Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 30 Haziran 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

And olsun ki Biz size hakkı getirmiştik; fakat çoğunuz haktan hoşlanmadı.

Zuhruf Sûresi: 78

30.06.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Allah bir topluluğa dînî ve dünyevî musibet vermek istediğinde, câmi ve mescidlerine bakar ve azabı geri çevirir.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 234

30.06.2007


Harama bakmak, unutkanlık verir

Risâle-i Nur talebelerinden bir genç hâfız, pek çok adamların dedikleri gibi dedi: “Bende unutkanlık hastalığı tezayüd ediyor, ne yapayım?”

Ben de dedim:

Mümkün oldukça nâmahreme nazar etme. Çünkü rivayet var. İmam-ı Şâfiî’nin (ra) dediği gibi, “Haram-ı nazar, nisyan verir.”

Evet, ehl-i İslâmda, nazar-ı haram ziyadeleştikçe, hevesat-ı nefsaniye heyecana gelip, vücudunda su-i istimalâtla israfa girer. Haftada birkaç defa gusle mecbur olur. Ondan, tıbben kuvve-i hâfızasına zaaf gelir.

Evet, bu asırda açık saçıklık yüzünden, hususan bu memalik-i harrede o su-i nazardan su-i istimalât, umumî bir unutkanlık hastalığını netice vermeye başlıyor. Herkes, cüz’î, küllî o şekvâdadır. İşte, bu umumî hastalığın tezayüdüyle, hadîs-i şerifin verdiği müthiş bir haberin tevili ucunda görünüyor. Ferman etmiş ki: “Âhirzamanda, hâfızların göğsünden Kur’ân nez’ ediliyor, çıkıyor, unutuluyor.” (Süyûtî, el-Havî Li’l-Fetevâ, 2:253; Ali el-Muttakî Kenzü’l-Ummâl, 14:233, 242.) Demek bu hastalık dehşetlenecek, hıfz-ı Kur’ân’a bu sû-i nazarla bazılarda set çekilecek; o hadisin tevilini gösterecek. Lâ ya’lemü’l-gaybe illâllah (Gaybı Allah’tan başka kimse bilmez).

Kastamonu Lâhikası, s. 96

***

Tarihçe-i hayatımı bilenlere mâlûmdur; elli beş sene evvel, ben yirmi yaşlarında iken, Bitlis’te merhum vali Ömer Paşa hânesinde, iki sene, onun ısrârıyla ve ilme ziyâde hürmetiyle kaldım. Onun altı adet kızları vardı: üçü küçük, üçü büyük. Ben, üç büyükleri, iki sene beraber bir hânede kaldığımız halde, birbirinden tefrik edip tanımıyordum. O derece dikkat etmiyordum ki, bileyim. Hattâ bir âlim misâfirim yanıma geldi, iki günde onları birbirinden fark etti, tanıdı. Herkes bendeki hale hayret ederek, bana sordular:

“Neden bakmıyorsun?”

Derdim:

“İlmin izzetini muhâfaza etmek, beni baktırmıyor.”

Hem, kırk sene evvel, İstanbul’da Kâğıthâne şenliğinin yevm-i mahsûsunda, köprüden tâ Kâğıthâne’ye kadar Haliç’in iki tarafında binler açık saçık Rum ve Ermeni ve İstanbullu karı ve kızlar dizildikleri sırada, ben ve merhum mebus Molla Seyyid Tâhâ ve mebus Hacı İlyas ile beraber bir kayığa bindik; o kadınların yanlarından geçiyorduk. Benim hiç haberim yoktu. Halbuki, Molla Tâhâ ve Hacı İlyas, beni tecrübeye karar verdikleri ve nöbetle beni tarassud ettiklerini bir saat seyahat sonunda îtiraf edip, dediler:

“Senin bu haline hayret ettik, hiç bakmadın.”

