“Dün, dünle gitti cancağızım,
Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım.”
Mevlânâ, bu mısralarla ifade etmişti zamanında hissedilen içtihat ihtiyacını.
Aslında, yalnız onun yaşadığı asra has bir hâl değildi bu ihtiyaç. Hayat asırlar, yıllar, mevsimler içinde olduğu kadar; haftalar, günler, saatler, hatta anlar içinde bile yenilenen tabiî bir akıştı.
Bütün canlıların gayriihtiyarî yaşadığı bu yenilenme hâlini sadece insanlar görüp bilerek takip etme imkânına sahip olduğundan görmekle kalmamaları, hakikî mânâsıyla yaşayarak tekâmül etmeleri gerekirdi.
Bunu yapmayıp yalnız belli bir zamanın şartları içinde yaşamaya kalktıkları takdirde hem kendi içlerinde çelişkiye düşerler, hem de çevreleri ile çatışmaya girerlerdi.
O zaman insanlığın esasını teşkil eden değerler dumura uğrar, ferdin huzuru, mutluluğu kaçar; cemiyetin sulhu, sükûnu bozulur ve hayat, hazzı, âhengi ile birlikte mânâsını da kaybederdi.
Onun için, devlet adamları ve hükümet erkânı maddeten; âlimler, şairler ve sanatkârlar da mânen cemiyetin huzurunu sağlayarak yenileşmeye zemin izhar etmekle mükelleftiler.
Fakat onlar da bunu ancak muayyen zamanlarda gelen müçtehitlerin içtihatlarına ve müceddidlerin icraatlarına göre hareket ettikleri nisbette başarabilirlerdi.
Belli bir zaman hududu olmayan bu gerçeği bilen ve çeşitli vesilelerle cemiyeti yeni gelişmelere hazırlaması gereken insanlara hatırlatan Mevlânâ, sözünü kuru bir nasihat olmaktan çıkararak tesirini arttırmak için de kendini örnek göstermişti.
“Eski satanların nöbeti geçti,
Benim pazarımda şimdi yeniler satılıyor.”
En muteber metaı Mesnevî’si ve Semaı idi Mevlânâ’nın bu beyitte sözünü ettiği pazarın. Mesnevî, san’atlı sözlerden; Sema da ahenkli hareketlerden ibaretti. İkisi de yeniydi ve onlara ittiba edenleri de yenileştirirdi.
Gerçi daha önce pek çok mesnevî yazılmış, semaya benzeyen hareketler yapılmıştı. Ama onlar hisleri ihtizaza getirse de akılları, idrakleri yeni telâkkilerle tezyin edemediğinden, cemiyet üzerinde fazla müessir olmamıştı.
Mevlânâ’nınsa her şeyi yeniydi. Daha önce pek duyulmayan sözler söylemiş, görülmeyen hareketler yapmıştı. Bunlar ilk defa yapılan bir başlangıç değil, eskinin yeniyle mezcedilmesi neticesinde meydana gelen içtimaî tekâmül hamleleriydi.
Ne var ki, her şey gibi onların da tesir sahaları ve süreleri mahduttu. Zamanın amansız akışı içinde kendisinin de bir gün eskiyeceğini ve yerini yenilerinin alacağını bilen Mevlânâ, bu vesile ile Peygamberimizin (asm) Hadis-i Şerifinin tecellisine mazhar olacağı için memnun ve müsterihti.
Bu hissini her vesile ile izhar ve ifade etmesine rağmen, zamanla bazı insanların yeniliklere intibak etmek yerine çeşitli mülâhazalarla kendini kandırarak eskiye bağlanıp kalacaklarını veya başka tevil yolları arayacağını hissettiğinden her insanın, kendi asrının müçtehidini tanıyıp onun içtihatlarına uygun hareket etmesi gerektiğini hatırlatma ihtiyacı hissetmişti.
“Her devirde peygamber yerine, bir velî vardır.
Bu usul kıyamete kadar dâimdir.
İşte diri ve faal imam o velîdir.
İster Ömer soyundan olsun, ister Ali soyundan.
Ey yol arayan, Mehdi de odur, Hadi de o,
Hem gizlidir, hem senin karşında oturmakta.”
Mevlânâ’nın bu şekilde de ifade ettiği gibi İslâm Âlemi her yüz senede bir gelen müçtehitler sayesinde kendini maddî ve mânevî yönden yenileyerek gelişmeye devam etti.
Bu zaman içinde insanlık da bilhassa ilmî icatlarda ve içtimaî sahalarda hızla gelişip değiştiği için Müslümanlar yeni şartlarla ve farklı imkânlarla gelen asırlara, onlara münasip içtihatlarla mukabele ederek ferdin huzurunu, mutluluğunu, cemiyetin sulhunu, sükûnunu sağlamaya çalıştılar.
