|
|
Hakan YALMAN |
Fikri hür olmak |
|
Son günlerin en önemli riski, olayları maddî alana sıkıştırmak ve çözümlerde siyasî alanın içine hapsolmak şeklinde ortaya çıkabilir. Hangi durumda olursa olsun varlığın temel irtibat alanları ve gerçek anlam boyutu göz ardı edilmemelidir. Bu bağlantılarda kopukluk olduğunda asıl maksat ve eşyaya yüklediğiniz anlamlarda kaymalar olabilir. Pek çok zaman da kırgınlıklar, kavgalar ve savaşlar bu temel algıdaki sapmalardan dolayı nesnelere ya da benliğine olması gerekenden çok daha farklı anlamlar yüklemekten kaynaklanır. Olayları anlamlandırırken çoğu zaman sıkıntı yaşadığımız noktalardan biri bütün bağlantıları aynı anda algılayamamaktır. İşleyiş ve nesnelerin bağlantısı gördüklerimize münhasır değildir. İnsanın varlık âlemini anlamlandırırken yüz yüze bulunduğu en büyük zaaflardan biri, algılarının sınırlarından kurtulamaması ve ilişkileri yalnızca dışa yansıyanlardan ibaret zannetmesidir. Oysa varlık derinliğine incelendiğinde atomlar ve hatta atom içi partiküller boyutundan başlayıp güneş sistemleri, galaksilere kadar uzanan akıl almaz ilişkiler ağı gözlenmektedir.
Keppler, Copernicus ve Newton gibi bilimin parlak yıldızlarının tanımladığı uzay boşluğundaki yıldızlar ve gezegenler arası ilişkiler ağının yanında kâinatın bütünündeki atomların hepsi birbiri ile Max Planck’ın yolunu açtığı yeni çığırla tanımlanan ilişkiler sergilemektedirler. Adeta her şey her şeyle, bir şekilde irtibatlıdır.
Bu âlemin bir diğer önemli özelliği de her şeyin zıddı ile bilinmesidir. Bu durum ister istemez zıtlar arasında yakın bir bağ oluşturmakta ve beynin kavram haritasında zıt kavramları birbirine yakın hale getirmektedir. Beynin kavram haritasının belirli ilişkiler ağı ile oluştuğu ve şizofreni hastalarında bozulduğu bilinen, “semantic priming” adı verilen bir işleyişle çağrışımların şekillendiği konusunda kanaatleri güçlendiren çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Çağrışımlar en yakından uzağa doğru şekillenmekte ancak beynin kavram dünyasındaki akışkanlığı içinde bu ilişkiler ağında da bir sınırlama bulunmadığı gözlenmektedir. Beynin normal çalışma şeklinde, meselâ “el” kavramı öncelikle daha yakınındaki kavramlardan olan “kol”u, “ayak”tan önce çağrıştıracaktır. Diğer bir ifade ile beyinde “el” kavramından “kol” kavramına ulaşım “ayak” kavramına ulaşımdan daha hızlıdır. Yani, bir kavram haritasında kendisine yakın olan kavramları diğer kavramlardan daha önce ve daha hızlı çağrıştıracaktır. İşte, çağrışımlarda öncelik gözeten beynin bu işleyişi “semantic priming” olarak adlandırılmaktadır.
Genel işleyişte kavram haritasında öncelikler gözetilmekle birlikte her şeyin her şeyle irtibatlı olduğu bir düzen gözlenmektedir. Bazen de hayalde, o anki veya daha önceki yaşantılarla ve değer yargıları ile de bağlantılı olarak ve kimi zaman hiçbir alâka yokken bağlantılar kurulur. Hayalin, bu özelliği en güzel şekilde korku filmlerinde o senaryoları beyinlerinden kısmen görünür şekilde perdeye ya da ekrana yansıtan insanların iç âleminde gözlenmektedir. Hayal âleminde adeta “Ne alâkası var?” gibi bir soru ya da bu sorunun cevabına uygun bir işleyiş endişesi yoktur. Her kavram, en uç başka kavramları çağrıştırabilir en zıt şeylerin birbiri ile alâkası kurulabilir. Üstelik her şeyin zıddı ile bilindiği şu âlemde, beynin kavram haritasında zıt şeyler birbirine yakın şekilde yerleşmiş olmalıdır. Beynin “semantic priming” ile işleyişinde de zıtların birbirini çağrıştırması beklenmeyen bir durum değildir. Hatta bu edebiyatta bir san’at şeklinde kendini göstermektedir. Zaman zaman zıtların birbirini çağrıştırması gerçeği üzerine bina edilmiş “teşbih,” “istiare,” “mecaz” ve “kinaye” gibi edebî san’atlar bu türdendir ve bunlar “fenn-i beyan” adı altında ayrı bir edebiyat alanı olarak ele alınmıştır. Bu edebiyat alanında, hayal âleminde zıt şeylerin birbirini çağrıştırıyor olmasından faydalanılarak mükemmel ifadeler sergilenmiştir. Bu güzel ifadeler akıldan çok hayali nazara aldığı için, o âlemde bir güzellik arayışı olduğu için dış âlemde birbirine çok zıt olarak algılanan iki şey bu âlemde çok yakın olabilir. Bu durumun farkında olmayanlar divan şairlerini, hatta Mevlânâ Celâleddin Rumî Hazretleri gibi mübarek şahsiyetleri sarhoşlukla, sefihlikle, uyuşturucu kullanıyor olmakla suçlama cahilliğini sergileyebilmişlerdir. Bu nazarlarda, şarabın zahiri mânâsının iç âlemde “ilâhî aşk ile sarhoşluk” anlamına yer değiştirebileceğini idrak edememenin sınırlılığı ve sığlığı bu edebe aykırı eleştirileri netice veriyor olmalıdır.
Hayal âlemi bu gün dilimizde çağrışımlar şeklinde ifade edilen tedayi-i efkâr ile en uç varlıklar ve birbirine en zıt şeyler arasında bağlar dokur. Bu durum beden fizyolojisinden tamamen de bağımsız değildir. Meselâ, çok sıkışık olduğunuz bir anda kulağınıza gelen bir melodi daha sonra dinlendiğinde her hangi bir fizyolojik sebep yokken aynı sıkışıklığı hissedebilirsiniz. Üzüntülü anınızda gördüğünüz bir yer, her gördüğünüzde size aynı üzüntüyü hatırlatıp hayal âleminde o duyguları tekrar yaşatabilir. Hatta bu olay çok zıt şeyler arasında da gözlenebilir. Meselâ bir düğünde çıkan kavgada bir yakınınızı kaybetmiş olmanız bütün düğünleri sizin hayal âleminizde mateme dönüştürebilir. Hayal âleminde iki zıt birleşmiştir ve aradaki bağı hayal dokumuştur.
