|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Îsâ kıyamet için bir alâmettir; onun hakkında şüpheye düşmeyin ve Bana uyun. Dos doğru yol işte budur.
Zuhruf Sûresi: 61
|
17.06.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Biriniz din kardeşini sevdiğinde bunu kendisine bildirsin.
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 204
|
17.06.2007
|
|
Çocuk, babasını haksız görse de, ona isyan edemez
Birincisi: Isparta’lı kardeşlerimiz, hususan gül, Nur kahramanı Hüsrev, benim bu kış münasebetiyle maddî hacetlerimi merak ediyorlar, yardım etmek istiyorlar. Ben de onlara teşekkürle beraber derim ki:
Onların Risâle-i Nur’a hizmeti, her şâkirdin saadet-i ebediyesine menfaati gibi, benim de hakikî kışım sûretinde olan kabrimden sonraki kışta ihtiyacatıma o derece mükemmel yardım ediyorlar ki; bu fani, muvakkat kışın hacâtına yardımdan binler derece ziyadedir. Eğer benim elimden gelseydi, bütün ruh u canımla, kemâl-i iştiyakla bütün onların hacât-ı maddiyesini temine çalışırdım. Beni merak etmeyiniz. İktisat ve kanaat, bana iki hazinedir; tükenmez, bitmez.
İkinci nokta: Bir zaman “Küçük Isparta” namını alan ve her yerden ziyade, geçen meselemizde hapis musibetini çeken İnebolu ve civarı kardeşlerimin gayet güzel ve samîmane mektupları beni çok mesrur eyledi. Yalnız, Risâle-i Nur’un kahramanlarından baba-oğulun meşrebleri ayrı ayrı olduğundan, birbiriyle tam imtizaç edemediklerinden endişe ediyorum. Baba ne kadar haksız da olsa, oğul, onun rızasını tahsil etmeye mecburdur. Oğul da ne kadar serkeş de olsa, baba, şefkat-i fıtriyesini ona karşı esirgemez ve esirgememeli. Değil böyle baba ve evlât ve mümtaz seciyeli ve Risâle-i Nur’un baş şakirtleri, belki birbirinden çok uzak ve düşman da olsalar, Risâle-i Nur’un hatırı için Risâle-i Nur şakirtlerinin mabeynindeki tefani, birbirini tenkit etmemek, kusurunu affetmek düsturuyla bu iki kardeşim, dünyevî ve cüz’î ve hissî şeyleri medar-ı münakaşa etmesinler. Pederlik ve veletliğin iktiza ettiği hürmet ve şefkatle beraber, Nur’un şakirtliği iktiza ettiği kusura bakmamak ve affetmek ve benim çok sevdiğim iki kardeşim, benim hatırım için, birbirini tenkit etmemek lâzım geliyor.
Umum kardeşlerime birer birer selâm ve duâ ediyoruz.
Emirdağ Lâhikası, s. 78-79
***
Mâdem peder kimseyi değil, yalnız veledinin kendinden daha ziyâde iyi olmasını ister; ona mukabil, veled dahi pedere karşı hak dâvâ edemez. Demek vâlideyn ve veled ortasında fıtraten sebeb-i münâkaşa yok. Zîrâ münâkaşa, ya gıpta ve hasedden gelir. Pederde oğluna karşı o yok. Veya münâkaşa, haksızlıktan gelir. Veledin hakkı yoktur ki, pederine karşı hak dâvâ etsin. Pederini haksız görse de, ona isyan edemez. Demek, pederine isyan eden ve onu rencide eden, insan bozması bir canavardır.
Sözler, s. 583
Lügatçe:
muvakkat: Geçici.
meşreb: 1- Yaradılış, tabiat, huy, mizaç, ahlâk. 2- Tavır, tutum, meslek. 3- Âdet.
imtizaç: 1- Uyuşma, bağdaşma. 2- İyi geçinme. 3- Kaynaşma.
mabeyn: Ara, iki şeyin arası.
tefani: Birbirinde fani olma, fikren arkadaşının meziyet ve hissiyatı ile yaşama.
veled: Çocuk.
vâlideyn: Ana-baba.
hased: Kıskançlık.
|
17.06.2007
|
|
“Ümit”le ne yapılır ki?!
Kaynakları itibariyle Batı ve Doğu medeniyetleri arasında bir uçurum vardır. Doğu—ve bilhassa İslâm—medeniyeti gündelik hayata vahiy eksenli bir yaklaşım getirmek isterken, Batı medeniyeti insanın enesini-egosunu merkeze koymuştur. Kendi aklıyla vahiy olmadan da sorunları çözebileceğini iddia etmiştir. Sonsuz aciz ve fakir olan insanın tek başına insanlığın problemlerine karşı yaptığı şey çare bulmak değil, ama yeni problemler, yeni belâlar eklemek olmuştur.
