|
|
Sükûtün sümbülü
Gözün bir noktaya daldığı anda, susmak devreye girer. Belki binlerce mânâyı içinde barındırarak. Kim bilir neler saklı o bakışlarda. Susmanın viranesinde, gözlerin âleminde. Sanki bir bahr-i ummana dalar gibi. Farkında olsan da olmasan da göz nasibini almıştır daldığı cazibeden. Susmanın bir nevî hakimliğinin yağmuru yağarken; onu hissetmek adına çıkmıştır yola. Buna bir yol denilirse işte susmanın güzergâhı. İşte varılabilecek bir menzil.
Ah susmak! Sen sözden daha değerli; lâf kalabalığından mukaddessin. Boş lâf sana uğramaz. Dedikodu, yalan sende ne gezer; çünkü susuyorsun sadece. O bile senin kıymetini arz-ı endâm eder. Gösterir âleme. Seninle beraber ne duygular ortaya çıkmanın sevincine sahip olur. Bir arzuhalin dile gelişinin sessizliği. Susmanın da bir nevî tercüman olduğunu gösterircesine.
Çok konuşanın değil, az konuşanın sözü değere alınır. Lâf kalabalığı doğru olmayan sözleri de içinde barındırır. Bir doğru bir yanlış sırasıyla dile gelir. Bazı hataların başlangıcı olabilir. Hatadan beri değiliz; ama önüne geçmenin formüllerini de bulmalıyız. O şüphesiz az konuşmakta gizlidir. O gizliliğin eteğinden tutup çekmeliyiz. Bize konuşmanın arefesinde ne yapmamız gerektiğine dair ip ucunu verecektir. Sükûtun sümbülü açılmaya başladığında ne paha biçilmez olduğunu anlama vakti.
Ah susmak! Senin mülkünde dolaşayım. Bir seninle bu dünya gemisine binelim. Seninle rotayı belirlemek, tam istikamette gitmek demektir. Sarmaşığın dolanması gibi bizi sarmaya çalışan söz, seni şu vecizeye havale ediyorum: “Söz gümüşse; sükût altındır” En doğru olanı, bu rehberi kabullenmek. Bu rehberin yolunda gitmek, bizi yanlış yollardan döndürebilir. Altının gümüşten değerli olduğu şüphesizdir. Hem görünüş hem de değer bakımından. Sükût altın kadar değerliyse, o altının üzerimizde parlamasına imkân sağlamalıyız. Gümüş ise yani söz: zamanında ve ayarında, altının seviyesine çıkar. Yoksa lâf kalabalığında gümüş olarak kalacaktır.
Susmanın değişik şekil ve şemâlı vardır. Susmak konuşmayı susturduğu gibi: bir de kendi dünyamıza çekilmek mânâsına da gelir. Yani sükûtun alarmı çalındı mı, bazen konuşma biter bazen de düşünmenin yoluna girildi demektir. Konuşmak yerine, bu iki yol daha iyidir. Özellikle de boş konuşuluyorsa daha da iyidir. Buda kişi tarafından fark ediliyorsa, değerin üzerinde bir değer taşır. Anlamak bazen başlangıcı tetikler. Bu tetikleme çok konuşmaktan uzaklaştırır. Gerisi artık kendine dönüş. Yeniden kendini bilme: bir nevi keşif. Aradığını bulma misali dolandığını yolda yine kendini bulma. Sağına soluna baktığında aynı yerde; ama başka bir yerde olduğunu anlamanın arşına çıkmak. Geç olmadan farkına varmak var ya; artık değerini sen ölç. İstersen terazinin bir kefesine konuşmayı diğer kefesine susmayı koy. Sual: Hangisi ağır gelecektir? El cevap: susmak.
Susmak dinlemektir: ya karşındakini ya da kendini. İç dünyana yönelmek, ritmi bozulmamış bir müziğin mânâlarına dalmak; kendi sesini tanımaya çalışmak. Hep dışarıyla meşgul olan bir aklın, kendi âlemindeki meşguliyeti daha hummalı olur. Çaba üzerine çaba gerektirir. Sonu iyi olacak bu çaba boşuna olmayacaktır şüphesiz. Özüne, mahiyetine, kendine dönme belki de dönmelerin en güzeli. Susmanın mélûf bakışlarına alışıldı mı: alabileceğin en güzel feyzi alırsın. Artık konuşmanda da bir ahenk, bir mânâ niteliği taşır. Çok konuşmanın abesiyeti bu şekilde anlaşıldı mı, sükûtun yörüngesinde dönmeye başlanır.
