Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 30 Haziran 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

İstanbul'u özledim

Sefer var gönlümün ayazında bu muhteşem şehre. Özlediğimin habercisi olarak. Üzerimde kalan bir ganimeti andırıyor bu özlem. Sanki bir sevda gibi bu şehrin özlemi vuruyor; hırçın dalgaların gönlün limanına vurması gibi. Özlemin her beytinde, nâraların sesi duyulurcasına.

Her yanı maneviyatın uhdesini barındıran şehr-i yâr! İnşirah etti bu diyarlar senin kocaman bağrına. Göçebe olduk seni gördüğümüzden beri bu yerlerde. Ne zarafeti çeker, ne de bir bakışa doyulmayan güzelliği. Bir kere seni gördük ya artık vazgeçmek olur mu? Senden uzakta olsak ta sevdan var âfet-i canın kitâbesinde.

Emrine âmâde ettiren nâzlı şehir! Seni özledim. Sokaklarında yürümeyi, havanda solumayı özledim. Daha neler var özlediğim. Eminönü’nde güvercinlere yem atmayı, Sultanahmet’te namaz kılmayı, Eyüpsultan’da duâ etmeyi özledim. Üsküdar sahilinde yürüyüp; Kız Kulesi’ne bakmayı özledim. Seni özledim İstanbul. Sana gelmeyeli iki sene oldu. Göçmen kuşlar uçup durdu bu yüreğimde. Seni hatırlatırcasına. Hep serzenişlerle ötüp durdular. Bin bir vecizelere mahkûm olmuş gibi benimle beraber özlediler seni. Hani ne zaman gideceksin bu özlem duyduğun şehre diye. Yeniden yürümek ister misin Beyazıt meydanında? Ben de evet dercesine bir halin içine giriftar oluyorum.

Adına bin bir çeşit şiirler yazılıp destansı olan; başında taç gezdirilen İstanbul. Senden süzülen nâzenin bir rüzgâr savrulur uzak iklimlerinden. Hissederim cezbeye gelmişçesine. Bir beyanname gibi okuyorum seni hatırlatan her şeyi. Şevke getiriyor yeniden sana gelmeyi. Bir nâzar gezdirmek için. Seyran edip seninle olmak için. Ah bir bilsen! Özlemin nabzının nasıl attığını. Muhabbetin coşkusunun nasıl hissedildiğini.

Ey meftun olunup mersiyelere ikram olunan şehir! Pür sevda bir selsebilin bağrında akıp giden şehir. Sergüzeşti hayatında neler var. Nârında, hasretinde, pâyitahtında neler var. Dokunmaya kıyılmayan paha biçilmez güzelliğinde. İnkişaf edip her yere sirâyet eden. İkrâr edip her halinle kabul ettiren. Kalabalığın bir yana gürültün bir yana trafiğinde işkence çektiren; ama yine her şeyinle sevilen İstanbul. Katranların kumistânında, külli ateşin kalesinde istifa eden; arada bir isyana gelen bütün duygulara rağmen sen varsın bizde. İhya olunmuşken intizarı beklemek zor olmayacaktır. Sana gelmek bin can ile arzu edilir. Bir kere özlem yaşanmışken, bu özlemin can suyu sende varken vazgeçmek kolay olacak mıdır? Sana gelmek, zorluğuna rağmen sana ulaştıracak vasıtalarda resmî geçidini seyretmek. İştiyakı tekrar tahrik etmek için. Saltanın da sultansın. Dünyanın başşehri olacak kadar muhteşemsin. Ben yine saltanatı olduğun topraklarına gelmek istiyorum. Vuslata bir çağrı olsun diye özlemim nida diye göklere yayılsın. Ve yeniden gelip benimle buluşsun. Çok yakında bir muştunun alarmını vermek kastiyle.

