|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Göklerin ve yerin Rabbi ve Arşın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıklarından münezzehtir.
Zuhruf Sûresi: 82
|
01.07.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Allah bir beldeyi helâk etmek istediğinde, orada zinanın açıkça işlenmesine fırsat verir.
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 235
|
01.07.2007
|
|
Mühim bir vazife: Kur’ân öğretmek
Aziz, sıddık, ciddî, samimî âhiret kardeşim ve hizmet-i Kur’âniyede çalışkan bir arkadaşım Refet Bey,
Mektubunuz beni mesrur etti. Biliniz ki, iki sene evvel mâbeynimizde hararetli bir uhuvvet başladı. Sonra bazı ârızalarla ileri gitmedi. Müjde, şimdi ileri gidiyor. Çünkü, Hüsrev bana yazdığı mektubunda, senden çok memnun olduğunu, Barla’dan döndükten sonra seni istediğim tarzda bana gösteriyor.
Demek tam onunla ittihad ve teşrik-i mesâi ediyorsun. Elinden geldiği kadar onunla münasebeti kuvvetleştir. Hem herbir has talebenin mühim bir vazifesi, bir çocuğa Kur’ân öğretmek olduğundan, sen bu vazifeyi yapmaya başladın. Sen birinci talebelerden olduğundan, inşaallah senin çocuğun da birincilerden olacaktır. Madem çocuk benim de evlâd-ı mâneviyemdir; ona verdiğin ders, yarısı senin namına ise, yarısı da benim hesabıma olmalıdır.
Senin rüyan ise çok mübarektir. Tabiri pek zahirdir. Isparta bir camidir. Hüsrev, Refet, Lütfü, Rüşdü gibi zatların samimî mütesânid heyetin şahs-ı mânevîsi sana Said suretinde gösterilmiş. Risâlelerle verdiğiniz ders ise, va’z u nasihat suretinde gösterilmiş. Sen namazı kılmadığınızdan geç kalıp, acele ederek derse yetişmek tâbiri, Sözler’in neşri haricinde bazı vezâif-i diniye, hem bir parça tembellik, sizi birincilik hakkın olan birinci derste ikinci derecede kaldığınıza işaret edip, seni ikaz ediyor.
Her neyse... Ben senden şimdi çok memnunum ve oradaki kardeşlerim dahi senden çok memnundurlar. Cenâb-ı Hak bize ve size tarik-i Hakta hizmet-i Kur’âniyede sebat ve metânet versin. Âmin. Kayınpederiniz Hacı İbrahim Efendiye çok selâmla Bedreddin’e ve hemşireme çok duâ ediyorum.
Barla Lâhikası, 173-74
***
Kur’ân, Arş-ı Âzamdan, İsm-i Âzamdan, her ismin mertebe-i âzamından geldiği için, On İkinci Söz’de beyan ve ispat edildiği gibi, Kur’ân; bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah’ın kelâmıdır; hem bütün mevcudatın İlâhı unvanıyla Allah’ın fermanıdır; hem bütün semâvat ve arzın Hâlıkı namına bir hitaptır; hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir; hem saltanat-ı âmme-i Sübhâniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir; hem rahmet-i vâsia-i muhîta nokta-i nazarında bir defter-i iltifâtât-ı Rahmâniyedir; hem Ulûhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır; hem İsm-i Âzamın muhitinden nüzul ile Arş-ı Âzamın bütün muhâtına bakan ve teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir.
Sözler, s. 331
|
01.07.2007
|
|
Bir dindar cumhuriyetçi: Bediüzzaman Said Nursî (2)
Dünden devam
Bediüzzaman, Cumhuriyetle yönetilen bir ülkede, iktidarda ve hükümette bulunan yöneticilere karşı muhaliflerin bulunmasının normal ve gerekli oluşuna dikkat çeker. Ardından, bu ithamı ileri sürenlere karşı Cumhuriyet rejimine dair önemli açıklamalar yapar. “Âsâyişe, emniyete ilişmemek şartıyla herkes vicdanıyla, kalbiyle kabul ettiği bir metodu, bir fikri ile mes’ul olamaz” prensibini ortaya koyduktan sonra “Dininde en mutaassıp ve cebbar bir hükûmet olan İngilizlerin” hakimiyeti ve sömürgesi altında bulunan Müslüman milletlerce takınılan muhalif tavırları örnek verir. “Müslümanlar, İngilizlerin küfrî rejimlerini Kur’ân ile reddettikleri ve kabul etmedikleri halde, İngiliz mahkemeleri şimdiye kadar onlara o cihette ilişmemiştir” der. Osmanlı Devleti döneminden itibaren Müslüman halklar arasında Yahudilerin ve Hıristiyanların rahatlıkla yaşadıklarını, “bu milletin dinine ve kudsî rejimlerine muhalif ve zıt ve muteriz oldukları halde, hiçbir zaman mahkeme, kanunlarıyla onlara o cihette” ilişmediklerini söyler.