Sükût, çiçek çiçek açılan bir zaman diliminde, senin yegâneliğinin farkında olalım. Perçemin değsin yüzümüze, alnımızda boy boy gezinsin. Lâfla yağmalanmış, târumâr olmuş dillere, bir kelepçe vurarak. Müştakı olduğun konuşma şevk yerine zulmet vermekte. Onun can damarında kesmek vakti gelmiştir. Az değil çok olsun ki kesmesi, iflâh olabilsin bu dil. Yoksa pervâsız olma ihtimali ortadan kalkmaya bilir.
Ah sükût! Seni dile yâr; kalbime meşk eyledim.
|
Fadime KAYA
16.06.2007
|
|
Açılma haramın ummanına
Dökülmesin zülfün yere, dökülmesin nurun namahrem ellere, kem gözlere, kem dillere. Atma başının sertacını… Atanlara ağladı dünya, mateme boğuldu şems, nücum, kamer… Zira yıldızlar, güneş, ay görmek istemiyor seni aldatıcı dünyanın şaşaasında.
Bir defasında, hatırlarsan başörtünü çıkarmıştın, işte o an kalbimizi derinden yaralamıştın. Allah, nuruna nur katmıştı, ab-ı hayat nev’înden, içmiştin hidayet şerbetini nur bardağından. Açma başını bacım, ablam açma. Açma kalplerimizde yara… Kapan küfre inat, aldanma nahoş, yanlış fetvalara.
Mu’cize beyan emrediyor “ kapan” diye. Kapan bir kale gibi, kalkan gibi koru nurunu, fenalık veren fani güzelliklere karşı kapan. Ne de olsa dünyadır bu meşgale adı üstünde. Zehirli baldır bunun adı, yedirir bağından bir habbe yüzlerce tokat vurur.
Bir “Bir” var, “ Biz”den oluşan, hülâsa o “bir” şeairi İslâmiye; örtün için değişmeye amadedir şanını, makamını. Açma ne olur, bak Peygamber-i Zişan da emrediyor O da açma diyor.
Koca dünya, ağır geliyor artık sıkletin bizlere. Ne istiyorsun? Ne istiyor sana âşık insanlar, ne istiyorsunuz? Alın sizin olsun (karanlık, puslu, aldatıcı) dünyalık. Müjde var Asr-ı Saadetten sana kanmayanlara. Cennet-i firdevs vaat ediliyor nurunu koruyanlara, emanetinde emin olanlara…
Hem sana çok yakışıyor başörtü. Sen ve başörtün; bu dünya sahnesinde değişmez ikilisiniz Amine’ den, Hatice’den bu yana. Sana çok yakışıyor bu mukaddes libas, çıkarma, atma üstünden!
|
Ali KARABİBER
16.06.2007
|
|
Terör tırmandı mı?
Son bir ay içinde meydana gelen olaylar, terör örgütünün en pasif eylem biçimi olan, mayın ve benzeri patlayıcılarla icra ettiği sabotaj faaliyetlerine ağırlık verdiğini; bu eylemlerin de, iklim şartları sebebiyle, terörle mücadelede kullanılan güvenlik güçlerinin aktif ve hareketli olduğu Mayıs ayında ve özellikle de yaygın ve müfrezeler halinde bulunan jandarma unsurlarımız üzerinde etkili olduğu görülmektedir.
Birliklerimizin hareketlendiği döneme rastlaması, müfrezeler halinde bulunan jandarma birliklerimizin mayınlı sabotajlara karşı hazırlıklı olmaması sebeplerinden dolayı sinsi eylemler, sb., astsb., uzman er ve erbaşlarımızın hayatına mal olan terör eylemlerine dönüşmektedir.