Dedim:

“Lüzûmsuz, geçici, günahlı zevklerin âkıbeti elemler, teessüfler olmasından istemiyorum.”

Tarihçe-i Hayat, s. 448

Lügatçe:

tezayüd: Artma.

haram-ı nazar: Haram olan şeylere bakmak.

nisyan: Unutma, unutkanlık.

memâlik-i harre: Sıcak memleketler.

nez’: Çıkmak, çekip koparmak,

ayırmak.

30.06.2007


Bir dindar cumhuriyetçi: Bediüzzaman Said Nursî (1)

1892 yılı. Yer Tillo’nun yakınlarında bulunan “Kubbe-i Hâsiye.”

Henüz 14-15 yaşlarında olmasına rağmen “Said-i Meşhur”1 olarak anılmaya başlanan Bediüzzaman, inziva hayatı için özel olarak hazırlanan bu mekânda bir süre kalır.

Burası Bediüzzaman’ın, Ebu Tâhir Firüzâbâdî tarafından kaleme alınan (ö. 1415) Kâmûsu’l-Muhit isimli Arapça sözlüğünü Sin harfine kadar ezberlediği yerdir.

Burası Şeyh Abdülkadir Geylânî’yi rüyasında gördüğü yerdir. Bu rüyada Geylânî Hazretleri ondan Miran Aşireti Reisi Mustafa Paşaya gitmesini, onu “tarîk-i hakka dâvet etmesini” emretmiştir.

Burası Bediüzzaman’ın karıncalarla olan ibretli diyaloğuna şahid olan bir yerdir.

Burada bulunduğu süre boyunca küçük kardeşi Mehmed her gün yemeğini getiriyordu. Meşhur Said de ekmeğini çorbaya banarak yiyor; çorbanın tanelerini karıncalara veriyordu. Bir gün kendisine niçin böyle yaptığı sorulunca şu cevabı vermişti:

“Bunlarda hayat-ı içtimaiyeye (toplum hayatı) mâlikiyet ve fevkalâde vazifeşinaslık ve çalışma bulunduğunu müşahede ettiğim için, cumhuriyetperverliklerine mükâfaten kendilerine muavenet etmek istiyorum.”2

Bu hadise, Bediüzzaman’ın hayatı boyunca savunduğu fikirleri daha o dönemde edinmiş olduğunu göstermesi açısından çok önemliydi.

Bediüzzaman henüz çocuk yaşlarından itibaren Cumhuriyeti biliyor, Cumhuriyetin değerini takdir ediyordu.

26 Şubat 1324 (Mart 1909) tarihli Dinî Ceride’de yayınlanan “Hakikat” başlıklı makalesinde geçen şu cümle, buna dair önemli bir örnektir:

“Cumhuriyet ki, adalet ve meşveret (danışma) ve kanunda inhisar-ı kuvvetten (otoriter olmadan) ibarettir… Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa, istibdat (baskı, despotluk) tevzi olunmuş olur.”3

GERÇEK CUMHURİYETÇİYE

“DÜŞMANLIK” İTHAMI

Ne hazin bir tecellîdir ki, bu erken yaşlarından itibaren Cumhuriyetçi olan ve hayatının en sıradan gibi görülen detaylarında dahi Cumhuriyetçiliği esas alan Bediüzzaman, Cumhuriyet Türkiye’sinde “Cumhuriyet düşmanı” olmakla itham ediliyor, suçlanıyor ve mahkeme huzuruna çıkarılıyordu. Daha da ötesi, 1935 yılında Eskişehir’de gerçekleşen mahkemede böylesi ağır ve hatâlı bir ithama karşı verdiği savunma zabıtlara geçilmiyordu.

Aslında bu savunmasında Bediüzzaman kendisini değil, bizzat Cumhuriyet sistemini müdafaa ediyordu.