CUMHURİYETÇİ HALİFE
Bediüzzaman, yönetime karşı muhalif olmanın yine Cumhuriyet rejiminin bir gereği ve neticesi olduğuna dair Hazret-i Ömer’in (r.a.) halifeliği dönemiyle ilgili bir örnek verir. Adaletiyle meşhur olan Hz. Ömer (r.a.) bir Hıristiyanla mahkemede beraber muhakeme olmuşlardır. Mahkeme sırasında Hıristiyan vatandaşın Müslümanların hem mukaddes rejimlerine, hem dinlerine, hem kanunlarına muhalif olmasına rağmen, bu özelliğinin kesinlikle dikkate alınmadığını, neticede adaletin tecellî ettiğini ifade eder.
Bediüzzaman savunmasının devamında, “Cumhuriyet” adına Cumhuriyetin ruhuna ters, komünizm ve bolşevikliğin hesabına geçecek tarzda baskıcı ve despotik uygulamalara karşı çıkacağını, adına “Cumhuriyet” denilse de “hürriyet perdesi altında,” dindarlar aleyhinde en şiddetli zulümlere âlet olabilen geçici bir rejime, sadece kendisinin değil, vicdan sahibi herkesin ‘muhalif’ olacağını dile getirir. Böyle bir muhalefetin de, Cumhuriyetle yönetilen hiçbir ülkede ve yönetimde suç sayılmadığına vurgu yapar.8
CUMHURİYETİ KÖTÜ OKUYANLAR
Bediüzzaman, o çok değer verdiği, uğruna nice sıkıntılara maruz kaldığı Cumhuriyet rejiminin kötü yorumlanmasına, kötü maksat ve gayelere araç yapılmasına da şiddetle karşı çıkmıştır. Lem’alar isimli eserinde yer alan Yirmi İkinci Lem’a’da, kendisine yöneltilen “Cumhurî” kanun ve kurallara uymadığı, aykırı davrandığı gibi bir takım suçlamalara cevap verir. Kendi hayatından bazı kesitler ve örnekler sunduktan sonra, şu ifadelerle tepkisini gösterir:
Bu “Medeniyet midir? Maarifperverlik midir? Vatanperverlik midir? Milliyetperverlik midir? Cumhuriyetperverlik midir? Hâşâ, hâşâ!”9
Bediüzzaman, Şuâlar isimli eserinde, benzer serzenişlerde bulunur ve teessüflerini dile getirir. Üstelik Cumhuriyet yönetim şeklinin en temel özelliklerinden olan “vicdan özgürlüğü”nü kendi aleyhinde gerekçe olarak göstermişlerdir. Bediüzzaman şöyle der:
“Biz hükümet-i cumhuriye (Cumhuriyet yönetimi) ve esaslarından en ziyade kendimize medar-ı istinat (dayanak ve hareket noktası) ve onunla kendimizi müdafaa ettiğimiz hürriyet-i vicdan (vicdan özgürlüğü) esası, bizim aleyhimizde medar-ı mes’uliyet (sorumlu tutulma gerekçesi) tutulmuş. Güya biz hürriyet-i vicdan esasına muarız gidiyoruz!”10
Yine Şuâlar isimli eserinde “Denizli Hapishanesinde tecrid-i mutlak ve haps-i münferitte mevkuf (tek kişilik hücre hapsinde tutuklu) Said Nursî” imzasıyla yer alan mektubunda Bediüzzaman, bazı din düşmanı mihrakların adâlet müessesesini yanıltarak, aleyhlerinde gereksiz ve haksız yere meşgul ettirdiğini dile getirir. Ardından bu gizli düşmanların, “zındık ve münafıklar”ın “istibdad-ı mutlaka (despotizme)‘Cumhuriyet’ nâmı verdiklerini söyler.
SONUÇ: CUMHUR İÇİN CUMHURİYET
Bediüzzaman, Cumhuriyet prensiplerinin herkese aynı seviyede ve adalet gözetilerek uygulanmadığına ısrarla dikkat çeker. Cumhuriyet prensipleri arasında yer alan din ve vicdan özgürlüğünden hareketle hükümet yetkililerinin dinsizlere ilişmediğini, buna karşılık dindar insanlara yönelik bu prensibin uygulanmadığını dile getirir. Olması gereken şey ise “mümkün olduğu kadar dünyaya karışmayan ve ehl-i dünya ile mübareze etmeyen ve âhiretine ve imanına ve vatanına dahi nâfi (faydalı) bir tarzda çalışan dindarlara da ilişmemek”tir.