Cumhurbaşkanının TBMM tarafından seçilememiş olması, milletvekili seçimlerinin yenilenmesi, devletin üst kademesindeki kurumların iktidar mücadelesine girişmesi, TSK’nın siyasete müdahale girişimleri gibi sebeplerden dolayı, devlette meydana gelen otorite boşluğundan yararlanma ve istikrarsızlığı arttırma amacına dönük PKK eylemlerinin planlanıp icra edildiği anlaşılmaktadır.
Milletimiz, her gün bir başka yöremizdeki feryatlara ve hazin cenaze törenlerine şahit olmakta ve acılı ailelerin ıztırabını paylaşmaktadır. Sebebi ne olursa olsun, sonucunda gepegenç insanlarımızın hayatına mal olan terörün önlenmesi ve kayıpların son bulması milletimizin devletimizden, temel talebi olarak ortaya çıkmaktadır.
Ancak gelişmelerin, terörün tırmanışa geçtiği şeklinde yorumlanması ve milletimize böyle takdim edilmesi doğru değildir. Terörist örgütün dağ kadrolarında anormal bir artış mı oldu? Bu kadrolara katılımlar mı arttı? Pervasızca ve fazla kuvvetlerle icra edilen, asker ve sivil hedeflere yönelmiş, aktif pusu ve baskın türü eylemlerde artış mı oldu? Bir kısım yerleşim birimleri kontrol dışına mı çıktı? Yaygın halk hareketleri mi başladı? Hayır bunların hiçbiri olmadı. Sadece, en eğitimsiz, en zayıf gayri nizamî grupların icra edebilecekleri yollara mayın döşeme ve tedbirsiz küçük müfrezelere baskın yapma şeklinde eylemler icra ediliyor. Bu eylemler karşısında ancak, terörle mücadele konusunda en tecrübesiz ve eğitimsiz güvenlik kuvvetleri, bizim son bir ayda verdiğimiz kaybı verebilirler.
Meseleyi abartarak, siyasî istismar konusu haline getirmek ve sınır ötesi harekât gibi önemli bir faaliyete gerekçe yapmak, sadece iktidardaki bir siyasî partiye değil, devlet ve milletimize telâfisi imkânsız zararlar verebilir.
Genelkurmay Başkanlının internet sitesinde yayınlanan 08 Haziran 2007 tarihli basın açıklaması; konunun uzmanları gibi tarafımızdan da hayretle karşılanmıştır. 12 Nisan’daki basın açıklamasında işaret edilen sınır ötesi harekât talebini de, 27 Nisan’daki Cumhurbaşkanının TBMM tarafından seçilmesini engelleyen bildiriyi de yadırgamıştık. Milletimiz Genelkurmayımızdan iç ve dış tehditler karşısında, ferahlatacak, rahatlatacak, huzuru sağlayacak ve milletinin emrinde izlenimi verecek açıklamalar duymak ister.
Yaşanan terör eylemlerinde kayıplarımızı asgariye indirmek Güvenlik Kuvvetlerinin aslî görevi iken, olayların sorumluluğunu başka adreslere göndermek ve gelişmeleri de terörün tırmanışı gibi göstermek, siyasette taraf olmak anlamına gelmektedir. Bu göstermektedir ki Genelkurmayı; terörden çok Cumhurbaşkanının kimin tarafından, nasıl seçileceği ve kimin olacağı ile, 22 Temmuzdan sonra TBMM’deki sandalye dağılımının nasıl olacağı ilgilendiriyor. Milletin iradesini silâhlı kuvvetlerin düşüncesi istikametinde oluşturulma gayretlerinden dolayı devletimize verilecek zararın görülememesi de milletimizin şansızlığı olsa gerek.
Genelkurmay Başkanlığı, açıklamasını “Türk Silâhlı Kuvvetlerinin beklentisi; bu tür terör olaylarına karşı, yüce Türk milletinin kitlesel karşı koyma refleksini göstermesidir” cümlesi ile bitiriyor. Bu cümlenin ne anlama geldiği herhalde daha çok konuşulacaktır. Yani ne isteniyor?
Güvenlik güçlerimiz, terörle mücadelede yeterli değil de milletin kitle halinde terörün üzerine yürümesini mi bekliyor? Milletin evlâdını askere göndermesi, ordusunu dünyanın en modern orduları seviyesinde silâhlandırması, donatması ve beslemesi, kitlesel refleks olarak yetmiyor mu? Güvenlik güçlerinin istediği her imkânı önüne sermesinden daha büyük destek olur mu? Bu gerçekler ortada dururken, milleti meydanlara sevk etmek, hatta etnik ayrışmaya sebep olacak kışkırtmalar neden?