Batı ile Doğunun düşünce sistemleri arasındaki bu farklılık pek çok şeyde kendisini göstermektedir. Pratiğe / uygulamaya / hayata etki eden bir çok kavrama bile hangi bakış açısıyla baktığınız önemlidir. Meselâ “ümit”e yüklenen anlamlar dahi çok farklı olmaktadır. Evet, Doğu’nun ümidiyle, Batı’nın ümidi arasında bile uçurum vardır.
“Ümit iyi bir kahvaltıdır, ama bir akşam yemeğinin yerini tutmaz.”
Bu söz Batılı bir düşünüre ait. Daha ilk anda fark ettiğiniz üzere ümidi hafife alma, hatta aşağılama söz konusu. Batılı düşünürümüz diyor ki, ümit edelim iyi, ama ümit edilerek bir yere varılmaz. Sonucun iyi olması çok daha önemlidir.
Batının ümit anlayışını ele veren bu sözden şu anlaşılıyor; Batı ümidi sonuca tesir edecek bir şey olarak görmüyor. Kahvaltı gibi kullanıldıktan sonra bitirilen, sonuca—yani akşam yemeğine—etki etmeyen bir şey olarak görmektedir. Batının ümitten murad ettiği anlam, ümit edilen şeyin iyi olmasını “beklemek”tir. Ama sadece beklemektir.
İslâm medeniyetinin ümit anlayışı ise yine vahiy kaynaklıdır. “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin.” (Zümer Sûresi, 39:53) âyeti bu ümidi ifade etmektedir. Bu ümidin nasıl hayata yansıtılması gerektiğini ise Peygamber Efendimiz’den (asm) öğreniyoruz.
İslâmiyetin getirdiği ümit anlayışı, bir şeyin iyi olmasını beklemekle birlikte, o şeyin iyi olması için elinden geleni yapmayı da içermektedir. Meselâ bu dersi tam anlamıyla almış olan Sahabeler, Peygamberimiz’in ümit verici müjdelerinin gerçekleşeceğini zaten bilmektedirler. Ancak bu müjdelerin gerçekleşmesi için canla başla çalışmışlardır. İslâmiyet bu şekilde bütün dünyaya gerçek medeniyeti göstermiştir.
Bediüzzaman Said Nursî’nin ümidinin de Efendimiz’in (asm) anlayışına uygun olduğunu önceden belirtmiştik. (Ne yazık ki bu yazının üstünden neredeyse bir ay geçti.) Meselâ, Bediüzzaman da ümitsizliği bir hastalık olarak zikrederken, ümitsizliğin insanı tembelliğe ittiğini söyler. Öyleyse ümit insana şevk ve gayret vermelidir. Ümit tembellikten kurtarmalıdır. Ümitli insan aynı zamanda gayretli bir insandır. Ümit ettiği şeyin gerçekleşmesi için elinden geleni yapar.
Batılı düşünürün anlayamadığı şey, bizim ümidimizin iyi bir kahvaltı olduğu kadar, iyi bir akşam yemeğini hazırlayan bir unsur olduğudur. Biz ümit ederken sadece ummuyoruz, aynı zamanda gayret gösteriyoruz. (Bizim böyle kader ve tevekkül anlayışına dayalı bir ümidimiz var...)
Ancak ahir zamanda ne yazık ki Batı’nın vahye dayanmayan ümit anlayışı bizde de etkili olabilmektedir. Meselâ benim iç dünyamda gördüğüm bir husus var:
Bediüzzaman’ın gelecekle ilgili verdiği müjdeleri ben hep tembelliğime bahane yapmak için kullanma eğilimindeyim. Bizler “cennet-asâ bir baharda” gelecekmişiz. Öyleyse gerek yok bu kadar hizmet etmeye, zaten gelecek... Madem ki “ittihad-ı İslâm” elbet bir gün olacak. Eh! O zaman bekleriz... Ümit ederiz....
Halbuki ümit bu değil! Ya da bu, bizim ümidimiz değil! Bizim ümidimiz evet, olumlu düşünmeyi, Rahîm-i Zülcemal’den güzel şeyler beklemeyi de içerir. Ama daha önemlisi, bizim ümidimiz bu güzel şeylere vesile olmak için daha çok çalışmayı, gayret etmeyi de gerektirir.