Yalnız Müslümanların değil, gayrimüslimlerin de istifade ettiği bu İslâmî inşirah hamleleri, bazı inkıraz zamanlarına rağmen fasılalarla da olsa, geçen asrın başlarına kadar devam etti.
‘Üstadını kızdırmamak için şahsını sena etmeyen’ Şamlı Hafız Tevfik’in, “‘Her yüz sene başında dini tecdid edecek bir müceddid gönderiyor’ va’d-i İlâhîsine binâen, Hazret-i Mevlânâ Hâlid, ekser ehl-i hakikatçe bin iki yüz senesinin, yani on ikinci asrın müceddididir. Madem tam yüz sene sonra aynen dört cihette tevafuk ederek Risâle-i Nur eczaları aynı vazifeyi görmüştür; kanaat veriyor ki, nass-ı hadisle Risâle-i Nur tecdid-i din hususunda bir müceddid hükmündedir” sözleri ile de dile getirdiği gibi müçtehidlik ve müceddidlik vazifesi geçen asrın başlarında Hâlid-i Bağdadî’den Bediüzzaman Said Nursî’ye intikal etti.
Gerçi o, değil maddî ve dünyevî; mânevî makamlara, uhrevî unvanlara bile itibar etmediğinden hiçbir zaman öyle bir iddiada bulunmadığı gibi isminin o sıfatlarla birlikte anılmasına da müsaade etmedi.
Mevlânâ Hâlid’in, bir müridinin torunu tarafından yıllarca saklanarak kendisine hediye edilen ve müçtehidliğin sembolü addedilen cübbeyi giyip sarığı sararken de, Müceddid-i Elf-i Sâni İmam-ı Rabbanî’nin “Mütekelliminden biri gelecek, bütün hakaik-i imaniyeyi kemal-i vuzuh ile beyan ve ispat edecek” şeklindeki taltifini kabul ederken de bunları Risâle-i Nur adına yaptığını söyledi.
Lâkin çeşitli vesilelerle Risâle-i Nur Külliyatını tetkik eden âlimler ve Nurları okuyarak zihinlerini saran bütün şüphelerden, tereddütlerden kurtulup imanını kuvvetlendiren insanlar onu hep o sıfatlarla yâdettiler.
Zîra, zaman yeni şeyler söyleme zamanı olduğundan hep yeni şeyler söyledi Bediüzzaman. İsabetli teşhisler koydu, doğru içtihatlar yaptı ve ‘İslâm Âlemi’nde bin senedir biriken’ yanlışlıkları düzeltti.
Bunun yanı sıra, bazı zamane âlimlerinin, müçtehidlik hevesine kapılarak kendisini iyice yetiştirip meselelere vakıf olmadan içtihat yapmaya kalkarak yeni hatalar yapmalarına da fırsat vermedi.
Bunları yaparken, hakkı ve liyakati olduğu hâlde kendisini zamanın yegâne mânevî mercii olarak da görmedi. Hem geçmişte yapılan içtihat hatalarını düzeltirken, hem de zamanın şartlarına uygun yeni içtihatlar yaparken her icraatını her türlü tenkide açık tuttu.
Nitekim “Ben, ‘Senin içtihadında hata var’ diyenlere ve ispat edenlere teşekkür edip ruh u canla minnettarım. Fakat şimdiye kadar o içtihadımı tamamıyla kanaatle tam tasdik edenler binler ehl-i iman ve onlardan çokları ehl-i ilim tasdik ettiler” diyerek de ifade ettiği gibi her içtihadı ehli tarafından takdir gördü ve ittiba edildi.
Ehil insanlar tarafından yapılan bu teyitlere, efkâr-ı âmmeye mal olan yaygın kanaatlere rağmen Bediüzzaman’ın gösterdiği müstağnî tavırdan ve mütevazî ifadelerinden cesaret alarak bu kanaatlere karşı çıkan bazı kişiler de oldu.
Maksatları, şecerelerinin eskiliğini ve müridlerinin çokluğunu nazara alarak kendilerini lâyık gördükleri bazı mânevî sıfatlar taşıyıp uhrevî makamlara sahip olmaktı.
Bunun için her yola baş vurmalarına rağmen âlimlerin nazarında da ahâlinin nezdinde de itibar görmediler ama dinî hareketleri kontrol altına almak isteyen ve Bediüzzaman gibi bazı samimî din âlimlerinin hasbî hizmetlerinden rahatsız olan resmî mercilerin dikkatini çektiler.
Bilhassa Bediüzzaman’ın, yazdığı Kur’ân tefsirleriyle dini ihya edip imanı kuvvetlendirme faaliyetlerinden rahatsız olan bu çevreler, ilmi yollarla onun fikirlerinin çürütülüp tesirinin kırılamayacağını bildiklerinden, önce hayatına kastetme cihetine gittiler.