Milletimiz de son çıkışları tasvip etmiyor. Sakın yanılmasınlar, millet deyince akıllarına, cumhuriyete sahip çıktıklarını meydanlarda haykıran 300-500 bin kişi zannetmesinler. Millet, ordusunun, millî iradenin temsilcileri ile uyum içinde görev yapmasını istiyor. Ordusunun içine politika sokulmasını ve TSK’nin aktif politikaya alet edilmesini istemiyor.
İnternet bildirilerinin de milletin kendi iradesine ambargo anlamına geldiğini, PKK terörünün artmış olarak gösterilmesini de aba altından sopa gösterme olarak algılıyor. Biliyorsunuz bu tür etkileme girişimleri millet üzerinde ters tepki meydana getirir ve istenilenin aksi politik sonuçlar doğurur.
Bu sebeple Genelkurmay Başkanımız, iç ve dış politikayı yönlendirme girişimlerinden vaz geçmelidir.
Bulunulan makamlar, mazeret üretme makamları değil, sorunları eldeki imkânlarla çözme makamlarıdır. Eğer terörün önlenmesi konusunda samimiyet varsa; Genelkurmayın karargâhını Cudi Dağının tepesinde kurması ve orada bir kış kalması, PKK terörünün kökünün kazınması için yeter de artar bile. Yapabilen kalır, yapamayanlar görevi teslim ederler.
Kuzey Irak’a operasyonun, asker kişiler tarafından bu kadar çok dillendirilmesi, Türkiye ile mukayeseye değmeyecek derecede bir oluşum olan Kuzey Irak Yerel Kürt Yönetiminin, Irak’ı kana bulayan işgalci ABD’nin himayesine itilmesine ve Türkiye’nin bölgesel menfaatlerine darbe indirilmesine sebep olmaktadır. ABD ve PKK, TSK’nın bu çıkışlarından en fazla memnun olan taraf olsa gerektir.
Herhalde, ülkemizin terörden de öncelikli sorunu, TSK’nin millî iradenin temsilcileri tarafından kontrol altına alınması yöntemlerini bulma sorunudur.
|
Adnan TANRIVERDİ
16.06.2007
|
|
Biz hakkımızı helâl etmiyoruz!
Tarihte nice kahramanlar vardır, ülkeleri ve değer verdikleri idealler için canlarını bile vermekten çekinmezler. Ölüme adeta gülerek giden yiğitlerdir onlar ve hiçbir zaman kendilerini ön plana çıkarmadan sadece hizmet derler. İşte, onlardan biri de Adnan Menderes.
Önden giden atlılar gibi ölümü severek ve gülerek karşılayan ‘Hoş geldin ölüm’ diyen bir isim. Menderes, idamdan önce ciddî şekilde rahatsızken, 17 Eylül’de doktorların verdiği ‘sağlam’ raporuyla son bir kez daha haksızlığa uğradı. Artık geri sayım başlamıştı. İdamlar teâmül gereği erken saatlerde yapıldığı için ertesi gün beklemesi gerekiyordu. Ama Menderes’i iple sallandırmayı kafaya koyanların vakit geçirmeye tahammülleri yoktu.
Zaten mezarı dahi çok zaman önce hazırlanmıştı. Öğleden sonra apar topar hazırlıklar tamamlandı.
İdam zabıt varakası: “TC Anayasası’nı ihlâlden sanık idam hükümlüsü Adnan Menderes’in vasiyeti olup olmadığı soruldu;
‘Hayata veda ettiğim şu anda devlete ve millete saadetler diler, karımı ve çocuklarımı şefkatle andığımı bildiririm’” şeklinde kayda geçti.
Beyaz önlük sırtına geçirildi. Son arzusu soruldu. “Şerefle yaşadığı ve suçsuz olduğu bilinmesiydi” son isteği. “Vatan sağ olsun” dedi. Cellât iskemleyi itti. Az sonra adanın üstüne küçük bir bulut kümesi gelecek ve yağmur damlalarını aralıksız Menderes’in cansız bedenine boşaltacaktı.