Aslında mülk âlemini anlamlı kılan da zıtlar olmalıdır. Çünkü eşya zıddı ile bilinebilir hale gelir. Bu âlem ise bilmenin ardından gerçek idrake ulaşılabilecek bir âlemdir. Bu sebeple farklı fikirleri hayatın ve hayatımızın bir zenginliği addetmeliyiz. Muhalif olanı ve farklı düşüneni kabullenmemek ve yok etmeye çalışmak ve hatta sadece kendi fikrinin doğru olduğuna inanmak itikadî açıdan da problemli bir durum olmalıdır. Derinliğine düşünüldüğünde bu yaratılana razı olmamak ve Rabb-i Kerim’in izin verdiğine kendi dar aklınca izin vermemek anlamına gelir. Bu anlamda her fert ve her grup demokrasiyi başkalarına anlatılması gereken teorik bir konu olarak değil bir hayat tarzı olarak kabul etmelidir.
Belki de bu konuda öncelikle enfüsi âlemde yani öncelikle kendi iç dünyamızda başlamalı. Muhtemelen demokrasinin en can alıcı noktası her hangi bir ferdin ruh âlemine yansıyan mânânın çok önemli olduğuna ve ilâhî kaynaklı olduğuna inanmak ve çok önemsemektir. Her fikri sabah doğan güneş kadar kudsî bağlantıları ile dinlemek söyleyene değil, söyletene bakmaktır. Fikrini varlığın ve benliğin esaretinden kurtarmak böyle bir şey olsa gerektir.
16.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
Seçim haftası |
|
Bu hafta sonu millet olarak bir kez daha sandık başına gidecek ve vereceğimiz oylarla, önümüzdeki dört-beş yılın siyasî şekillenmesine katkıda bulunacağız.
Bu katkının olumlu olması, geçen seçimlerde yaptığımız tercihlerin önümüze çıkardığı neticeleri doğru ve sağlıklı bir şekilde değerlendirmemize bağlı. Bir mânâda, dilimizle ya da kalbimizle şikâyetçisi olduğumuz yanlışlıkları elimizle düzeltme imkânı bulacağız.
Bu gerçekten hareketle, geçen ayın ilk günlerinde İstanbul’da toplanan Siyasî Komisyonun aldığı karar gereğince hazırlanan “22 Temmuz’da tuzakları bozalım” broşürü büyük ilgi gördü. AKP’nin iktidardaki uygulamalarının mutedil bir üslûpla eleştirildiği broşürde, CHP, MHP ve GP’nin de çözüm olamayacakları, buna karşılık Türkiye’nin yine demokrat misyon çizgisinde bir buluşmaya ihtiyacı olduğu mesajı veriliyor.
Broşürü iki ayrı formatta çıkardık. Biri küçük boy, diğeri dörtte bir gazete sayfası ebadında. Her iki formata da ilgi sürüyor. DP Genel Merkezinin ardından teşkilâtlardan gelen talepler de devam ediyor. Bu çerçevede, İstanbul teşkilâtının talebiyle basılan on binlerce broşür, önceki gün yapılan Çağlayan mitinginde dağıtıldı. Broşür muhtevası gazetemizde de yayınlandı.
Seçim çalışması yapan adaylara ve teşkilâtlara, seçime sadece altı gün kaldığını, dolayısıyla broşür için ek talepte bulunmayı düşünüyorlarsa ellerini çabuk tutmaları gerektiğini hatırlatıyoruz.
Seçimin ve tercihlerimizin hayırlı neticelere vesile olması dileğiyle...
***
Safahat’a büyük ilgi
Birbirinden değerli eserlerin hediye edildiği promosyon kampanyamız İstiklâl şairimiz Mehmet Âkif Ersoy’un Safahat adlı muhteşem eseriyle taçlanıyor.
Kupon neşrine bugün başladığımız şaheser, araştırmacı M. Ertuğrul Düzdağ’ın kontrolünde neşre hazırlandı. Safahat’ı teşkil eden yedi kitabın tam metni ile, Safahat dışında kalmış bir kısım şiirlerinin de derlendiği eserin giriş kısmında, İstiklâl şairinin Ertuğrul Düzdağ tarafından kaleme alınmış geniş bir hayat hikâyesi yer alıyor.
Temsilcilerimizin hız kazanan ‘saha çalışmaları’ bazı ulusal ve mahallî radyo ve TV’lerde yayınlanan reklâmlarla destekleniyor.
Kampanyamız okuyucularımızın büyük ilgisiyle karşılandı. Millî şairimizin bu unutulmaz eserini kütüphanelerine kazandırmak ya da dostlarına hediye etmek isteyenlere son bir çağrımız olacak: Bu fırsat kaçmaz.
***
Yeni kitaplar
Risâle-i Nur Enstitüsü tarafından gerçekleştirilen Arama Konferansları kitaplaştırıldı. Enstitü yayınları arasında çıkan kitaplarda ilk üç Arama Konferansının sonuç bildirileri yer alıyor. Risâle-i Nur’da üst başlığı altında Sivil Toplum, İletişim ve Modelleme adlarını taşıyan bu üç eserde ilgili konular Risâle-i Nur eksenli bakış açıları ile değerlendirilmiş. Günlük hayatta karşılaştığımız sorulara cevap vereceğini umduğumuz kitapların, okuyucusuna önemli bir ufuk genişliği kazandıracağına inanıyoruz.
***
Üç aylara girdik
Manevî ticaret mevsimi olan üç aylara bugün itibarıyla girmiş bulunuyoruz. Mü’minlerin hayat yolu üzerinde her sene kurulup kaldırılan bir sergi hükmünde olan üç aylarda işlenen her hayır, okunan her bir Kur’ân harfi binler misli sevap olarak değer kazanmakta. Üç ayların ve 19 Temmuz Perşembe gecesi idrak edeceğimiz Regaib Kandilinin insanlığa, İslâm âlemine ve milletimize hayırlar getirmesini diliyoruz.
Hepinize hayırlı haftalar...
16.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Sayıların dili |
|
Sayılar yan yana gelince; omuz omuza olurlar. Pozitif değerde katlanan bir enerji ve potansiyel oluştururlar. İki tane bir yan yana gelince 11 olması gibi. Sayılar arka arkaya dizildiklerinde, diğer ifadeyle yan yana yeni bir sayı ve değer oluşturduklarında, artan bir kuvveti, farklı değerlerin ortak hareketini ve yeni bir sayı olarak kendilerini yeniden ifade eden bir değerde buluşmalarını gösterirler.
Aynı çizgide ardı sıra okunabilen ve yeni bir beraberliğin yeni sayı değeri ile ifade edilme ortaklığı, kabullenilişi, eski sayı ifadesinin bütünde kaybolmaya razı olma isteği ve niyeti, daha kuvvetli bir sayı gücünü ortaya koymaktadır.
Aslında rakamların dili, öylesine eğitici, yönlendirici ve sevindirici bir heyecanın birliktelik ruhudur ki, birbirlerini her işlem ve değişim basamağında fonksiyonel bütünleşme eğiliminde ortaya koyarlar.
Kendi başlarına bir rakamın 10 farklı karakter dışında seçenek üretememesine mukabil, yan yana geldiklerinde milyonlarca kombinezona ev sahipliği yapma cömertlikleri kendini gösterir. Onların beraberlik sevdasına ve denklemlerin değişkenlerini bulup çözüm merkezli mantık yürütmelerine götüren bir fikir akışına ve kanaat sürdürmesine, rakamlar edebiyatı sözcülük eder.
Yan yana iki sayının değeri, kendileri kadar üssü değerinden her zaman daha büyüktür. Eskilerin diliyle üssü kemiyetler, yan yana değerlerinden daima küçüktürler. Matematiğin bu ince sırrı, ihlâs kuvveti karşısında mânâ bulan Bediüzzaman keşfiyle ancak durdurulabilirlik kazanıyor. Yani ihlâsın sınırsızlığı ancak bu sayıların erişilmez sonsuzluğunu aşan bir kuvvet ihdas etmektedir. Rakamların teorik potansiyelini aşan bir mânâ tezahürü için ihlâs kuvveti ancak inandırıcı bir örnek ve akla kapı açan bir kıyas imkânı vermektedir.
Bir örnek vermek gerekirse, ikinin karesi dörttür. Ancak yan yana gelmiş iki ikiden, yani 22’den küçüktür. 3’ün küpü 27’dir. Ancak 33’ten küçüktür.
Buradan anlıyoruz ki, çarpan kuvvetlerin değeri, her zaman yan yana gelen aynı sayılardan küçüktür. Demek ki, yan yana, aynı maksatta, yani aynı çizgide ve pozitif olarak sağa doğru artan sayılar zinciri veya aynı sayılar, tesanüdün sırrını temsil ediyorlar. Öbür tarafta katlanan değerler önemlidir, çarpan kuvvetlerde olağanüstü bir kuvvettir. Ancak yan yana duruşlarının yanında zayıftırlar.
Meselâ 3 çarpı 5, 15 olmasına mukabil, yan yana olduklarında 35 etmektedir. Çarpan değerine bile iki katından fazla kuvvet yükleyen yan yana prensibi, gerçek bir takım ve ruh ikliminde müheyya olmanın şevk ve şuur iletkenliğinde beraberliği pekiştirir.
Yan yana olunca, omuz omuz olmanın dokunuş ve birlik çizgisi vardır. Yeter ki omuzlar aynıyken, bakışları da aynı cepheye ve tarafa dönük olsun. Maksat birliği olunca, aynı yönelişin ve aynı tarafa bakmanın duygudaşlığı ile ortak noktaya kilitlenirler.
Sayılar ardı sıra aynı yöne bakarak doğru dizilirlerse, birbirinin yeni fonksiyonu olurlar. Araya nokta, virgül ve benzeri “kara kediler” katmadıklarında değer bölünmesi ve sayı küçülmesi olmaz. Tamlığın tamamı, arada boşluk bırakmadan beraberce aynı sırada dizilmekten geçer.
Hepsi sayıdır ve tek başlarına yetersizliklerinin tescili olarak, başka bir sayı ile kazandıkları değerle kıyaslandıklarında bunu fark ederler. Küskün sayılar ise kendi başına ve kendinde kuvvet vehmetmenin megaloman halinde sadece bir sayıdırlar.
Sayılar ailesinin bir mensubu olup tekil kalmakla, bir başkasında beraber yeni bir değer olmak aynı şey değildir. Birisi kendindedir ve kendisiyledir, diğeri ise kendisi gibi olanlarladır.
Hiçbir sayı, bir başkasıyla beraber olduğunda kendi kimliğini, matematik özelliğini kaybetmeden yeni bir değerde değer kazanıyor ve kazandırıyor. Küçük veya kendisinden büyük sayıyla yan yana gelmenin galibiyet veya mağlûbiyet duygusunu yaşatan değersizlik yaşamazlar. Büyük sayı, küçük sayıya o kadar muhtaçtır ki, onunla değerlendiğini bilir. Küçük sayıda kendi başına hem yetemeyeceğini, hem de değer ürettiğini anlar.
Sayılar, hep esnek ve hesaplama yöntemlerinin çözümcü ve denemeci bütün pratik, varsayım ve optimizasyonlarına açık seçenekler galerisidirler. Bu galerilerde, muhakeme ağlarını, mantığın dokusunda işleyen her hikmet sayısı, kudret elinin namütenahiliğinde işleyen varlıkların yaratılış mucizesidir.
Keşfin sınırsızlığı ve algılamanın beşerî sınırları arasında hayret ve ürperti ile kabullerinin matematiğinde sayı ile tasnifin bekçiliğine soyunmuş pozitif bilimler, mânânın birer sözcüsüdürler. Ancak kendisi olamadıklarını ve olamayacaklarını bilerek.
16.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Peygambere bağlılık |
|
Resûl-i Ekrem (asm) birgün Muhammed bin Mesleme’ye bir kılıç vermiş, onunla Allah yolunda savaşmasını, iki Müslüman cemaatin birbirine girdiğini gördüğünde de kılıcını taşa çarpıp kırmasını öğütlemişti.
Bu emir ve öğüde canla başla uyan bu büyük sahabî, Hz. Osman’ın şehadetinden sonra Müslümanların aralarındaki fikir ayrılıklarını gördüğünde de kılıcını bahçesindeki taşa vura vura kırmıştı.
Karanlık geceler gibi karışıklıklar çıkacağını, büyük fitnenin zuhur edeceğini, iki Müslümanın birbirlerine kılıç çekeceklerini Efendimizden (asm) duyan, Hadramut’tan kalkıp gelen ve İslâmla şereflenen Vâil bin Hucr da, (ra) Hz. Muaviye’nin kendi tarafında olması teklifine karşı “Hayır, böyle bir zamanda Allah Resûlünün (asm) “sen onlardan uzak kal” emrine uyarak savaşa katılmamıştı.
Allah Resûlünün (asm) mümtaz talebelerinden olan Vâil bin Hucr, Hadramut’ta büyük bir servet ve saltanata sahipken onlara bir tekme atıp Resûl-i Ekrem’in (asm) dâvetine icabet etmek için Medine’ye gelmişti. Daha önceden onun geleceğini müjdeleyen Allah Resûlü (asm) geldiği zaman da selâmına mukabele edip hırkasını yere serip üzerine oturtmuş, sonra minbere çıkıp onu yanına oturtup, “Ey insanlar! Şu gördüğünüz adam var ya, kendi isteğiyle Allah’ı, Resûlünü ve İslâmı arzulayarak tâ Hadramut gibi uzak bir diyardan kalkıp gelmiş olan Vail bin Hucr’dur” diye ashabına takdim, Vâil de tasdik etmişti. Resûl-i Ekrem (asm) devam ederek onun korktuğundan veya bir heves uğruna değil, sırf Allah ve Resûlünün muhabbetiyle geldiğini belirtiyor. Mülk ve saltanatını daha yeni bırakıp geldiğini ve ona iyi davranılmasını tavsiye ediyordu.
“Ailem bütün malımı, mülkümü elimden aldı” deyince de Allah Resûlü (asm) “Ben sana malını, mülkünü fazlasıyla veririm” teminatını veriyordu.
Makalenin başında da dikkat çektiğimiz gibi Resûlullah (asm) sevgisiyle yanıp kavrulan ve onun emirlerine uymayı baştacı edinen bu büyük insan, Yemen’de, Efendimiz’den (asm) sonra çıkan fitnelere karşı da Hz. Ebu Bekir’in mektubu üzerine canla başla mücadele etmişti.
İşte Vâil bin Hucr böylesine sadık bir Müslümandı.
16.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Meselemiz şahıslar değil, misyondur |
|
“Gazetemizdeki yazarlarımızı hep takip ediyorum; ağzınıza, dilinize sağlık diliyorum. Rabbim hep sizi bu hizmette muvaffak eylesin.”
(Cevap: Bizim vazifemiz; tâkatimiz ve çapımız miktarınca, Kur’ân ve Sünnet’in siyasî ve içtimâî stratejilerini çizen çağımızın muhteşem tefsiri Risâle-i Nur’un ölçülerini yansıtmaktır. Ne olacaktan ziyade, ne olması, ne yapmamız gerektiği üzerinde tahşidât yapmalıyız. Çalışma bizden, takdir sizden, mağfiret ve tevfik Allah’tan…)
***
“Risâle-i Nur’u daha iyi anlamamıza yardımcı olan değerlendirmelerinize katılıyor ve tebrik ediyorum. Ancak, açıkça isim zikretmezseniz, daha iyi olmaz mı?” (Z.C.)
(Cevap: Değerlendirmeleriniz ve uyarınız için teşekkür ederim. Üstad, açıkça isim zikrettiğinden, hatta sandık başında “Demokratların oy pusulası hangisi?” diye sorarak da oyunu kullandığından, bizim de ona ittibâ etmemiz gerekmez mi? Tabiî ki, o böyle yapmakla, sûistimalleri ve başka partilerin kendisini kullanmalarını önlemek istemiştir. Üstad, ahrar / hürriyetçi / demokratları desteklediğini kamuoyuna açıklamış.)
***
Aziz kardeşim Halil D.
Önemli olan Üstadın çizgisini takip etmektir. Meseleyi, şahıslar bazında değil de, fikir, misyon, akım perspektifinde ele alırsak, isimlerin önemi olmadığı görülür.
***
“Yazılarınızın temelinde Kur’ân, Hadis ışığı ve Risâle-Nur parıltıları; insan, hayat, felsefe, feraset, akıl, duygu, ruh, vesâire olduğundan bir başka zevk veriyor. Siyasî konularda verdiğiniz ölçüler de gayet mükemmel. Başarılar diliyorum.” (E. Çoban/Almanya)
***
Saygıdeğer E. B. Hanımefendi,
Sorularınız, şahıslar üzerine bina edildiğinden polemiğe açıktır. Fikir, sistem, düşünce, misyon üzerine olsaydı belki karşılıklı müzakere ve mütalaa eder, bir mesafe alabilirdik.
Meseleyi şahıslar bazında götürürsek altından kalkamayız ve tartışmalar mezara dek bitmez! Çünkü, beşer şaşar, hata eder. Günahkârlardan mürekkep bir hükümet, bir parti de elbette hatalar yapabilir. İnsanları tartışırsanız, Asr-ı Saadet dahil, çok şeyi anlamak ve kabul etmekte zorlanırsınız.
Bir filozofun, “Büyük insanlar fikirleri tartışır!” dediği gibi yaparsak, hedefimize daha kısa zamanda ulaşırız.
Biz “hürriyetçi/ahrar/demokrat” misyonun desteklenmesi gerektiğini söylüyoruz. Nitekim, 30 yıl “Demokrat olun, din adına ortaya çıkmayın, mukaddes değerleri tekelinize almayın, herkesi kucaklayın” diye yazdık, çizdik, söyledik. MNP-MSP-RP-FP’den ayrılan “yeni oluşumcular” demokrat oldu, eski fikrini değiştirdi. Bu iyi bir gelişme idi. Ancak, bir yanlıştan çıkıp, bir başka yanlışa saplandı.
Türkiye’de 1908’den günümüze kadar, ana akımlar müstesnâ, yaşayan olmamış, hayatiyetini devam ettiren olmamış. Ana akımlar da, “CHP (diktatörlüğü ve sekülarizmi temsil eder), Milliyetçiler (asabiyete, ırkçılığa ve milliyetçiliğe dayalı akım), din adına ortaya çıkanlar ve hürriyetçiler/demokratlar.” (Emirdağ Lâhikası, s. 422.)
Üstadın, dört parti dediği, dört zihniyet, dört akım, 1908’den bu yana geliyor. Ve bunlardan ayrılan hiçbir parça, muvaffak olamadı, söndü gitti. ANAP, DTP, MP, SHP, DSP, İslâm Demokrat Partisi ve yüzlercesi…
***
TAZİYE: Merhum Mustafa Türkmenoğlu ve Kâmil Acar’a rahmet, mağfiret; akraba ve dostlarına sabır-ı cemil niyaz ederim.
***
TEBRİK: Mübarek üç aylarınızı tebrik eder; camiamız, milletimiz ve İslam âlemi için hayırlara; insanlık için hidayete vesile olmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz ederim.
16.07.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Mu'tezile mezhebi - 3 |
|
Cevdet Bey:
*“Mu’tezile mezhebini tanımak istiyorum. Çünkü bu mezhebin itikattaki yanlışlarına Üstad Hazretleri bir hayli dikkat çekiyor. Kuruluşu, fikirleri, etkileri, gelişimi ve günümüzde temsilcilerinin olup olmadığı hakkında bilgi verir misiniz?”
Mutezile mezhebinin itikat noktasındaki yanlış fikirlerine Bediüzzaman’ın verdiği cevaplara dikkat çekmeye kaldığımız yerden devam edelim:
3- Mu’tezile imamları, “Büyük günah işleyen bir mü’minin imanı gider” diyorlar. Oysa ehl-i Sünnet inancına göre, amel imandan bir cüz olmadığından, büyük günah işleyen kimse işlediği günahı helâl saymadıkça, günah olduğunu inkâr etmedikçe dinden ve imandan çıkmaz.
Üstad Bedîüzzaman, ehl-i Sünnet inancının doğruluğunu şöyle açıklar: İnsan nefsi, hazır bir dirhem lezzeti gelecekteki, görünmeyen tonlarla lezzete tercih edebildiği gibi, hazır bir tokat korkusundan, ileride bir sene azaptan daha ziyade çekinir. İnsanda hissiyat galip olsa aklın muhakemesini dinlemez. Heves ve vehmi hükmeder ve az bir hazır lezzeti, ilerideki gayet büyük mükâfata tercih eder. Nefis de yardım etse, iman mahalli olan kalp ve akıl susarlar, çünkü mağlûp olurlar. Şu halde büyük günahları işlemek imansızlıktan gelmiyor; hissin, hevesin ve vehmin galip olmasıyla akıl ve kalbin mağlûbiyetinden ileri geliyor.1 Bu ise insanı günahkâr kılar; fakat imanını götürmez, insanı dinden çıkarmaz.