Şuâlar isimli eserinde yer alan bir mektubunda4 Bediüzzaman “Eskişehir Mahkemesinde gizli kalmış, resmen zapta geçmemiş ve müdafaatımda dahi yazılmamış bir eski hatırayı ve lâtif bir vâkıa-i müdafaayı (müdafaa maksadıyla anlatılan olay) aynen beyan ediyorum” der. Ardından kendisine yöneltilen “Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?” sorusuna verdiği cevabında “Yaşlı mahkeme reisinden başka daha siz dünyaya gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder” dedikten sonra, Kubbe-i Hâsiye’de yaşadığı karınca hadisesini aktarır.

Bediüzzaman, Cumhuriyetçilikle ilgili savunmasının devamında “Hulefâ-i Râşidîn”in, yani ilk dört Halifenin sadece halife olmadıklarını, aynı zamanda her birisinin “Reis-i Cumhur,” yani “Cumhurbaşkanı” hükmünde olduğunu söylemiştir. Üstelik bu vasfın “mânâsız isim ve resim”den ibaret olmadığını, gerçek mânâda adalet ve hürriyeti içinde barındırdığını, birer dindar Cumhuriyetçi olduklarını ifade etmiştir.

HANGİ CUMHURİYETÇİLİK?

Savcı ve mahkeme üyelerine seslenerek “Elli seneden beri bende bulunan bir fikrin aksiyle beni itham ediyorsunuz” diyen Bediüzzaman, dindar Cumhuriyetçiliğin yanı sıra laiklik eksenli Cumhuriyetçilikte de kendisine yöneltilen itham ve suçlamaların yeri olmadığını söyler. Mahkeme tarafından Cumhuriyet hakkındaki görüşlerinin ne olduğuna dair yöneltilen soruya “Eğer lâik cumhuriyet soruyorsanız” ifadesiyle atıfta bulunduktan sonra, laikliğin taşıdığı mânâya dikkat çeker. Bu açıdan laikliğin tarafsızlık ve vicdan özgürlüğüne saygı göstermeyi esas aldığını, yönetimde “dinsizlere ve sefahatçilere ilişmediği gibi, dindarlara ve takvâcılara da ilişmez bir hükûmet” telâkkî ettiğini söyler. Bunların yanı sıra uzun seneler boyu siyasî ve sosyal hayattan çekildiğini, bu süre zarfında Cumhuriyet yönetiminde ne gibi değişikliklerin olduğuna dair bilgisinin olmadığını ifade eder. Hemen ardından da “El’iyâzü billâh” diyerek “dinsizlik hesabına imanına ve âhiretine çalışanları mes’ul edecek kanunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girme” ihtimalini dile getirir. Ancak böyle bir gelişme olmuşsa, pervasız ve korkusuz bir şekilde “bin canım olsa, imana ve âhiretime feda etmeye hazırım” der ve bütün âleme şöyle ilân ve ihtar eder:

“Ne yaparsanız yapınız, benim son sözüm ‘Hasbünallahi ve ni’mel vekil’5 olarak, siz beni idam ve ağır ceza ile zulmen mahkûm etmenize mukabil derim:

“Ben Risâle-i Nur’un keşf-i kat’îsiyle (kesin bir şekilde yapılan keşif), idam olmuyorum. Belki terhis edilip nur âlemine ve saadet âlemine gidiyorum. Ve sizi, ey dalâlet (dinsizlik, inançsızlık) hesabına bizi ezen bedbahtlar, idam-ı ebedî (sonsuza kadar yokluk ve cezâ) ile ve daimî haps-i münferitle (tek kişilik hücre hapsi ile) mahkûm bildiğimden ve gördüğümden, tamamıyla intikamımı sizden alarak kemâl-i rahat-ı kalble (mükemmel bir kalp rahatlığı) teslim-i ruh etmeye hazırım.”6

CUMHURİYET REJİMİNDE MUHALEFET VARDIR

Bediüzzaman Emirdağ Lâhikası’nda yer alan bir mektubunda kendisine yöneltilen “Rejimin aleyhinde”7 olma ithamına karşılık, yukarıdaki ifadelere benzer bir yaklaşımla cevap verir.