Ülkesini 10 yıl boyunca hak ve hakkaniyet ölçüsünde idare eden mazlûm başbakan Adnan Menderes, ‘Allah’ nidası ile ruhunu Rahman ve Rahim olan Hakikî Sahibine teslim etti.
Menderes’e yapılanları hâlâ hazmedemediğimiz için biz hakkımızı ne şimdi, ne yarın, ne de yarından sonra helâl etmeyeceğiz!
Oğlu Aydın Menderes, 9 Haziran 2007 Yeni Asya’da yayınlanan bir haberde “CHP’nin her zaman ileriyi görmemek gibi bir sorunu oldu. DP vizyonu CHP’nin kafasına hiçbir zaman sığmadı” demiş. O jakoben kafa, dün nasılsa bugün de aynı.
Ben, eşim, çocuklarım, annem, babam, kayınvalidem, kayınpederim adına konuşuyorum: Biz bu zihniyete hakkımızı helâl etmiyoruz.
|
Sebile ERTEKİN
16.06.2007
|
|
Barış ve huzurun katili: Irkçılık
İnsanlar arası bağları kemirip koparan önemli faktörlerin başında “ırkçılık” ve “kavmiyetçilik” gelir. Dostluğun, kardeşliğin, komşuluğun ve irtibatın baş düşmanı olan bu yaklaşımın temelinde kendini “üstün” ve “ayrıcalıklı” görme duygusu yatar.
Bir ırkı, bir kavmi ya da bir soyu körü körüne üstün görüp diğerlerini küçümsemek cehaletin eseridir. Böyle bir “saplantı” ve “takıntı”, beraberinde zulüm, haksızlık, hakaret ve saldırganlık yüklü uygulamaları getirir. Böylesi bir yaklaşımdan adalet ve hoşgörü beklemek, hayalden öteye geçmez.
Dinî bağların aşınmasından doğan bu yaklaşımın sonucunda ırklar, kavimler ve zümreler arasında kin, nefret ve düşmanlık meydana gelir. Böylece sosyal bağlar da kopar ve insanlar birbirine yabancı ve düşman olur. Kin, haset, fitne, fesat ve çekişmenin egemen olduğu bir ortamdan huzur ve adalet ummak, “huzur” ve “adalet” kavramlarına haksızlık yapmak demektir. Şefkat, merhamet ve insafın bitirildiği bir cemiyetin gündeminde sadece kendisini ve ırkını üstün görme hisleri yer alır. Irkçı zihniyete sahip bir bireyin kendi kusur ve eksiğini görmesi beklenemez. Hatta ona göre; onun ırkdaş, soydaş ve kavimdaşları da her türlü kusur ve eksiklikten uzaktır.
Bu kör zihniyet mensubunun duygularını tahlil etmek son derece zordur; çünkü insanî hasletlerinin tamamı dumura uğramıştır; hasta bir yapıya sahiptir. Hoşgörü ve nezaketin yerini kabalık, sevginin yerini kin, alçakgönüllülüğün yerini kibir, kucaklaşma ve yardımlaşmanın yerini uzaklaştırma ve boğazlama, şefkat ve merhametin yerini de zulüm ve gaddarlık işgal etmiştir.
Irkçılık zihniyeti, bazen de belli bir “bölge”, şehir”, “yöre” ya da “coğrafya”nın üstün tutulması biçiminde ortaya çıkar. Kendi bölgesi, şehri, yöresi veya coğrafyası dışında yer alan insanları “insan” bile görmez. Bu gibi durumlarda “haklı” olan “güçlü” değil; tam tersine güç ve kuvvet sahibi olan her zaman haklı ve üstündür.
Başkasına hakaret etmeden, ülkesinin ve milletinin refah ve mutluluğu için çabalamak elbette takdire şayan bir olaydır. Ancak bu, hiçbir zaman başkasını küçümseme “hakkını” beraberinde getirmez.
Felsefesinde gurur, kendini beğenmişlik, üstünlük ve asalet iddiası gibi itici unsurlar taşıyan bu anlayış ve mantığın dinde ve insanlıkta hiçbir yeri yoktur.