4- Mu’tezile imamları derler ki: “Eşya kendi zatında âhiret ve hakikat itibariyle ya iyidir, ona binâen emredilmiştir. Ya da kötüdür, ona binâen yasaklanmıştır. Yani iyilik ve kötülük eşyanın zatında vardır. Allah’ın emretmesi veya yasaklaması ona bağlıdır.”
Oysa ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat der ki: “Cenâb-ı Hak bir şeye emrederse o şey güzel olur. Yasaklarsa o şey çirkin olur. Yani güzellik Allah’ın emri ile, çirkinlik de Allah’ın yasaklaması ile ortaya çıkar.”
Ehl-i Sünnetin daha isabetli olduğunu kaydeden Bedîüzzaman Hazretleri, namazdaki vesveseyi yenmenin de ehl-i Sünnetin anlayışına göre mümkün olduğunu beyan eder. Yani güzellik ve çirkinlik Allah’ın emrine göre anlaşıldığından, meselâ kulun bilgisi dışında ibadet bozucu bir durum meydana gelmiş olsa, bu durum ibadeti bozmaz, ibadet yine sahihtir. Çünkü esas olan, Allah’ın emri, bu emre kulun boyun eğmesi ve bu boyun eğişi Allah’ın kabulüdür. Mutezile ise, kulun bilgisi dışında ibadeti bozucu bir durum gerçekleştiğinde “Hakikatte bozulmuştur, fakat sen bilmediğin için özürlü kabul edilirsin ve ibadetin kabul edilir” diyerek, kulun vesvese içine girmesine yol açar. Buradan hareketle Bediüzzaman, ehl-i Sünnete göre, şeriatın zahirine uygun olarak işlenen amel için “Acaba sahih olmuş mu?” deyip de vesvese içine girilmemesi gerektiğini; fakat “Kabul olmuş mu?” diyerek de gurur ve ucbden kaçınılması gerektiğini ifade eder.2
5- Mu’tezile, “Cehennem sonradan yaratılacaktır” der. Oysa ehl-i Sünnete göre Cennet ve Cehennem şu an mevcuttur.
Bedîüzzaman, ehl-i Sünnetin görüşünün doğruluğunu şöyle açıklar: Biri büyük, biri küçük olmak üzere iki Cehennem vardır. Küçük Cehennem, dünyanın merkezinde varlığı bilimsel olarak da ispatlanan ve dünya ateşinden iki yüz bin derece daha şiddetli olan ateş küredir. Şimdilik Büyük Cehennemin vazifelerini berzah âleminde küçük Cehennem yapmaktadır. Allah’ın emri geldiğinde üzerinde yaşayan insanları haşir meydanına dökecek olan dünya, aynı anda karnında taşıdığı küçük Cehennem’i de büyük Cehennem’e teslim edecektir.
Büyük Cehennem, elektrik lambalarının fabrikasının kazanı hükmündedir. Âhirete bakan gökyüzündeki yıldızlar, ateş ve hararetlerini büyük Cehennem’den, nur ve ışıklarını da Cennetten almaktadırlar. Yani yıldızlar her iki âleme birden bakmaktadırlar.3
6- Mu’tezile kaderi inkâr eder. Meselâ kurşunla ölen birisi için Mu’tezile, “İsabet almasaydı ölmeyecekti” der. Oysa ehl-i Sünnete göre kadere iman, iman esaslarındandır. Böyle birisine ehl-i Sünnet: “İsabet almasaydı, ölmesi bizce meçhuldür” der.
Bedîüzzaman Hazretlerine göre, kaderin sebep ve sebebin sonucunda meydana gelen olayla alâkası birdir. Dolayısıyla, adamın ölmeyeceğini farz etmek, tüfeğin de atılmayacağını farz etmek demektir. Oysa vuran suçludur. Çünkü kendi iradesiyle hareket etmiştir. Vurmaya meyletmeseydi, adamın ölüp ölmeyeceği elbette meçhuldür. Yani Bediüzzaman’a göre ehl-i Sünnet, görüşünde ve inanç çizgisinde isabetli, Mutezile ise hatalıdır.4
Dipnotlar:
1- Lem’alar, s. 80, 81, 2- Sözler, s. 250
3- Mektûbât, s. 15, 4- Sözler, s. 431
16.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Yapıcılar ve bozguncular |
|
Ebedî olarak sahip olunması mümkün olan değerler için insanın dünyasını feda etmesi anlaşılabilir bir durumdur elbette. Çünkü insanın yaratılışında ölümsüz bir dünyada yaşama arzusu bulunmaktadır. Geçici hayatı ebedî bir hayata feda etme emrini zaten Rabbimiz bizlere vermektedir. Ancak bu fedada bile ifade edilmesi zor bir güzellik bulunmaktadır. Bu fedada ne kendisine, ne de başkasına zarar vermek yoktur. Aslında bu fedada var olmak vardır, yok olmak yoktur.
Görüyor ve anlıyoruz ki, kalıcı güzelliklerin elde edilebilmesi için geçici çirkinliklerin terk edilmesi bizden istenmekte ve bunun için dahi olsa varlıklara zarar verilmesi yolu tercih edilmemektedir. Burada “Sen yok ol ki ben var olayım, sen sıkıntı çek ki ben huzur bulayım” anlayışı değil, “Hep birlikte var olalım, hep birlikte huzur bulalım” anlayışı yer almaktadır. Buradaki mücadele, sadece zararlı duygular ve faaliyetlerin yok edilmesi ve her yerde güzelliklerin ikame edilmesi için yürütülmektedir.
Rabbimizin bizden istediği mücadele tarzı, başta nefsimizin bütün kötü arzularına set çekmekle başlar. Arkasından öncelikle insanlara, arkasından da diğer bütün mahlukata zarar vermemekle ve müfsidlerin zararlarını tamir etmekle devam eder. Burada kazanmak için başka hayatlara kast etmek ve kendi menfaatı için başkalarına zarar vermek durumu yoktur.
İlâhî mesajların manevî atmosferinden nasiplenmeyen insanların ise mücadelesi bambaşka bir seyir takip etmektedir. Onlar öncelikle dünyaya hâkim olma idealine yapışırlar. Bunun için de kendilerinden olmayan herkesin ya susması ve onlara kul-köle olması veya öldürülüp ortadan kaldırılması gerekiyor.
Kâinatın Hâlıkı’na iman eden insanlar ile iman etmeyenler arasında gerçekten büyük uçurumlar bulunmaktadır. Hem şahsî hayat itibarıyla hem de sosyal hayat itibarıyla bir taraf tamamen yapıcı bir rol üstlendiğine inanmakta ve buna göre mahlukatla en iyi bir ilgi kurmaya çalışmaktadır. Diğer taraf ise adeta var olan her şeyi kendisine düşman bilmekte ve rahat bir hayat yaşamak için başkalarının sıkıntı içinde olması gerektiğine inanmaktadır.