Ey İstanbul! Dört bir yanına dağılan ziynetinle göz kamaştırıyorsun. Suretinle, siretinle, yani maneviyatınla; yüzyıllara damgasını vuran tarihinle; başka şehirlere benzemeyen duruşunla farklısın, cana can katan şehir. Gürültülü caddelerinde yürürken gözüme takılan tarihî mezarlıkların bana hep faniliği hatırlatıyor. Bu farklılıklarından biri olarak bâriz bir şekilde ortada. Artık senin buram buram kokan manevî yönüne âzâmî derecede gösterirken.

Sana hicret etmek için bu diyarlardan uzaklaşalım. Yerleşmek olmasa da misafir olarak gelelim. Bu bile yeterli. Her daim uzak kalmaktan iyidir. Yeniden yollarında yürümek ne güzel olacak. Bana aşina olduğun için bu sefer yabancılık çekmem. Alıştım sana. Araya uzun ayrılık girse de yine sana gelmek bana neler hissettirecek. Eminim bu özleme vuslat damgasını vuracak. Ayrılığın künyesine muştu diye yazılacak. Evet, İstanbul bu ayrılık Ağustos ayında bitiyor. Evet, sana geliyorum ey her şeyiyle sevdiğim İstanbul.

Fadime KAYA

30.06.2007


En büyük siyasetimiz

Hava sıcaklığının iyice arttığı şu günlerde dağlara, ormanlara, yüksek yerlere kaçma ihtiyacı duyuyoruz. Ne kadar kaçsak da, güneşin hararetinden etkilenmemek mümkün değil. İşte siyaset de bu aralar aynen havalar gibi. Siyasetten ne kadar kaçarsak kaçalım kendimizi siyaset konuşulan bir meclisin içinde buluveriyoruz. Birkaç arkadaş bir araya gelsek, hâl hatırdan sonra sohbet siyasete kayıyor ve “Eee, şu durumda oyunuzu hangisine vereceksiniz?” sorusu ile karşı karşıya kalıyoruz. Gittikçe sıklaşan komşu ziyaretlerinin en büyük sebebini de siyasî fikir alış verişlerinde bulunmak oluşturuyor. Keşke bu ziyaretlerin en mühim sebebi, imânî meselelerin izahı ve anlaşılması için olsaydı. Zira bizim en büyük siyasetimiz, imanımızı kurtarmak ve iman hizmetinde çalışmak değil midir?

Kısa bir süre iktidarda kalabilmek için siyasîlerin nasıl canla başla çalıştıklarını görüyoruz. Üstelik seçim sonunda kaybetmek de mümkün. Buna rağmen çevreye verdikleri rahatsızlığı hesap etmeden cadde sokak bangır bangır dolaşan seçim propagandacıları her an iş başında. Basılan parti bayrakları, afişler, broşürler ise çevre kirliliğine ve israfa yol açmaktadır. Gittikçe hız kazanan bol keseden atma vaatleri ise adayları gülünç duruma düşürmektedir. Böyle bir siyasetin içinde bulunmak da, taraf olmak da ne büyük zarardır siz düşünün.

Bizim siyasetimizde ise taraf olanların yüzde yüz kazanacakları sonsuz cennet saadetleri vardır. Ebedî iktidarda kalacakları saltanatlar ve saraylar vardır. Sonsuz sayıda ve aklın düşünemeyeceği güzellikte cennet nimetleri, bal şerbetleri, süt ırmakları ise bedavadır. Orada “mazot 1 YTL olacak” şeklinde vaadler duymayacağız. Zira orada mazota, benzine, çaya, şekere ihtiyaç olmayacaktır. Hele sınavsız üniversiteye hiç gerek yoktur. Asgarî ücrete iki bin TL, işsize maaş… hepsi boş. Orası rahat etme ve hizmetlerin karşılığını alma yeridir. Burada çalışılır, orada ücreti verilir. Evet, siyasetten kaçıyorum ve siyasî bir şeyler yazmak da istemiyorum ama takdir edersiniz ki gündemden etkilenmemek de mümkün değil. Gönül isterdi ki, bu sıcak yaz günlerinde kır gezilerinden, pikniklerden, yıldızların süslediği gökyüzünün altında balkonlarda ve bahçelerde yudumlanan çaylar eşliğinde yapılan sohbetlerden bahsedelim. Biz ne kadar başka şeyler düşünmeye çalışsak da; medya, propagandacılar, gazeteler, komşular, arkadaşlar hepsi bir olmuşlar, beynimize siyaseti musallat etmeye çalışıyorlar.

