Bundan tam 61 yıl önce bugün (21 Temmuz 1946) Türkiye'de ilk kez çok partili genel seçimler yapıldı.
Genel seçimlere iki parti (CHP ve DP) ile bağımsızlar katıldı.
Netice şöyle oldu: Halkçılar 396, Demokratlar 61, bağımsızlar 7 milletvekili ile Meclis'e girme başarısını gösterdi.
* * *
Tek parti döneminin son genel seçimi (seçim yerine atama demek daha doğru) 1943'te yapılmıştı.
Dolayısıyla, her dört senede bir yapılan genel seçimlerin bir sonraki tarihi 1947 yılı olacaktı.
Ne var ki, 23 yıldır iktidarda bulunan Halkçılar, henüz 6–7 aylık rakipleri olan Demokratların toparlanmasına fırsat vermeden "baskın seçim" kararı aldı.
Bu handikapın yanı sıra, 1946 seçimlerinin, dikkat çekici daha başka yönleri de var. Şöyle ki:
1) Seçim sistemi "Açık oy, gizli tasnif" prensibine dayandırılmıştı. Yani, seçmen vatandaş hangi partiye oy vereceğini jandarmanın ve sandık heyetinin gözleri önünde belirtmek durumundaydı.
Haliyle, bu cesaret isteyen bir işti. Bilhassa, iktidara rakip ve muhalif olan Demokratları tercih etmek, son derece riskliydi.
Nitekim, yurdun çeşitli yerlerinde birtakım hadiseler yaşandı. Bazı Demokratların başına gelmeyen kalmadı.
Bütün bu tehlikelerin göze alınmasına mukabil, sandığa atılan oylar, yine de gizli sayılıyordu. Yani, jandarmanın nezaretindeki sandık heyeti, oy oranlarıyla istedikleri gibi oynayabiliyorlardı. Üstelik, buna karşılık yapılabilecek hiçbir şey yoktu.
2) Seçime katılan partilerin ve bağımsızların oy oranları bir türlü açıklanmadı/açıklanamadı. Zira, seçim sonuçlarıyla o tarihte sadece Adalet Bakanlığı ilgileniyordu. Her şey onun inhisarına verilmişti. O da, kapalı rejimin verdiği bir alışkanlık sebebiyle, seçim sonuçlarının yurt ve iller bazındaki oranlarını açıklamayı tercih etmedi.
3) Bazı milletvekili adayları, o dönemde iki ayrı seçim bölgesinde de listeye girebiliyordu. O aday, aldığı neticeye göre hareket ediyor ve istediği vilayetin milletvekili olma yönünde tercih hakkını kullanabiliyordu.
4) Tek parti rejimi baskıları ve geçiş döneminin bir takım ağır şartları gereği, Demokratlar, seçim kampanyasını ancak birkaç büyük şehirde gerçekleştirebildi.
Demokratlar, meselâ İstanbul başta olmak üzere, nisbeten yabancı muhabir ve gözlemcilerin bulunduğu, bu sebeple ağır jandarma baskısının uygulanamadığı şehirlerde çalışma yapabildiler.
Nitekim, 60 civarındaki milletvekilliğini de yine bu şehirlerden çıkarabildiler. Üstelik, iktidar partisine büyük fark atarak. Meselâ, İstanbul'da CHP'nin 5 milletvekili çıkarmasına bedel Demokratlar tam 18 milletvekilliğini kazandılar. Sebep, buranın Avrupa'nın da gözleri önündeki basın–yayın merkezi ve caydırıcı baskıların en hafif olduğu bir büyük şehir olması...
* * *
Neticede, Halkçıların karşısında yeni bir kadro ve köklü bir misyon hareketi şeklinde ortaya çıkan Demokratlar, 21 Temmuz 1946 seçimleriyle Meclis'e ilk kez adım atmış oldular.
Bu dönemde, DP'nin genel başkanı, eski bir İttihatçı olan Celal Bayar'dı. Menderes ve onun gibi mazbut şahıslar ön planda değildi. Bu durum, halkın destek ve teveccüh derecesini haliyle etkiliyordu.
Bununla beraber, siyaset meydanına çıkan bu yeni hareketin ne mânâya geldiğini bilenlerin sayısı hayli sınırlıydı. Reis olan kişi de tam sevilmeyince, baskı rejimi altında ancak bu kadarlık bir netice sağlanabildi.
1950 seçimlerine gelindiğinde ise, ortaya farklı yeni bazı durumlar çıktı. Meselâ, Üstad Bediüzzaman ve umum Nur Talebeleri, Demokratlara açık bir tavır içinde destek verdi. Partinin yükselme trendine girdiği ve iktidar namzedi olduğu iyiden iyiye anlaşıldı.
Bu gelişmeye paralel olarak, Celal Bayar'ın Cumhurbaşkanı olup Köşk'e çıkacağı, dolayısıyla gönüllerin sevgilisi haline gelen Adnan Menderes'in de partinin başına geçeceği ve Başbakan olacağı hususu, kamuoyunun nazarına sunuldu.
Nitekim, aynen öyle oldu. Genel seçimlerin hemen ardından yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimini Bayar kazandı. Menderes ise, DP'nin yeni genel başkanı oldu ve kabineyi kurmakla vazifelendirildi.
Demokrat Partinin, halkın teveccühüne mazhar olup iktidara gelmesini "Eski Ahrarların dirilişi" şeklinde (Beyanat ve Tenvirler, s. 202) değerlendiren Üstad Bediüzzaman, hayatının sonuna kadar da bu köklü siyasî misyon hareketini desteklemeye devam etti. