Son günlerin en önemli riski, olayları maddî alana sıkıştırmak ve çözümlerde siyasî alanın içine hapsolmak şeklinde ortaya çıkabilir. Hangi durumda olursa olsun varlığın temel irtibat alanları ve gerçek anlam boyutu göz ardı edilmemelidir. Bu bağlantılarda kopukluk olduğunda asıl maksat ve eşyaya yüklediğiniz anlamlarda kaymalar olabilir. Pek çok zaman da kırgınlıklar, kavgalar ve savaşlar bu temel algıdaki sapmalardan dolayı nesnelere ya da benliğine olması gerekenden çok daha farklı anlamlar yüklemekten kaynaklanır. Olayları anlamlandırırken çoğu zaman sıkıntı yaşadığımız noktalardan biri bütün bağlantıları aynı anda algılayamamaktır. İşleyiş ve nesnelerin bağlantısı gördüklerimize münhasır değildir. İnsanın varlık âlemini anlamlandırırken yüz yüze bulunduğu en büyük zaaflardan biri, algılarının sınırlarından kurtulamaması ve ilişkileri yalnızca dışa yansıyanlardan ibaret zannetmesidir. Oysa varlık derinliğine incelendiğinde atomlar ve hatta atom içi partiküller boyutundan başlayıp güneş sistemleri, galaksilere kadar uzanan akıl almaz ilişkiler ağı gözlenmektedir.
Keppler, Copernicus ve Newton gibi bilimin parlak yıldızlarının tanımladığı uzay boşluğundaki yıldızlar ve gezegenler arası ilişkiler ağının yanında kâinatın bütünündeki atomların hepsi birbiri ile Max Planck’ın yolunu açtığı yeni çığırla tanımlanan ilişkiler sergilemektedirler. Adeta her şey her şeyle, bir şekilde irtibatlıdır.
Bu âlemin bir diğer önemli özelliği de her şeyin zıddı ile bilinmesidir. Bu durum ister istemez zıtlar arasında yakın bir bağ oluşturmakta ve beynin kavram haritasında zıt kavramları birbirine yakın hale getirmektedir. Beynin kavram haritasının belirli ilişkiler ağı ile oluştuğu ve şizofreni hastalarında bozulduğu bilinen, “semantic priming” adı verilen bir işleyişle çağrışımların şekillendiği konusunda kanaatleri güçlendiren çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Çağrışımlar en yakından uzağa doğru şekillenmekte ancak beynin kavram dünyasındaki akışkanlığı içinde bu ilişkiler ağında da bir sınırlama bulunmadığı gözlenmektedir. Beynin normal çalışma şeklinde, meselâ “el” kavramı öncelikle daha yakınındaki kavramlardan olan “kol”u, “ayak”tan önce çağrıştıracaktır. Diğer bir ifade ile beyinde “el” kavramından “kol” kavramına ulaşım “ayak” kavramına ulaşımdan daha hızlıdır. Yani, bir kavram haritasında kendisine yakın olan kavramları diğer kavramlardan daha önce ve daha hızlı çağrıştıracaktır. İşte, çağrışımlarda öncelik gözeten beynin bu işleyişi “semantic priming” olarak adlandırılmaktadır.