Bu maksatla defalarca zehirlediler, asılsız suç isnatlarıyla mahkemelere verip hapishanelere attılar. İddia edilen suçlar sübut bulmayınca hakimlerin kanaat-i vicdaniyeleri ile sürgüne gönderdiler.
Lâkin o, her seferinde siyanet-i İlâhiye sayesinde ölümden kurtulup bulunduğu yeri bir hizmet merkezi hâline getirince, bu sefer karşısına liyakatsiz ama heveskâr âlimleri çıkardılar.
Onların, kendilerine verilecek her göreve hazır olduklarını görünce, hem dine mugayir icraatlarına onlardan fetva almaya, hem de onları devletin mühim âlimleri gibi gösterip Bediüzzaman’ın moralini bozarak sözünün tesirini kırmaya çalıştılar.
Dinin hükümlerinden ziyade kendilerine verilen talimatlara göre hareket eden bu kişiler, ilk olarak Kur’ân-ı Kerim’in Lâtin harfleri ile yazılmasına, ezanın ve hutbenin Türkçe okunmasına fetva verdiler.
Ardından milletin sarık, cübbe gibi İslâmı tedaî ettiren kıyafetleri çıkarıp Avrupâî kisveler giymesinde, başına şapka takmasında ve medreselerin, tekkelerin, türbelerin, zaviyelerin kapatılmasında da dinen bir mahzur görmediler.
Zamanın büyük âlimleri ve meselenin ehli olan insanlar bu kararlara karşı çıkıp verilen fetvaları geçersiz sayınca onlar da yaptıklarının içtihat olduğunu söyleyerek kendilerini savundular.
Aslında Bediüzzaman’ın, “İçtihad eden hakkı bulsa iki sevap var. Bulmazsa bir nev’î ibadet olan içtihad sevabı olarak bir sevap alır. Hatasından mazurdur” şeklinde de ifade ettiği gibi eğer onlar samimî bir niyetle içtihad yapmak isteseler, hata da etseler mazur görülürlerdi.
Fakat onlar dini emirlerin yaşanmasını kolaylaştırmak için içtihad yapmaktan ziyade mütegalibelerin emrine uyarak milleti ifsat etmeye çalıştıklarından, yaptıkları işi içtihad olarak değerlendirmek mümkün değildi.
Onun için ‘Haddinden tecavüz edenin haddini bildirmek için’ harekete geçen Bediüzzaman, meseleyi vuzuha kavuşturmak maksadıyla Yirmi Yedinci Söz olarak da adlandırdığı İçtihad Risâlesini yazdı.
“İçtihad kapısı açıktır. Fakat bu zamanda oraya girmeye altı mani vardır” diyerek zamanın şartlarını da nazara alıp mesele hakkındaki nihaî hükmü verdikten sonra sözünü ettiği manileri sıraladı.
“Nasıl ki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir. Yeni kapıları açmak, hiçbir cihette kâr-ı akıl değildir. Hem nasıl büyük bir selin hücumunda tamir için duvarlara delikler açmak gark olmaya sebeptir. Öyle de şu münkerât zamanında ve âdât-ı ecnebinin istilâsı anında ve bid’aların kesreti vaktinde ve dalâletin tahribâtı hergâmında, içtihad namiyle kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp duvarlarından muhariplerin girmelerine vesile olacak delikler açmak İslâmiyete cinayettir.”
Birincisini bu şekilde ifade ettiği manileri sıralayıp meseleyi misallerle akla yaşlaştırarak bütün yönleri ile izah etti ve buna rağmen içtihat yapmaya kalkmanın mânevî mesuliyeti mucip yanlış bir hareket olduğunu anlattı.
Bununla birlikte hiçbir İslâmî ve imanî meseleyi muallakta bırakmadı. Kendisine sorulan bütün meselelerin yanı sıra, ileride sorulması muhtemel sorulara da mukni, müessir ve müdellel cevaplar verdi.
Bu şekilde İslâm dininin temel meselelerini hâlledip İslâm Âlemi’nin mühim hadiselerini vuzuha kavuşturduğu Risâle-i Nur Külliyatını telif ederek ileride vuku bulabilecek içtihadî zaruretleri de bir ölçüde izale etti.
İlerleyen zaman içinde insanların tecdidî hususlarda şüphe ve tereddüde düşerek yeni beklentilere kapılmamaları için eserlerinin, hâle ve istikbale matuf hususiyetini de bizzat kendisi dile getirdi:
“Risâle-i Nur, bu asrı ve gelecek asırları tenvir edecek olan bir mu’cize-i Kur’âniyedir.”
01.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|