Toplum içinde meydana gelen bütün hadiselerde, yapıcıların ve bozguncuların birbirlerinden farklı olan durumlarını açık bir şekilde görebilmek mümkündür. İnsanların, gözle açık bir şekilde görülen faaliyetleri yanında, bakışlarından, hâl ve tavırlarından da mahiyetlerini tahmin edebilmek zor değildir.
Müşfik bir bakış ile mahlukata nazar eden ve gülümsemelerle yüzlerinde güller açılan insanların değerini ancak şefkate ve insanî yaklaşımlara ihtiyaç duyan insanlar iyi anlayabilir. Dünyanın insan hayatlarını cehenneme çeviren keşmekeşli hâletlerinden kurtulmak için çırpınan insanların imdadına bir bakış, bir gülümseme bile yetişebilir.
Dünyanın fani değerlerine ısınamayanlardan olabilmek ve arayış içinde olan insanların ellerinden tutabilen olabilmek, o müşfik ve güler yüzlü insanlar için hayatın en mühim bir maksadı ve gayesidir. Hiçbir maddî imkân onlara bu manevî faaliyetten aldıkları zevki veremez.
Ne yazık ki tahribat ve bozgunculuk kolay olduğundan, günümüzde toplumu kendi menhus emellerine âlet etmek isteyen insanların gürültüsü daha çok çıkmakta, insanlar üzerindeki menfî tesirleri daha fazla olmaktadır. Buna karşılık iman cevherine sahip olup, her şeyin dizgini elinde olan Kâinat Sultan’ına yönelen ve Ondan ferec isteyen insanlar bu hâletlerinde sebat etmeliler. Hiçbir gürültü onların Huzur-u İlâhî’de huzur bulmalarına engel olmamalıdır.
Kendi güç ve imkânlarımızla önüne geçemeyeceğimiz nâhoş durumlar karşısında ümitsizliğe düşmek yerine, kulluk görevimizi eksiksiz yapmamız en çıkar yoldur. Rabbimiz bize dünyayı düzeltme ve insanları zorla imana getirme görevini vermemiştir. O bizden gücümüzün yetmediği şeyleri istememektedir. O zaman bizler de gücümüzün yettiklerini yapmakta tembellik göstermememiz gerekir.
Dünyanın gürültülü ve üzücü olaylarına karşı boşu boşuna dövünüp, şahsî hayatımızla ilgili görevlerimizi ihmal edersek işte o zaman mes’ul oluruz. Problemi önce dünyanın geçici olaylarında değil, kendi dünyamızdaki aksaklıklarda aramamız gerekir.
16.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Kulaklara küpe olacak analizler |
|
Seçimlere çok az bir süre kala yapılan bir anket çalışması iktidara gelmeyi düşünenlere ufuk açıcı nitelikte. Halkın demokrasi, özgürlükler, darbeler, irtica, başörtüsü yasağı gibi konularda ne düşündüğünü çarpıcı sonuçlarla ortaya çıkaran bir anket.
Eğitim-Bir-Sen’in “Türkiye’de demokrasi kültürü ve siyasal durum analizi” isimli çalışması başta İstanbul, Ankara, İzmir ve Adana olmak üzere Türkiye’nin bütün bölgelerindeki illerde yapılırken, 2 bin 635 kişiye 120 civarında soru sorulmuş. Ve ilginç bir tablo ortaya çıkmış.
Söze, cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde yaşanan tartışmalarla ilgili olarak çalışmanın önsözünde yer alan bir tesbitle başlayalım. “Yargının aldığı her kararın aslında siyasal alanı, yani demokratik alanı daraltan bir etki yaptığında hiç kuşku yoktur. Siyasal tartışma hiçbir meseleyi halledemeyen kısır bir süreç olarak ilân edilmiş oluyor…”
Milletin vekilliğini alacak ve onun adına icraat yapacak siyasetçilerin kulaklarına küpe olabilecek nitelikte bu anketten bazı sonuçları aktaralım.
Cumhuriyetin tehlikede olduğunu düşünenlerin oranı yüzde 23. Yüzde 77’si ise tehlikede görmüyor. Tehlikede görenlerde en büyük oran ise tahmin edileceği üzere CHP’li.
İrticayı Türkiye için birinci tehdit olarak görenlerin oranı, devletin tehdit algılaması sıralamasından çok farklı. Halkın sadece yüzde 23’lük bölümü irticanın tehdit olduğunu düşünüyor.
Ordunun siyaset süreci üzerindeki etkinliğinin arttırılmasını demokratik kazanımlar için tehlike olarak görenlerin oranı yüzde 41.
Anketi yapanlar üstteki soruyu “ordu faktörü”nü çıkararak, yani, “Halkın iradesine müdahale Türkiye için ne ölçüde ciddî bir tehlike oluşturmaktadır” şeklinde sorduğunda tehlikenin boyutu daha da artmış. Yüzde 57’lik bir kitle “1. derecede önemli tehlike” cevabını vermiş. Analizde bu durum şöyle değerlendirilmiş, “Bundan Türk halkının halkın iradesine müdahaleyi aslında hiç de hoş görmediği halde, orduyu yıpratmamak gibi bir değere de fazlasıyla sahip olduğunu göstermektedir...”
Herkesin istediği gibi düşünme, düşündüğünü söyleme ve yayma hakkına sahip olması gerektiğine tamamen katılanlar ve katılanlarla birlikte yüzde 80’i buluyor.
“Hükümet Genelkurmay Başkanlığını bugünkünden daha fazla denetleyebilmeli ve icraatları üzerinde etkili olmalıdır” sorusuna ise katılanların yüzde 37’lik kısmı “Tamamen katılıyorum” derken, yüzde 28’lik bölümü “Katılıyorum” demiş. Yani, yüzde 65’lik bir kesim “Genelkurmay daha fazla denetlensin” diyor. Yine, Genelkurmay’ın siyasete gereğinden fazla müdahale ettiğini düşünenlerin oranı yüzde 66 çıkmış.
Anketin en çarpıcı sonuçlarından birisi de, Türkiye’de demokrasinin tam mânâsıyla işlemekte olduğu fikrine katılanların oranı da sadece yüzde 33’te kalıyor. Ayrıca, Türkiye Cumhuriyetinin gerçek anlamda laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olduğuna ancak yüzde 36’lık bir kesim katılmış.
Çalışmaya göre, “Türkiye’nin birinci dereceden önemli sorunları” şöyle sıralanmış: Fakirlik (yüzde 87), terör (yüzde 86), Güneydoğu ve Kürt sorunu (yüzde 77) başörtüsü yasağı (yüzde 61), ordunun siyasete müdahalesi (yüzde 56), ifade özgürlüğü (yüzde 53), katsayı adaletsizliği (yüzde 51)…
“Başörtüsü konusundaki uygulama nasıl olmalıdır?” şeklinde yöneltilen soruya, yüzde 66’lık bir kesim “İnsanlar hem üniversitelerde, hem de çalışma hayatında istedikleri gibi giyinmelidirler” derken, “üniversitelerde serbest, çalışma hayatında yasak olması” gerektiğini düşünenler yüzde 6, “üniversitelerde yasak, çalışma hayatında serbest olması” gerektiğini düşünenlerin oranı yüzde 3 olarak çıkmış. Burada en dikkat çekici sonuç ise bazı kesimlerin dediğinin tam aksine “Siyasî simgedir, yasaklanmalıdır” diyenlerin oranı sadece yüzde 10…
Daha bunun gibi birçok sonuç var. Köşemize bu kadar sığdığı için önemli gördüklerimizi aktardık.
Bir eğitim sendikasının bu önemli ve yol gösterici anketi yapması çok önemli. Bu önemin farkında olan Genel Başkan Ahmet Gündoğdu, başta Memur-Sen Konfederasyonu Genel Başkanı Ahmet Aksu, Diyanet-Sen Genel Başkanı Ahmet Yıldız gibi sendika başkanları ve yöneticilerinin de bulunduğu toplantıda “Halk yapılanların farkında. Demokrasi ve sivil siyaset özlemini net şekilde ortaya koyuyor. Millet kendi iradesinin dikkate alındığı bir Türkiye istiyor. Demokrasinin asla kesintiye uğramamasını istiyor” diyerek çalışmanın ana fikrini özetledi.
Bu sonuçları gördükten sonra bize fazla söz kalmıyor. Çünkü her şey sonuçlarda apaçık görülüyor. Biz sadece, ilgililerden bu sonuçları dikkatli bir şekilde incelemelerini tavsiye ediyoruz…(Anketin tamamını görmek isteyenler www.egitimbirsen.org.tr’ye müracaat edebilir.)
16.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Desecration |
|
Batı dillerinde kutsiyetinden arındırma yani arzileştirme anlamında bir kavram kullanılır: Desecration. Bu çok önemli bir kavram. Dini değerleri bayağılaştırma anlamına geliyor. Buna bir yerde anlam buharlaşması da diyorlar. Eğer dini değerler üzerine titizlenmezsek bu anlam buharlaşmasıyla karşı karşıya gelmemiz kaçınılmazdır. Kompleks ile veya beklenti ile taviz de neticeyi değiştirmez.
Sözgelimi, Yaşar Nuri Öztürk bilinen ve mahut uslubuyla CHP’ye gitti ve burada siyaset yaptı ama yaranamadı. Gördüğü aşağalayıcı muamele de üstelik peşini bırakmıyor, şuuraltına kazınmış. CHP ve Baykal’ın ayak oyunlarıyla Kemal Derviş gibi dünya devleri ve demir leblebiler bile başa çıkamazken, Yaşar Nuri Öztürk çerez gibi gelir. Adamı ham edip yutarlar. Hoca’nın aşina deyimiyle, irapta mahalli bile olamaz. Ceviz Kabuğu programında kendisi gibi CHP mağduru olan Hulki Cevizoğlu ile dertli dertli söyleşiyordu. Baykal’ın kendisini ‘imam’ diyerekten aşağılamasından yakınıyor. Gündüz Aktan da aslında CHP’ye yakışmasına rağmen oradan değil de muhtemel ve mustakbel partneri MHP içinde siyaset yapmaya karar verdi. Belki de Yaşar Nuri ile aynı akibeti paylaşmamak veya aynı tarz muameleye muhatap olmamak için ondan uzak durmuş olmalı. Öyleyse akılla adam vesselam.
Reformistler CHP’de dikmiş tutturamıyorlar. Zekeriya Beyaz gibiler de yine geçmişte MHP’yi tercih etmişlerdi. Baykal’ın öpücüğü ölüm opücüğü gibi geliyor, yakalanan iflah olmuyor. Son sıralarda Gündüz Aktan Atatürk’ün de Maturidi olduğunu söylemeye başladı. Bu, ‘hilafet Meclis’in uhdesinde mündemiçtir’ tarzı afaki ve fantazi laflar etmekten öteye gitmez. Coşkun Kırca’nın dediği ve bizzat Yaşar Nuri’nin yaşayarak gördüğü gibi CHP ne türünden olursa olsun İslâmi referansı kaldırmaz. Bir zamanlar Baykal, Edebali’den bahsediyordu ama o parantez olarak kaldı. Coşkun Kırca, Burgiba ile Kemalizm arasındaki farkı şöyle tanımlar. Birisi İslâmın içinden gelir, diğeri dışından. Burgiba İslâmi referansı kabul eder ama ardından da tevilini yapar. Bu daha ziyade laik bir modernist bir tevildir. Diğeri ise tevile sapmadan hepten ve yekten reddeder. Bununla birlikte rejimin bazen Burgiba sapağına saptığı da olmuştur netekim. CHP pozitivist bir partidir dini asla referans almaz; o halde tevilinizi niye kabul etsin ki? Son gelişmeler de bunu göstermiştir.
***
Gündüz Aktan ve zaman zaman MHP’de kümelenen bazı isimler teorik mânâda, AKP ise pratik anlamda reformisttir. Bu teorik veya pratik reformizm dini kudsiyetinden arındırma yani desecration mânâsı taşır. Buna dair son seçim kampanyasından örnekler verebiliriz. Bu örneklerden birisi Unakıtan’larla alakalı. Efradına cami ağyarına mani bir ikili oluşturan bay ve bayan Unakıtanlar Eskişehir’de birlikte Yunus Emre heykelini açmışlar. Para ile oynayan Unakıtan gibi birisinin dünyaya metelik vermemiş Yunus Emre ile ne ilişkisi olabilir? Bu desecrationdan ziyade deformasyondur. Eğer AKP’yi bir dönem daha bıraksanız Nuh Aleyhisselam döneminde salih insanların heykellerini yapanlar gibi onlar da heykelini yapmadık salih ve iyi adam bırakmayacaklar.
Neyseki İstanbul’a yapılacak olan Mevlana heykeli direkten döndü. CHP’liler ozan diye onların heykelini yapabilirler, ama AKP’ninkisine bir anlam veremiyorum? İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş Beyefendi şehre koskocaman bir Mevlana heykeli dikecekti bereket sağdan soldan aldığı eleştirilerle bu işten vazgeçti. İnşaallah geçici değil nihaidir. Aslında ilahiyat ve imam hatip kökenli birisi olarak öncelikle bu gibi desecration gösterilerinden kendisini uzak tutması gerekmez mi? Ama zihin kayması ve anlam buharlaşması yaşanmış, bundan dolayı istikamet sisli hale gelmiş. Önlerini ve arkalarını göremiyorlar. Desecration bazen sefahat mânâsı da kazanabiliyor. Sözgelimi AKP’li Zonguldak Belediye Başkanı Murat Sesli, konser vermek için İstanbul’da Lazınyeri’nde istenmeyen ikili ilan edilen Deniz Seki’yi davet etmiş ve kameralar da bu konserin çekimini yapmışlar. Selülit meselesi tartışılırken Belediye Başkanı Marut Sesli mikrofonu kaptığı gibi soyismine denk bir biçimde herkesin şaşkın bakışları arasında kuliste Deniz Seki’yi gördüğünü ne kilosunun ne de selülitlerinin olduğunu söyleyivermiş. Deniz Seki’nin bile dili tutuldu. O bile mahçup oldu.