Genel işleyişte kavram haritasında öncelikler gözetilmekle birlikte her şeyin her şeyle irtibatlı olduğu bir düzen gözlenmektedir. Bazen de hayalde, o anki veya daha önceki yaşantılarla ve değer yargıları ile de bağlantılı olarak ve kimi zaman hiçbir alâka yokken bağlantılar kurulur. Hayalin, bu özelliği en güzel şekilde korku filmlerinde o senaryoları beyinlerinden kısmen görünür şekilde perdeye ya da ekrana yansıtan insanların iç âleminde gözlenmektedir. Hayal âleminde adeta “Ne alâkası var?” gibi bir soru ya da bu sorunun cevabına uygun bir işleyiş endişesi yoktur. Her kavram, en uç başka kavramları çağrıştırabilir en zıt şeylerin birbiri ile alâkası kurulabilir. Üstelik her şeyin zıddı ile bilindiği şu âlemde, beynin kavram haritasında zıt şeyler birbirine yakın şekilde yerleşmiş olmalıdır. Beynin “semantic priming” ile işleyişinde de zıtların birbirini çağrıştırması beklenmeyen bir durum değildir. Hatta bu edebiyatta bir san’at şeklinde kendini göstermektedir. Zaman zaman zıtların birbirini çağrıştırması gerçeği üzerine bina edilmiş “teşbih,” “istiare,” “mecaz” ve “kinaye” gibi edebî san’atlar bu türdendir ve bunlar “fenn-i beyan” adı altında ayrı bir edebiyat alanı olarak ele alınmıştır. Bu edebiyat alanında, hayal âleminde zıt şeylerin birbirini çağrıştırıyor olmasından faydalanılarak mükemmel ifadeler sergilenmiştir. Bu güzel ifadeler akıldan çok hayali nazara aldığı için, o âlemde bir güzellik arayışı olduğu için dış âlemde birbirine çok zıt olarak algılanan iki şey bu âlemde çok yakın olabilir. Bu durumun farkında olmayanlar divan şairlerini, hatta Mevlânâ Celâleddin Rumî Hazretleri gibi mübarek şahsiyetleri sarhoşlukla, sefihlikle, uyuşturucu kullanıyor olmakla suçlama cahilliğini sergileyebilmişlerdir. Bu nazarlarda, şarabın zahiri mânâsının iç âlemde “ilâhî aşk ile sarhoşluk” anlamına yer değiştirebileceğini idrak edememenin sınırlılığı ve sığlığı bu edebe aykırı eleştirileri netice veriyor olmalıdır.
Hayal âlemi bu gün dilimizde çağrışımlar şeklinde ifade edilen tedayi-i efkâr ile en uç varlıklar ve birbirine en zıt şeyler arasında bağlar dokur. Bu durum beden fizyolojisinden tamamen de bağımsız değildir. Meselâ, çok sıkışık olduğunuz bir anda kulağınıza gelen bir melodi daha sonra dinlendiğinde her hangi bir fizyolojik sebep yokken aynı sıkışıklığı hissedebilirsiniz. Üzüntülü anınızda gördüğünüz bir yer, her gördüğünüzde size aynı üzüntüyü hatırlatıp hayal âleminde o duyguları tekrar yaşatabilir. Hatta bu olay çok zıt şeyler arasında da gözlenebilir. Meselâ bir düğünde çıkan kavgada bir yakınınızı kaybetmiş olmanız bütün düğünleri sizin hayal âleminizde mateme dönüştürebilir. Hayal âleminde iki zıt birleşmiştir ve aradaki bağı hayal dokumuştur.
Aslında mülk âlemini anlamlı kılan da zıtlar olmalıdır. Çünkü eşya zıddı ile bilinebilir hale gelir. Bu âlem ise bilmenin ardından gerçek idrake ulaşılabilecek bir âlemdir. Bu sebeple farklı fikirleri hayatın ve hayatımızın bir zenginliği addetmeliyiz. Muhalif olanı ve farklı düşüneni kabullenmemek ve yok etmeye çalışmak ve hatta sadece kendi fikrinin doğru olduğuna inanmak itikadî açıdan da problemli bir durum olmalıdır. Derinliğine düşünüldüğünde bu yaratılana razı olmamak ve Rabb-i Kerim’in izin verdiğine kendi dar aklınca izin vermemek anlamına gelir. Bu anlamda her fert ve her grup demokrasiyi başkalarına anlatılması gereken teorik bir konu olarak değil bir hayat tarzı olarak kabul etmelidir.
Belki de bu konuda öncelikle enfüsi âlemde yani öncelikle kendi iç dünyamızda başlamalı. Muhtemelen demokrasinin en can alıcı noktası her hangi bir ferdin ruh âlemine yansıyan mânânın çok önemli olduğuna ve ilâhî kaynaklı olduğuna inanmak ve çok önemsemektir. Her fikri sabah doğan güneş kadar kudsî bağlantıları ile dinlemek söyleyene değil, söyletene bakmaktır. Fikrini varlığın ve benliğin esaretinden kurtarmak böyle bir şey olsa gerektir.
16.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|