Her birimizin başında dünyanın en büyük dâvâsından daha büyük bir dâvâ varken beynimizi dünya siyaseti gibi geçici akımlarla meşgul etmek pek de akıllıca bir iş değildir. Ancak bu demek değildir ki, bizim hiçbir siyasî fikrimiz yoktur. Biz, din adına siyaset yapanları da istemiyoruz, laiklik adına dindarlara sataşanları da istemiyoruz. Halkın istek ve ihtiyaçlarını karşılayacak, hak ve özgürlükleri gözetip koruyacak bir yönetim biçimi istiyoruz. Yani demokrasi istiyoruz.

Diliyoruz ki, 22 Temmuz’da milletimizin iradesi idareye en hayırlı şekilde yansısın.

Orijinal tesbitleri ile çağımıza her alanda ışık tutan Bediüzzaman Said Nursî’nin "Menfaat üzerine dönen siyaset, canavardır" tesbitini unutmayarak; Afrika sıcaklarından kaçar gibi "menfaate dayalı siyasî anlayış"tan kaçsak iyi ederiz.

Mehtap YILDTRIM

30.06.2007


Dünya cenneti: İstanbul

Yıl 2007. Günlerden Cumartesi. Tarih 23 Haziran 2007’yi gösteriyor. Saat: 18.00. Öteden beri boğazdaki yat gezisini duyar, merak ederdim. Gazetemizin gazete temsilcilerine böyle bir imkânı sunması bu merakımızı izale etti.

Haliç’ten tarihî Galata Köprüsü yanından başlıyan yat gezisi tek kelime ile muhteşemdi. Hele Selahaddin Yaşar’ın lirik, şiirvârî anlatımı ve mihmandarlığı bu geziye ayrı bir önem ve renk kattı.

Boğazda şanlı Osmanlı İmparatorluğunun saraylarına şahit olduk. Sarayburnu’ndaki Topkapı Sarayı ile başlayan serüvenimiz, boğazın inci gerdanlığına dağıtılan Beylerbeyi ve Dolmabahçe ile devam etti. Saraylarla birlikte Osmanlı İmparatorluğunun ihtişamını da birlikte yaşadık. Birden aklımıza geldi. Cağaloğlu’nda mütevazi bir şekilde yayın hayatına katılan Yeni Asya da, tavizsiz çizgisine rağmen kabuğunu yırtmanın, bir yerlere gelmenin mutluluğunu yaşıyordu. Herhalde bu gezi bunun bir canlı şahidi. Osmanlı torunu şanlı ecdadının izinden gelişini dışa vuruyor. Ecdadının ihtişamlı mirasını devralıyordu. Mânevî destekçilerine ve âleme bu kulvarda artık kendisinin de bir güç olduğunu haykırıyordu. Maneviyât hayatımızın lâhikaları olan Yeni Asya, Risale-i Nur hakikatlerini âleme haykırıyordu. Kutlular Ağabeyin dediği gibi; artık dik durmanın zamanı idi. O İstanbul ki, ‘Bir sengine, bir taşına koca Acem mülkü, İran diyarı fedâdır’ dedirtecek kadar muhteşem.

‘Beldetün tayyibetün’1 (Güzel bir belde) diye Kur’ân satırlarına girecek kadar önemli. Fetih olayı, Peygamberimizin hadisinde müjdelenecek kadar kıymet değer. Sancakdârı ve Medine’de kendisine ev sahipliği yapan Eyüp Sultan'ın dahi son durağı olacak kadar cennet-âsâ bir yer olan İstanbul.

O boğaz ki, her iki yakasında deniz feneri gibi manevî dünyamıza ışık tutan ve yol gösteren nice maneviyât âbidesi ve muhafızları sıralanmışlardı. İşte Yûşâ Peygamber. İşte Telli Baba. İşte Yahya Efendi ve Aziz Mahmud Hüdaî Hazretleri. Manevî koruyucu olarak yerlerini almışlardı.