***
Kulakları çınlasın, Yaşar Kaplan’ın İran Notları kitabında İran’ın devrimden sonra heykele yaklaşımı da nazara veriliyor. İran farklı kültür ve mezhep havzasından geldiğinden bu hususlarda geniş meşreptir. Firdevsi veya benzerlerinin heykellerini yapabiliyorlar.. Muhammed Abduh da yaşadığı dönemde resim ve heykel yasağının bir anlamının kalmadığını ve bu yasağın puta tapan Cahiliye Arapları için olduğunu, binaenaleyh yasağı tarihsel olarak anlamak gerektiğine dair fetva vermişti. Ölümü üzerinden 10 yıl geçmeden Ekim Devrimi gerçekleşti ve ardından faşizm geldi ve bu yarı din haline gelen ideolojiler her tarafı heykelistana çevirdiler.
Yunus Emre’nin heykelini dikeceğinize onun gibi adamlar yetiştirmeye bakın. Ama vermeyince mabud, neylesin Mahmut. Veya Arapların deyimiyle: ‘fakidu’s şey’i la yutihi? Yani olmayan ne versin! Kendisi muhtaç bir dede / Nerede kaldı gayrıya himmet ede!
16.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Bedel ödemeden siyaset yapmak mümkün mü? |
|
Sandık günü olan 22 Temmuz 2007 tarihi yaklaştıkça, siyasî parti liderleri; meydanlarda ve TV ekranlarında ‘son kozlar’ını kullanıyorlar. Seçim tarihinin belli olmasıyla başlayan meydan mitingleri, milletteki heyecanı da arttırmış görünüyor. Günde 2-3 miting düzenleyen siyasî parti liderleri var. Seçim maratonunun son haftasında, milletin de ‘seçim heyecanı’na kendisini kaptırdığını söyleyebiliriz.
Seçim kampanyalarının ilk günlerinde daha çok ‘şahsî sataşmalar’a şahit olunuyordu. Liderler, birbirlerine ‘lâf’ atma yarışındaydılar. Ancak son hafta durum biraz değişti. Artık liderler, kısmen de olsa ‘projeler’den bahsetmeye başladı.
Liderlerin; meydanlardaki konuşmalarında ‘mazot pazarlığı’ yapmasını başından beri doğru bulmadık. Çünkü millet, seçim meydanlarında; Türkiye’nin geleceğiyle ilgili projelerin, planların ve makul vaadlerin konuşulduğu yerler olmasını istiyor. Daha çok çiftçileri ilgilendiren ‘mazot’ fiyatı da elbette konuşulmalı, ancak bütün konunun bu çerçeveye sıkışıp kalması Türkiye’ye yakışmıyordu.
Avrupa Birliği yolunda ilerleyen ve ‘tam üye’ olmak isteyen bir ülkede yürütülen seçim kampanyalarında AB konusunun meydanları meşgul etmesi gerekmez miydi? “Muasır medeniyet seviyesi”ne ulaşmak, siyasî partileri ilgilendiren önemli konuların başında yer almalı değil miydi? Ne yazık ki, bu konular da yeterince meydanlara taşınamadı...
“Vatandaşın derdi başka” diyenler de olabilir. Ancak, hak, hukuk, adalet ve demokrasi yolunda kalıcı ve sağlam adımlar atılmadan; sağlam bir ekonomik sistemin de kurulamayacağı artık görülmeli. Siyasî partilerin bir görevi de halkı bu yönde bilgilendirmek değil miydi?
“Tek başına, iş başına” gelenlerin; milletten aldıkları destek ve ‘yetki’yi gerektiği gibi kullanmadıkları ortada. İktidarlarının ilk aylarında, tek başlarına anayasayı dahi değiştirebilecek güce sahip olanlar bu imkânı değerlendiremedi. Milletle mutabakatı yeterli görmeyip, ‘güç odakları’ ile mutabakat yolunu aradılar.
İktidar partisinin ‘hata’larında biri de, açık seçik bir şekilde “bedel ödemeye hazır olmadıkları” şeklindeki beyanıydı. Sözkonusu tartışma, bilhassa imam hatip liselerini ilgilendiren ‘katsayı’ydı. Başbakan, Birlik Vakfı’nın düzenlediği toplantıda öğrenci velilerini suçlamış ve şöyle demişti: “Meslek liseleri olayında, özellikle meslek liselerinde yavrularını okutanlar, çocuklarının durumuna sahip çıkmamışlardır. Bunun karşısına dikilenlere toplum gereken cevabı vermemiştir. Biz hükümet olarak bu bedeli ödemeye hazır değiliz. Niye? Çünkü daha önce ödenen bedeller var.” (AA, 3 Temmuz 2004)
Tek başına iktidar olan bir siyasî parti ‘bedel’ ödemeye hazır değilim derse, siyaseten başka bir ‘iş’ yapma imkân ve ihtimali kalır mı? Nitekim kalmadı...
Cumartesi günü İstanbul Çağlayan meydanındaki mitingde konuşan DP Genel Başkanı Mehmet Ağar şöyle dedi: “Bu ülkenin insanını, kadınını başörtüsü üzerinden bölecek her şeyin karşısında Demokrat Parti var. Hepsi bizim evlâtlarımız, bizim canlarımız. Türkiye’de Demokrat Parti, hakların, özgürlüklerin, kardeşçe farklılıklarımızda bir arada, birlikte yaşamamızın teminatıdır. DP, demokrasdir, DP hukuk devletidir, DP bireyin hakkını, özgürlüklerini, hukukunu korumak için millet adına kendini fedaya hazır bir siyasî partidir.”
Demokrasi, hak, hukuk, adalet ve hürriyet kavramlarıyla birlikte “bedel ödeme” kavramının miting meydanlarında seslendirilmesi önemsenmelidir. Milletin ‘rey’ine talip olan siyasî partiler ve liderler, bir bakıma onlar namına ‘bedel ödemeye de talip’ olmuş olmalı. Vatandaşa karşı, “Ben bedel ödemeye hazır değilim, sen bedel öde” demek doğru bir siyasî duruş olamaz.
DP’nin Çağlayan mitingi, İstanbul şartlarına göre başarılı bir miting oldu. Kalabalıktan daha önemli olan, alanı dolduranların heyecanı ve coşkusuydu. Ancak “bedel ödemeye hazır” olanlar siyasî baskılara boyun eğebilir ve ‘iş’ yapabilir. Bunu unutmayalım.
16.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|