—Devamı yarın—

Dipnotlar:

1- Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî, Yeni Asya Yayınları, İstanbul 1988, s. 58. 2- Risâle-i Nur Külliyatı, Tarihçe-i Hayat, s. 36. 3- Risâle-i Nur Külliyatı, Divan-ı Harb-i Örfî, s. 65. 4- Risâle-i Nur Külliyatı, Şuâlar, s. 317. 5- “Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:173. 6- Risâle-i Nur Külliyatı, Şuâlar, s. 318. 7- Risale-i Nur Külliyatı, Emirdağ Lahikası, s. 381.

Dr. Veli SIRIM

30.06.2007


Evlâtlarımıza duâ

İnsan, fıtraten her şeyin en iyisini evlâdı için ister. Evlâdının mutluluğu için çalışır. Çoğu zaman da ‘Kimin için olacak, evlâtlarım için çalışıyorum’ der. Benim beş evlâdım var. Dördü hayatta. Cennet evlâdım ise beni bekliyor. Ben ise dünya hapishanesinde ona lâyık anne olmaya çalışırken, diğer dört evlâdım için de duâ etmekle meşgulum.

Evlâtlarıma duâ ederken, biraz daha ileriye gidip kendi evlâdım için istediklerimi onların müstakbel eşleri için de istiyorum. Hatta biraz daha ileri gidip kıyamete kadar gidecek neslimiz ve onların eşleri için de duâ ediyorum. Duâ ettiğim evlâtlarım için isteklerimi de her namazın arkasındaki duâmda tekrarlıyorum.

Ne diye duâ ettiğimi merak mı ettiniz? Duâm şu: “Allah’ım! Senin razı olduğun kullarından, Peygamber Efendimizin ümmetinden ve Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin talebelerinden olmayı bana, eşime, çocuklarıma, çocuklarımın eşlerine ve kıyamete kadar gelecek olan neslimize ve onların eşlerine nasip et. Âmin.” Zaman zaman da Peygamber Efendimizin (asm) tavsiye ettiği iki duâyı etmeye çalışıyorum. Bu iki duânın da çocuklarımız ve bizlerin hayatımızda önemli olan şeyleri ihtivâ ettiğine inanıyorum. Bu iki duâ ise;

Hz. Ömer’den (r.a) rivayetle: “Şöyle de: ‘Allahım! İç dünyamı, dışımdan daha hayırlı eyle, dışımı da salih eyle. Allah’ım, Senden insanlara verdiğin mal, aile ve ne sapık, ne de saptırıcı olmayan evlât gibi nimetlerin faydalı olanlarını dilerim.’”1

İbni Mes’ud (r.a) rivayet ediyor: “Her sabah ve akşam şöyle de: ‘Dinim, canım, evlâdım, ailem ve malım için Bismillah’”2

Aramızda artık evlâtlarının mürüvvetini görme zamanı gelmiş olanlar vardır. Tek arzuları, evlâtlarının hem dünya, hem de ahirette eşiyle mutlu olmasıdır. Evlâtlarımızın eşleri konusu, zaman zaman kadirşinas dostlarımla bir araya geldiğim zaman sohbet konumuz bile olabiliyor. Hatta aramızda genç anneler, küçük çocuklarından şikâyet ettiklerinde tecrübeli annelerimiz genç annelere; “Şimdi şikâyet etme. Çocuğun küçük, hele bir büyüsün, sen bir de ele karışınca gör. O zaman işler daha da zorlaşıyor” diyorlar. Ele karışıp dünürlerle daha geniş bir aile olmak da gerekiyor. İşte bu konu ile ilgili dostlarımdan öğrendiğim bazı duâlar var. Bu yazıda o duâları da paylaşmak istiyorum. Kimbilir belki de aramızda tam bu duâlara ihtiyacı olanlar vardır. Özellikle düğün, nişan olaylarının sıkça yaşandığı yaz mevsiminde iken.