Bu ümit vesilesiyledir ki, Bediüzzaman şartların en kötü olduğu dönemlerde bile büyük hizmetler yapmıştır. Bu ümit anlayışı sebebiyledir ki, Said Nursî ölüme gönderildiği hapislerde Risâle-i Nur’ların en önemli parçalarını yazabilmiştir. Bu ümit iledir ki, Bediüzzaman’ın ve dolayısıyla Resulullah’ın (asm) yolundan gidenler, şartların kötülüğünden şikâyet etmek yerine, kendi hizmetlerine daha çok çalışarak müjdelerin gerçekleşmesine zemin hazırlamışlardır, hazırlamaktadırlar.
Siyasî ve sosyal şartların “Bu gidiş iyiye değil”, “İyi değil memleketin halleri”, “Kötüye gidiyoruz” dedirttiği zamanlardayız. Ümidi, Batı’nın algıladığı gibi algılayanlar, varsın anlamasınlar bizi. Varsın hâlâ niye hizmet ettiğimizi sorgulasınlar. Varsın zarar görme pahasına niye hâlâ doğruları bu kadar hararetle savunduğumuzu sorsunlar kendilerine. Varsın hiçbir menfaatimiz olmadığı halde niye gücün ve güçlünün yanında olmadığımızı anlamakta güçlük çeksinler. “Hayret ediyorum bunca şey olurken hâlâ ümitlisiniz?” diye tuhaf sorular sorsunlar.
Biz ümitvârız, “Şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm’ın sadası olacaktır!” Ve bu sadanın daha gür çıkması için elimizden geleni yapmaktan da geri durmayacağız. Bu iman ve Kur’ân dâvâsından asla dönmeden daha çok çalışacağız.
Böyle bir ümitle neler yapılmaz ki!..
[email protected]
|
Ahmet Tahir UÇKUN
17.06.2007
|
|
Sular tükenirse
Biz ki, varlığı ebedî bir varlığın varlığı ile var olan; biz ki elinde her ne yok ihtiyacında var olan; biz ki havaya, suya, taşa, toprağa, güneşe, kuşa, böceğe, ağaca, hâsıl-ı kelâm bütün kâinata muhtaç olan; biz ki her lâhza varlıklar üzerine rahmet rahmet yağsa da nazarı yokluklarla aşina olan; biz ki kâinatın nazenin misafiri, mihmandarını tanımaz, mahlukat elinde perişan olan...
Ah biz var ya biz! Rahmeti gadabını geçmiş şefkatli Sultan’ın gadabını celb edecek kadar mâhir, her ân-ı seyyâle yoklukla varlık arasında mütehayyir, bir an Kayyûm ismini çekse üzerimizden hak ile yeksan olacak olan biz, cismimizin küçüklüğüne bakmadan, doğarken kulluk borcu ile doğup kulluk tâcını takmayan biz. İhtiyaç sıralamasında en son gelecek isteklerimizi en önemli olarak görüp, mızmızlanarak isterken her an yanı başımızda bulduğumuz için varlığını bile unuttuğumuz hayati ihtiyaçlarımızın kıymetini takdir edememe yanlışlığına düşeriz. Oysa bütün mahlukatın ortak ihtiyaçlarından olan küllî unsurlar; ikramdaki cömertliğin, merhametin, şefkatin büyüklüğünü gösterir bize. Ruhundaki eneyi yırtıp Hüve’yi bulamamış nefsin bencilliği ile herkesin sahip olduğunu âdiyattan sayıp değersiz görürüz.
O kadar iç içeyizdir ki bu nimetlerle yoklukları imkân dahilinde bile değildir nazarımızca. Bu yüzden ne vereni düşünür, ne de teşekkür ederiz. Zemin dayanamaz bu şükürsüzlüğe sarsılır. Ve olanlar oluverir; ezberimizi bozar yüce Yaratıcı. En sabit, en güvenli gördüğümüz için “ayaklarımızı yerden kesmeyen” kara yolculuklarını tercih edip, semere-i sayimizi “yeryüzünde bir dikili taşımız olsun” diye en çok yatırdığımız zemin ayaklarımızın altından kayıverir. “Ve kâle’l-insanü mâlehâ” deriz büyük bir şaşkınlıkla; “Hani sen zemindin ve sebatta en emindin?..”
En kıymetsiz gördüğümüz şeyleri “sudan ucuz” diyerek değer sıralamasında suyun bir altına yerleştiriveririz. En boş ve lüzumsuz konuşmalarımızı tarif etmek de havaya ve suya düşer. Kar yağarsa “kötü hava şartları”nın belirtisidir. Kışın yaşanan güneşli günler “bahardan kalma güzel günler”dir bizim için. Ve olanlar oluverir, ezberimiz bozulur yine. Değer yargılarımız alt üst olur. Kışın yaşanan güneşli günler ürkütür bizi. Susuzluk korkusu kâbus gibi çöker üzerimize, gözlerimiz kara bulutların yolunu gözler. Duâ duâ bekleriz karı, yağmuru. Barajların tükenebilirliğini görüp iktisat denilen tükenmez hazineye yöneliriz de nimet hak ettiği kıymeti bulur böylece...