Bediüzzaman, maruz bırakıldığı haksızlıklara, hukuka aykırı uygulamalara rağmen, yetkili mercilere gerek dilekçelerle, gerek mektuplarla, gerek telgraflar çekmek suretiyle adaletin tecellîsine yönelik gayretlerini ömrü boyunca göstermiştir. Aslında takip ettiği bu tavır sadece savunma ve müdafaa nitelikli değil, irşad ve tebliğ ciheti de olan bir uygulamadır. Bu irşad ve tebliğ esnasında bir yandan Risâle-i Nur ve Nur talebeleri hakkında sorumlu mercileri bilgilendirme yaparken, diğer yandan Cumhuriyetin temel özelliklerine sıklıkla atıflarda bulunmuş, menfî maksatlarla hareket eden yetkililerin Cumhuriyet adına Cumhuriyete taban tabana zıt keyfî uygulamalarda bulunduklarına dikkat çekmiştir. Böylece kamuoyunda Cumhuriyeti kendi emellerine âlet edenlere karşı bir bilinç ve duyarlılık meydana gelmiştir.
Dipnotlar:
8- Risâle-i Nur Külliyatı, Emirdağ Lahikası, s. 382
9- Risâle-i Nur Külliyatı, Lem’alar, s. 178
10- Risâle-i Nur Külliyatı, Şuâlar, s. 320
—Son—
(Genç Yaklaşım, Haziran-2007
sayısından alınmıştır)
|
Dr. Veli SIRIM
01.07.2007
|
|
Cehennem sıcakları!
Yine yaz(ı) vakti geldi, çattı... Birşeyler yazmam lâzım... Ama yok, yazamıyorum. Aklıma derli toplu bir şeyler gelmiyor bir türlü. Düşünüyorum, düşünüyorum... Yine de dişe dokunur bir şeyler çıkmıyor. Sanki bir bezginlik hali, bir yılmışlık hali hâkim düşüncelerime. Sebep: Çünkü hava çok sıcak! İnsanda düşünecek bir hal mi bırakıyor! Bunca sıcağa rağmen yazılarını yazabilen cümle yazarlara takdirle ve biraz da kıskançlıkla bakıyorum.
Şimdi siz de bana biraz sitemle bakıyorsunuz belki... Belki “amma da yaptın” diye haklı olarak çıkışıyorsunuz. Sanki sıcaktan etkilenmeden yazabileceğim bir gölge de mi bulamadım değil mi? Ya da zaten hergün hergün yazmıyorum, öyleyse yazmak için bir akşamüstü ya da bir geceyarısı da mı yok?..
Haklısınız, haklı olmasına da benim bahsettiğim sıcak sizin bu yazının burasına kadar anladığınız sıcak değil! Benim bahsettiğim sıcak maalesef beni geceyarıları da akşamüstüleri de terk etmiyor. Benim bahsettiğim sıcak gölgede de aynı derece, güneşte de aynı derece olabiliyor. Banim bahsettiğim sıcak insanı daha sıcak bir yerlere(!) götürmek için uğraşıp duruyor...
Evet, benim bahsettiğim hava, manevî hava... Maddî hava değil. Ve ne yazık ki bu manevî havanın iç dünyamdaki sıcaklığı günahlarla ve arızalarla bozulabiliyor, felâket derecelerine yükselebiliyor. İnsanın düşünceleri de bu hava bozukluğundan işte böylesine kötü etkileniyor.
Sanki cehennemden gelmiş gibi günah rüzgârları... İnsanı olması gereken manevî ikliminden hayli uzaklara savurabiliyor. İnsanın manevî havasını fırtınalarla sarsmaya çalışıyor. Adeta cehennemden fırlatılmış göktaşları gibi insanın manevî atmosferine girdiği vakit—eğer bu atmosfer yeterli gelmezse—adeta paramparça edebiliyor insanın iç dünyasını.
Gelmiş olduğu cehennemin o korkunç sıcaklığına çok az da olsa yaklaşmasından mıdır bilinmez, manevî havanın bozukluğu yaz ayları daha bir çok etkiliyor insanları. Hele ahirzamanda, hele modern zamanlarda. Ve ne kadar ilginçtir ki, yine aynı anlamsızlıkla maddî havanın sıcağından şikâyet ettiğimiz kadar şikâyet bile edemiyoruz manevî sıcaklardan.
Maddî havanın sıcaklığından bunalınca paramıza kıyıp klimalar, vantilatörler alıyoruz. Manevî havanın sıcaklığı artınca da bir şeylerden daha fazla fedakârlık etmemiz gerekmiyor mu?
Maddî hava biraz bozulunca, biraz artınca sıcaklar, tedbirler almaya daha dikkatli olmaya başlıyoruz. Manevî havamız, manevîyatımız bozulunca daha fazla tedbir almak, kendimizi daha fazla kollamamız gerekmez mi?