Sevgili Mülkiye kardeşimin boşanmış bir arkadaşından öğrendiği bir duâ var ki; ilk duyduğumda çok hoşuma gitmişti: “Allah’ım, bizi kadir kıymet bilenlerden eyle. Bize de kadir kıymet bilenleri nasib eyle.” Sevgili Yüksel Ablamdan öğrendiğim başka bir duâ var ki, o da çok hoşuma giden duâlardan birisi: “Allah’ım, bizim kendisini seveceğimiz, kendisinin de bizi seveceği insan nasib et.” Evet gelin veya damadımızın bizi, bizim de onları sevmemiz çok önemli. Çünkü sevgi yani muhabbetin barındığı ortamlarda husûmet, kin, düşmanlık gibi şeyler barınamaz. Barınmadığı yerde de her dâim mutluluk ve huzur vardır. Aile mutluluğu ve huzuru hiçbir şeye değişilmez. Çünkü her insan fıtraten huzurlu ve mutlu bir aile ortamına muhtaçtır.

Bir Kurban Bayramında tanıştığım hemşehrim Ayşe Ablamın ablasından öğrendiği bir duâ var. O da şöyle: “Allah’ım, aslı, cinsi pak, helâl süt emmiş, Allah’dan korkan, kuldan utanan insan nasib et.” Ayşe Abla bu duâyı söylerken sevgili Betül ve Birsen kardeşim de bana bayram ziyaretine gelmişlerdi. Betül kardeşim de Kur’ân-ı Kerim’den yine bu konu ile ilgili bir duâ olduğunu söyledi. Kur’ân patentli duâmız da şöyle: “Onlar ‘Ey Rabbimiz’ derler. ‘Bize, gözümüzü aydınlatıp, gönlümüzü açacak salih hanımlar ve nesiller ihsan et. Ve bizi takva sahiplerine rehber kıl.’” (Furkan Sûresi: 74)3 Evet bu duâ, daha çok evlilik arefesinde olan erkekleri ilgilendiriyor. Eee anne babalar evlâtları için bu kadar duâ ederse, evlâdın da biraz kendisi için duâ etmesi lâzım.

Duâsı makbul kullardan olmanız duâsı ile…

Dipnotlar:

1- Câmiü’s-Sağîr, cilt 3, s. 1296

2- Câmiü’s-Sağîr, cilt 3, s. 1298

3- Kur’ân-ı Kerim’in Açıklamalı Meâli, s. 489, Yeni Asya Neş, İstanbul Ocak 2006

Fatma ÖZER

30.06.2007


ESMA-İ HÜSNA

Şâfî

Allah (c.c.), Şâfî’dir. Yani, kullarına maddî-mânevî şifâ veren ve devâ lütfedendir. Yeryüzünü büyük bir eczahane gibi tanzim eden Cenab-ı Allah, takdir buyurduğu illetler, hastalıklar ve dertler için şifâyı, devâyı, dermânı ve ilâcı da ihsân eder. Kullarını hastalıklardan kurtarır, sıkıntılardan ferahlandırır.

Hazret-i Ali’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet ettiği Şâfî ismi,1 Kur’ân’da fiil sîgası halinde vârittir. Hz. İbrâhim (a.s.), kavmine şöyle demiştir: “Ben hastalandığımda bana şifâ veren Allah’tır.”2 Cenab-ı Hak, arıların şifâ kaynağı olarak yaratıldığını şöyle beyan buyurur: “Bal arılarının karınlarından insanlara şifâ olan muhtelif renklerde bal çıkar. Düşünen bir millet için bunda ibret vardır.”3 Cenab-ı Hak Kur’ân’ın da şifâ kaynağı olduğunu haber verir: “Kur’ân îman edenler için hidâyet rehberi ve şifâdır.”4 Başka bir âyette, “Kur’ân’dan îman edenler için rahmet ve şifâ olan şeyler indiriyoruz,”5 bir başka âyette, “Ey insanlar! Rabbinizden size bir öğüt, kalplerde olana şifâ, iman edenlere hidâyet rehberi ve rahmet gelmiştir,”6 bir diğer âyette, “Allah mü’minlerin gönüllerine şifâ verir (ferahlandırır)”7 buyurulur.