Rahmet tecessüm etmeyince aczini anlamış kul şuuruyla duâlar göndeririz semaya. Nazarımızı yerden keser zahirî musibet, varlığımızı var edene kilitler. Yine rahmet tecellî eder bu haliyle. Faniden hissesi azalıp ebedîden kazancı artan, zararda değil kârdadır.
Ey rahmet hazineleri tükenmez Sevgili! Maddî, manevî nimetlerini yağdır üzerimize... Şükürden hissemizi ziyade kıl da, böylece su gibi aziz eyle bizi...
[email protected]
|
Nuriye ÇEVİK
17.06.2007
|
|
ESMA-İ HÜSNA
Mevlâ
Allah (c.c.), Vâlî’dir, Veliyy’dir, Mevlâ’dır. Yani Cenab-ı Hak mahlukâtının ve kullarının gerçek dostudur, sahibidir, arkadaşıdır, efendisidir, mâlikidir, yardımcısıdır, velîsidir, Mevlâ’sıdır; herkesin her derdinde sığınacağı tek şefkat kucağıdır.
Kâinatı tek başına yöneten, her şeye hâkim olan, her şeyin her hâline vâkıf bulunan, her dertlinin devâsına kefil olan ve her canlıyı himâye eden Cenab-ı Allah, bütün varlıklar üzerinde hükümrândır. Onun hükmü önünde bütün kâinat mutlak itaattedir. Her şeyin, her canlının, her yürek taşıyanın velîsi, vekîli, kefîli, Mevlâ’sı, sâhibi Cenab-ı Haktır.
Mevlâ1 ile bu ismin ism-i fâil şekli olan Vâlî2 ve mübalağa şekli olan Veliyy isimleri3 Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) Cevşenü’l-Kebîr’de zikrettiği isimlerdendir. Bu yüce isimleri Kur’ân’da da buluruz.
İlgili âyetlerden bir kaçı şöyledir:
“Allah inananların Mevlâ’sıdır. Kâfirlerin Mevlâ’sı (sahibi, yardımcısı) yoktur.”4
“Sen Mevlâ’mızsın! Kâfirlere karşı bize yardım et!”5
“De ki: ‘Allah’ın bizim için yazdığından başkası aslâ başımıza gelmez. O, bizim Mevlâ’mızdır. İnananlar Allah’a güvensinler.’”6
“Halbuki Mevlâ’nız Allah’tır. O yardımcıların en hayırlısıdır.”7
“Onun önünde ve arkasında Allah’ın emriyle onu koruyan takipçiler (melekler) vardır. Bir toplum, kendilerinde bulunan özelliklerini değiştirinceye kadar Allah o toplumu değiştirmez. Allah bir toplumun fenâlığını dileyince artık onun önüne geçilmez. Onlar için Allah’tan başka Vâlî de bulunmaz.”8
“Demek onlar Allah’tan başka dost edindiler. Oysa Veliyy (gerçek dost) Allah’tır. O ölüleri diriltir. O her şeye kadirdir.”9
“Allah mü’minlerin Velîsidir”10 “Allah muttakîlerin Velîsidir”11
“Dünyanın lezzetleri, zevkleri ve ziynetleri, Hâlık’ımızı, Mâlik’imizi ve Mevlâ’mızı bilmediğimiz taktirde, Cennet olsa bile Cehennemdir” diyen Bedîüzzaman, devamla, “Evet, öyle gördüm ve öyle de zevk ettim. Bilhassa, şefkatin ateşini söndürecek, mârifetullahtan başka bir şey var mıdır?” diye sorar ve kalbin mârifetullaha duyduğu ihtiyaç kadar başka hiçbir şeye ihtiyaç duymadığını beyan eder.12
Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, her kim kendisini Allah’a mal ederse, bütün eşya onun lehinde olur; ve kim Allah’a mal olmazsa, bütün eşya onun aleyhinde olur. Allah’a mal olmak ise, bütün eşyayı kalben terk etmek ve her şeyin Ondan olduğunu ve Ona döneceğini bilmekle olur.13