Denizdeki yata kadar ulaşan sahildeki ıhlamur ağaçlarının kokusu, rayiha-yı tayyibe olarak insanı mest etmeye yetiyordu. İnsanı sanki cennet bahçelerinde dolaştırıyordu. Altından ırmaklar akan bir akarsu yatağında seyahat ediyorduk. Zaten doğrusu da bu idi. Bugünkü boğaz bir akarsu yatağının deniz altında kalması ile ortaya çıkmıştı. Bir de akarsu geleneğini üst ve alt akıntılarla Boğaz hâlâ sürdürüyordu. Az tuzlu Karadeniz suları Marmara’ya doğru yol alırken, alttan da tuz oranı ondan yüksek olan Marmara, Karadeniz’e doğru akıyordu.

Evet İstanbul, İslambol, Asitane ve Dersaadet isimleri ile ayakta durup tarihe meydan okuyordu. Ah bir de şu trafik keşmekeşi olmasa. Tam yaşanacak şehir. Dünya Cenneti.

Dipnotlar:

1- K. Kerim ve Açıklamalı Meâli, Sebe Sûresi, 15. âyet, Y. Asya Yayınları

Cihat ERDOĞ

30.06.2007


Güzel yaşamak, güzel görmek

Doğmak bizim irademizle olmadığı gibi, ölmek de irademizle değil. Anne rahmine düştükten sonra, “Ben doğmuyorum” diyemezsin. Dünyaya gözünü açtıktan sonra “Ben ölmüyorum” diyemezsin. Zaten önemli olan “doğmak ve ölmek” değil, bunun ikisi arasındaki müddetin nasıl değerlendirildiğidir. Bize düşen, ne doğuma ölçüsüzce sevinmek, ne de ölüme ölçüsüzce üzülmektir. Bize düşen, iyi, doğru ve güzel yaşamak ve öylece ölmektir. Şunu iyice idrak edelim ki, insan dünya hayatından önce varolduğu gibi, dünya hayatından sonra da vardır. Zaten bu yüzden ölüme katlanıyoruz. Bir sevdiğimiz öldüğünde, bir canımız toprağa düştüğünde, kavuşacağımız günü iple çekiyoruz. Biliyoruz ki, gidenler, geldiği yere gitti. Bir ölüm haberi duyduğumuzda, hiçbir isyan içinde olmadan tam bir teslimiyetle, ‘İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn’ (Allah’tan geldik, yine O’na döneceğiz) diyoruz.

Evet, önemine binâen tekrar ediyorum. Ne doğum önemli, ne de ölüm. İkisinin arasında bizlere verilen müddet (ömür) çok önemli. Önemli olan, güzel yaşamak ve güzel ölmektir. İşte bir sesleniş: “Bembeyaz bir kâğıt al, doğum ve ölüm yaz, Bu ikisinin öncesi ve sonrasını çok düşün, İkisinin arasındaki zaman gelmesin sana az, İyi değerlendirirsen yaşamazsın, asla hüzün”. Evet, bembeyaz kâğıdımız üzerinde doğum bir noktadır, ölüm de bir noktadır. Bu iki nokta, öncesi ve sonrası olan noktalardır. Öncesinde ruhlar âlemi, anne karnında geçirilen bir dönem vardır. Sonrasında berzah âlemi ve haşr bulunmaktadır. İnsanoğlunu, haşirden sonra, son bir menzil (cennet ya da cehennem) bekliyor.