Farklı dil, bölge, renk ve coğrafyalarda yaratılan insanoğlunun, değişik özelliklerle donatılmış olması önemli bir husustur. Ancak, bu farklılıklar hiçbir zaman hiç kimseyi “ayrıcalıklı” ve “imtiyazlı” konuma yükseltmez. Bir ırkın diğer bir ırka, bir coğrafyanın diğer bir coğrafyaya, bir kavmin diğer bir kavme, bir aşiretin diğer bir aşirete, bir milletin diğer bir millete, bir topluluğun diğer bir topluluğa, bir ailenin diğer bir aileye üstünlüğü söz konusu olamaz.
Nitekim Yüce Allah buyuruyor ki: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da, birbirinizi tanıyıp kaynaşasınız ve aranızdaki münasebetleri bilesiniz diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en şerefliniz, O’ndan en çok korkanınızdır.” (Hucûrat: 49/13)
Burada özellikle “insanlar”ın muhatap alınması gerçekten çok dikkat çekicidir. Yüce Allah, insanları muhatap alarak onları onurlandırmış, değişik ırk ve milletlere ayrılış hikmetini de açıklayarak bunun hiçbir zaman bir “ayrıcalık” ve “ayrımcılık” nedeni olmadığını; tam tersine kaynaşma ve tanışmanın asıl olduğunu vurgulamıştır. Zaten âyetin sonunda üstünlük ölçüsünün, sorumlulukların yerine getirilmesiyle doğru orantılı olduğuna dikkat çekilmiş ve—bir bakıma—hiç kimsenin ırk ve cinsiyetiyle övünemeyeceği gerçeğine vurgu yapılmıştır.
Buna göre ırkla övünmek, aşiret ve kabilenin üstünlüğünü ileri sürmek bir cehalet göstergesidir. Aynı zamanda bu davranış, İlâhî ilkeye karşı gelme anlamını taşır.
Her hangi bir milliyet, cinsiyet, ırk ve coğrafyaya ait olma hususu, bizim tercihimizle gerçekleşmediğine göre, onunla övünmek doğru olmadığı gibi; bu sonuçtan dolayı dövünmek de yanlıştır.
Sonuç olarak, hiçbir insan mensup olduğu cinsiyet ve kimliğinden dolayı kınanamaz, hor görülemez. İnsanların toplumsal huzur ve barış içerisinde yaşamalarının sağlanması esastır ve karşılıklı saygı ve hoşgörü her şeyden önce gelir. Asıl olan aynı gezegen ve aynı gök çatıyı beraberce paylaşabilmek ve her türlü ırkçılık zihniyetinden uzak durmaktır.
Toplum bireylerinin birbirlerini daha doğru anlayabilmeleri ve birbirlerine daha fazla saygılı olabilmeleri temennisiyle…
[email protected]
|
Y.Doç. Dr. Cüneyt GÖKÇE
16.06.2007
|
|
İspanya demokrasiyi kutluyor
İspanya, tarihinde büyük yaralar açan diktatörlük rejiminden kurtulup demokrasiye geçişinin 30. yılını kutluyor.
Yaklaşık 40 yıl hüküm süren diktatör general Francisco Franco’nun ölümünden 19 ay sonra, 15 Haziran 1977 tarihinde yapılan ilk serbest genel seçimle demokrasiye geçen İspanya, 23 Şubat 1981 tarihinde Albay Antonio Terejo’nun bir gün süren ve Kral Juan Carlos’un müdahalesiyle önlenen darbe girişimi olsa da bugün demokrasinin değerlerine en fazla sahip çıkan ülkelerden biri olarak yer alıyor. 20 Kasım 1975’te diktatör Franco’nun ölümünden sonra Temmuz 1976’da Adolfo Suarez’i Başbakan olarak seçen Kral Juan Carlos, yaklaşık 1 yıl içinde ülkede serbest bir şekilde genel seçim yapılmasını başarmıştı. İspanya’nın demokrasiye geçiş tarihi olarak kabul edilen 15 Haziran 1977’de yapılan genel seçimleri kazanan Suarez, demokrasi döneminin ilk başbakanı olmuştu.
|
/ MADRİD
16.06.2007
|
|
|
|