Maddî havanın sıcaklığı artınca yaylalara gölgelere kaçma ihtiyacı hissediyoruz. Manevî havamız sıcak olunca da Kur’ân-ı Kerîm’in, Resûl-i Ekrem’in, Risâle-i Nurların serinletici iklimlerine girmeli değil miyiz? (Küçük bir not: Bu açıdan yaz aylarında artan okuma programları ve okuma kampları ne kadar anlamlı değil mi?)
Maddî hava bozulunca herkes birbirini uyarıyor da, manevî hava sıcaklıkları sınıra dayansa da az bir insan topluluğu hariç kimse kimseyi uyarmıyor. Uyarıcılara rastlayınca adeta kaçıyoruz bazen de kızıyoruz. Halbuki maddî hava sıcaklığından hepimizi uyaran meteorolojiye kızıyor muyuz?
Cehennem sıcakları diyoruz, hiç de öyle olmadığı halde. Halbuki gerçek cehennemin sıcaklığını hayal bile edemiyoruz. Anlıyorum ki; manevî havamız bozuldukça daha bir yakınlaşıyoruz cehenneme. Asıl cehennem sıcakları içimizde yanıyor.
Hatırlatalım: Manevî dünyasını cehennemî sıcaklardan çok defa muhafaza edebilmiş bir insan olan Said Nursî, Risâle-i Nurlarda çeşitli yerlerde maddî havanın manevî havadan etkilendiğini ifade eder. Meselâ çıkan bir fırtınayı ya da-–bu gidişle bütün dünyanın şikâyetçi olacağı—kuraklığı yorumlarken manevî havanın bozukluğunun maddî havaya da bu şekilde tesir ettiğini söyler.
Bilmiyorum ki bundan sonra söze gerek var mı bu yazıda? Hepimizin manevî atmosferi güzel ve güçlü olsun efendim.
[email protected]
|
Ahmet Tahir UÇKUN
01.07.2007
|
|
BİR KISSA, BİN HİSSE
1915 Senesinde hacca gidip, Medine türbedarı ile görüşen Cemal Öğüt türbedardan naklen anlatıyor:
1915 yılının hac mevsimi idi. Her hac mevsiminde olduğu gibi, Medine’ye dört bir yandan mü’minler akıyordu. Bu gelenlerin içinde Hindistan ulemasından, âlim, zahit, keşfi açık bir Allah dostu da bulunuyordu. Bu Allah dostu ile aramızda yakınlık oluştu, sohbetine katıldık. O kadar güzel sohbetleri oluyordu ki, kendi ağlıyordu, dinleyenleri de ağlatıyordu.
O zamanlar Osmanlı’nın çok sıkıntıda olduğu zamanlardı, ehl–i küffar, İslâm’a karşı saldırıya geçmiş, Payitahtta Çanakkale Boğazı’nda büyük savaşlar oluyordu.
Hindistanlı âlimde bir şey dikkatimi çekmişti, sohbetlerinde ağlıyor, namazlarında ağlıyor, yolda yürürken ağlıyordu. Ağlamadığı zamanlarda da devamlı hüzünlü idi. Merakım arttıkça arttı ve bir gün kendisine bunun sebebini sordum:
“Efendim! Mübarek bir yerdesin, gözün gönlün açılacağı yerde devamlı ağlıyorsun, devamlı yüzünde hüzün var, bunun sebebi, hikmeti nedir?” dedim.
Beni yanına oturttu, gözyaşlarını sildikten sonra bana dedi ki:
“Ben Peygamber hasreti ile çok uzaklardan buralara geldim. Ben Kâinatın Efendisi’nin kokusunu, ruhaniyetini Hindistan’dan alırdım. Şimdi buralara geldim, Efendimin kabr–i şerifi başındayım, ama Hindistan’da aldığım feyiz ve nuranîliği burada bulamadım. Bu ne hâldir diye düşünüyorum, acaba bir günah mı işledim, bir suçum mu var? Efendim benim üzerimden himmetini çekti mi? Yoksa Efendimiz burada mı değil? Çünkü burada olsa onu hisseder, onun ruhaniyetini sezerdim. Bu hâl beni perişan etti.”
Türbedar bu Allah dostunu dikkatle dinledi ve derinden hüzün duydu. Gece yattığında kafasında yığınla soru işaretleri vardı.
Türbedar sabah namazına kalkmadan önce bir rüya gördü. Rüyasında Kâinatın Efendisini gördü. Edebinden Efendimize bir şey soramadı.
Fakat Kâinatın Efendisi (asm) şöyle buyurdu:
“Hissettiğiniz doğrudur. Ben nice zamandır makamımda değilim; Çanakkale’deyim.”
|
Süleyman KÖSMENE
01.07.2007
|
|
|
|