Ticâret ve memuriyet için mühim vazifelerle bu imtihan dünyasına gönderilen insanlar, ticâretlerini yapıp, vazifelerini bitirip, hizmetlerini tamamladıktan sonra yine kendilerini gönderen Hâlık-ı Zülcelallerine dönecekler ve Mevlâ-i Kerîmlerine kavuşacaklardır. Fânî bir yurttan sonra, bâkî bir memlekette doğrudan doğruya kendi Mevlâ’sını bulmak ve Onun yüksek huzuru ile müşerref olmak şüphesiz eşsiz bir saadettir.14
Bedîüzzaman’a göre, Cenab-ı Hak şu kâinat sarayını yaratıp donatarak Kendisini bize tanıtmak istiyor; öyleyse, Onu tanımalıyız. Tezyînatıyla Kendini bize sevdirmek istiyor; öyleyse, Onu sevmeliyiz. Sayısız ve hadsiz ihsânları ile Kendi muhabbetini bize göstermek istiyor; o halde itaat ile Ona muhabbetimizi göstermeliyiz. Sonsuz nimet ve ikramlarıyla şefkatini ve merhametini bize tanıttırmak istiyor; öyleyse şükür ile Ona hürmet etmeliyiz. Kemâlâtının eserleriyle mânevî cemâlini bize bildirmek istiyor; o halde Onu görmeye ve rızâsını kazanmaya iştiyâkımızı göstermeliyiz. Her yaratık üzerinde koyduğu husûsî mühür ve taklit edilmez imzalarıyla her şeyin Kendisine has olduğunu, her varlığın Kendi elinin eseri bulunduğunu, Kendisinin de tek, yektâ ve misilsiz, istiklâl ve infirad sahibi olduğunu bildiriyor; öyleyse Onu tek, yektâ, misilsiz ve benzersiz bilmeliyiz.15
(Risâle-i Nur’da Esmâ-i Hüsnâ)
Dipnotlar:
1- Cevşenü’l-Kebîr, s. 71; 2- Tirmizî, Daavât: 86; 3- Tirmizî, Daavât: 86; Cevşenü’l-Kebîr, s. 39; 4- Muhammed Sûresi: 11.; 5- Bakara Sûresi: 286; 6- Tevbe Sûresi: 51; 7- Âl-i İmran Sûresi: 150; 8- Ra’d Sûresi: 11; 9- Şûrâ Sûresi: 9; 10- Âl-i İmran Sûresi: 68; 11- Câsiye Sûresi: 19.; 12- Mesnevî-i Nuriye, s. 89; 13- A.g.e., s. 92; 14- Mektûbât, s. 222; 15- Sözler, s. 112
|
17.06.2007
|
|
BİR KISSA, BİN HİSSE
Ömer b. Abdülaziz zamanında büyük bir kıtlık olmuştu. Halktan bir grup halifenin kapısına dert yanmaya geldi.
Halifeye dediler ki:
“Ey Mü’minlerin Emîri! Büyük bir zarûretle karşı karşıyayız. Açlıktan derilerimiz bedenlerimize yapıştı. Hayvanlarımız telef oldu. Tarlalarımız susuzluktan çatladı. Bizi selâmete çıkaracak olan şey, umarız ki, devletin hazinesinde vardır. Unutma ki, devlet hazinesinde olan mal üç şey için olur: 1- Ya senin için olur. 2- Ya Allah için olur. 3- Ya da Allah’ın kulları için olur. Eğer senin içinse, bu bir felâkettir. Eğer Allah içinse, Allah’ın ona ihtiyacı yoktur. Allah tasadduk edenlerin mükâfatını verir. Yok, eğer Allah’ın kulları içinse, ondan kullarının hakkını ver.”
Bu sözleri işiten Ömer b. Abdülaziz ağladı. Sonra dedi ki: “İş tam senin söylediğin gibidir, behey adam!”
Ardından halife, adamların ihtiyaçlarının devlet hazinesinden karşılanması talimatını verdi.
Sonra adamlara şöyle yalvardı:
“Ey hür iradeliler! Allah’ın kullarının ihtiyaçlarını bize ulaştırıp, onların sözlerini bize duyurduğunuz gibi, benim de sözümü ve ihtiyacımı Allah’a iletiniz.”
Bunun üzerine ihtiyacı giderilen adamlar başını göğe doğru çevirerek şöyle niyazda bulundular:
“Allah’ım! İzzetin ve Celâlin hakkı için, Ömer bize nasıl muamele etti ise, Sen de ona öyle muâmele et.”
Adamın duâsı henüz bitmemişti ki, bol bol yağmur yağmaya başladı. Öyle ki, tarlalar, yollar sel oldu. Mahlûkatın yüzü güldü.
|
Süleyman KÖSMENE
17.06.2007
|
|
|
|