hapishânelere bu sıfatı vermişti.
Mısır zindanları çoktan yok olup gitmişti. Bediüzzaman’ın o sıfatı verdiği Eskişehir ve Afyon hapishâneleri de yıllar önce yıkılıp yerlerine başka binalar yapıldığından geriye bir tek Denizli Hapishânesi kalmıştı.
Şimdi orası da artık gün sayıyor. Hapishâne başka bir yere taşındığı zaman arsası muhtemelen birileri tarafından alınacak, tarihî hapishâne binası yıkılıp yerine büyük apartmanlar dikilecek.
Böylece son Medrese-i Yusufiye de tarihe karışacak.
Ama eğer Denizlili Nur Talebeleri daha önce davranıp orayı satın alır, Üstadın ve talebelerinin kaldığı koğuşları müze hâline getirir, sair yerleri de tam teşekküllü bir hizmet merkezi şeklinde tanzim ederlerse, bu sayede son Medrese-i Yusufiye de kurtulmuş olur.
Şahıslar gibi şahs-ı mânevî hüviyeti kazanmış cemaatler, cemiyetler ve teşekküller de geçmişi geleceğe bağlayacak hatıra değeri taşıyan eserlere ve yerlere muhtaç olduğundan orası alınıp Nur Hareketinin içtimaî hatıra albümüne armağan edilebilir.
Denizlililerin hâlâ böyle bir imar, inşa ve ihya hamlesini başlatıp içinde Nur Hareketi tarihinin mühim bazı hadiselerinin vuku bulduğu bu yeri yaşatarak şehirlerinin Nur Menzili sıfatını tecil etme şansları var.
Lâkin fazla zamanları yok.
17.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|