Peygamber Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde, “Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz, öyle haşrolursunuz” buyurmaktadır. İşte bunun için “Güzel yaşa, güzel öl” diyorum. Ölümden kaçmak, ölümden korkmak boş çabalardır, boş düşüncelerdir. Bir baksanıza yaşam ve ölüm iç içedir. Ölüm gerçeğini iyi idrak ederek gerçekçi olmalı ve öteye hazırlanmalıyız. Gerçek şu ki: “Kaçamayız sarılsak da her sebebe, / Her insan, ölüme doğuştan gebe, / Öyleyse neden bu sevinç, debdebe?” Zamanı durduramayız. Su gibi akıp gider. Aynen şu misâlde olduğu gibi: Girdaba düşen çiçek gibidir insan, / Gözünü şu fâni dünyaya açtığı an, / Zaman, su gibi akar hiç durmadan”. Zaman kimseye ayrıcalık tanımaz. Şu zengin, şu fakir demez. Herkese eşit davranır: “Dur demekle durmaz, feleğin çarkı, / Bu döngü içinde yok kimsenin farkı, / Gün gelecek, sona erecek bu şarkı”. Bu dünyada şu bilinçte olmalıyız: “Misafirlik bilinci”. Gerçekten de misafiriz. Bir yere üç günlüğüne konuk olduğunuzda, uzun uzun hesaplar yapar mısınız? Hayır yapmazsınız. Tek düşündüğünüz o üç günün geçmesi ve misafir olduğunuz yerden ayrılmaktır. Dünyada üç gün vardır. Dün, bugün ve yarın. Hayata bu gözle bakmalı ve kendimizi buna göre ayarlamalıyız.

Hayata bu gözle baktığımız gibi, mal-mülk ve dünyanın tüm metâına da, “geçici” olarak bakmalıyız. Dünyadaki mal ve mülk bizim değil, biz geçici süreyle sahipleniyoruz. Bu açıdan, dünyadaki tüm mülkler “devre mülk”tür. Fakat gel gör ki, “mülk” dediğimizde gözlerimiz ışıldıyor, sanki sonsuza dek sahip olacağız diye düşünüyoruz. Devre mülk dediğimizde ise burun kıvırıyor, o da neymiş diyoruz. Mülk de boş, mal da boş, hepsi yalan. Dünyada 20 katlı evin var. Öldün gittin. O 20 katlı evin sana hiçbir faydası yok. Dünyada 20 YTL paran var. Bunu gönülden gelerek, ihlâsla, sadaka olarak bir fakire verdin. İşte o 20 katlı evden ahirette bir fayda göremezsin ama fakire sadaka olarak verdiğin 20 YTL’den büyük fayda görürsün. Bu hususu Bediüzzaman’ın sözleriyle anlatacak olursak; “Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fani dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.” İşin özü bu.

Dünya fani, dünya yalan, dünya boş. Birkaç saat önce hayattasın, birkaç saat sonra değilsin. Birkaç saat önce vücudun sımsıcak, birkaç saat sonra sop soğuk. Birkaç saat önce her şeyin farkındasın, birkaç saat sonra hiçbir şeyin farkında değilsin. Her şey birkaç saat içinde oluyor. Yaşayanlar, aman o birkaç saatin değerini iyi bilin. Birkaç saat geçecek, onu durduramayacaksınız. Şunu da iyi bilin. Birkaç saati bırakın ömrünüzdeki tüm saatler su gibi akıp geçecek. Saliseler, saniyeler, dakikalar, günler, aylar, seneler bir bir geçecek. Ömür dediğin göz açıp-göz kapama süresince çarçabuk bitecek. İnsanoğlu, sen zamanın girdabındasın. İnsanoğlu, sen o girdabın içindeki bir çiçeksin. Gün gelecek, içeri çekileceksin.

Allah (cc) bu bilinç ve düşünceden ayırmasın. Âmin.

(Bu satırları, ‘İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn’u yaşayan annem’i yâdederek yazdım. Evet, şimdi ayrıldık annemizden. Yaşarken de zamam zaman ayrı kaldım annemden. Ama asıl ayrılık buymuş. Ayrılık hakkında, gurbet hakkında birçok şiir okudum, birçok ezgi dinledim. Ama ayrılığın ne olduğunu şimdi çok daha iyi anladım. Bize düşen sabırdır şimdi. Sabırla tekrar bulaşacağımız günü beklemektir bize düşen. Rabbim (cc), Cennette buluştursun. Amin.)

Ahmet SANDAL

30.06.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004