Hazret-i Âdem’e (a.s.) isimlerin öğretilmesi ve talim edilmesi8 hakîkatinin, yeryüzünün halîfesi olan insanoğlunun ilim, teknik, fen ve san’atlara kabiliyetli olarak yaratıldığına işâret ettiğini beyan eden Bedîüzzaman, her bir ilim, fen ve san’atın hakîkâtinin de Cenab-ı Allah’ın bir ismine dayandığını kaydeder.9

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre tıp ilmi de Şâfî ismine dayanmaktadır.10 Cenab-ı Hakkın yeryüzü eczahanesinde koyduğu rahîmâne cilveleri ve devâları araştıran bu ilmin hakîkati Şâfî isminden gelmektedir.11 Şifâ, devâ ve âfiyetin, insanı tam minnettâr eden ve şükre sevk eden nîmetlerden olduğunu belirten Bediüzzaman, küre-i arz hastahanesinde maddî mânevî bütün dertlerin ve ihtiyaçların dermanlarını ihsan eden Şâfî-i Hakîkinin küllî şefkatinin ve kutsî rahîmiyetinin aslâ gözlerden kaçmayacağını ifâde eder.12 Bedîüzzaman’a göre hastalıklar Şâfî ismine işâret ettiği gibi, Şâfî ismi de hastalıkları gerekli kılmaktadır.13 Her bir hayat sahibi ancak Şâfî isminin tecellîsine mazhariyetle hastalıktan şifâ bulmaktadır.14 Her bir mahlûk hastalığa dûçâr olduğunda Şâfî isminin şefkatini hissetmektedir. Kezâ, hastalıkların perde arkası gayet sevimlidir. Hattâ perde açılsa her bir hasta, korktuğu ve nefret duyduğu hastalığının rahmet açısından gayet sevimli ve hoş olduğunu görecek ve kendisini rahmet ve şefkatiyle kucaklayan Cenab-ı Allah’a sonsuz şükredecektir.15 Bediüzzaman’a göre rızık, şifâ ve yağmur, doğrudan doğruya Zât-ı Rezzâk-ı Şâfîye aittir; perdesiz Cenab-ı Allah’tan gelmektedir.16 Şâfî-i Hakîm-i Zülcelâl, büyük yeryüzü eczahanesinde her derde bir deva istif etmiş, her hastalığa bir derman halk etmiştir. Elbette tedavi için ilaçları aramak, almak ve kullanmak meşrûdur ve gereklidir. Fakat tesiri ve şifâyı Cenab-ı Haktan bilmelidir. Çünkü, dermanı O verdiği gibi, şifâyı veren de Odur.17

(Risale-i Nur'da Esma-i Hüsna)

Dipnotlar:

1- Mecmuâtü’l-Ahzab, 2:241; 2- Şuarâ Sûresi: 80; 3- Nahl Sûresi: 69; 4- Fussilet Sûresi: 44; 5- İsrâ Sûresi: 82; 6- Yunus Sûresi: 57; 7- Tevbe Sûresi: 14; 8- Bakara Sûresi: 31; 9- Sözler, s. 238; 10- A.g.e., s. 573; 11- A.g.e., s. 238; 12- Şualar, s. 14; 13- Lem'alar, s. 16; 14- Mesnevî-i Nuriye, s. 49; 15- Lem'alar, s. 266; 16- A.g.e., s. 514; 17- A.g.e., s. 218.

30.06.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004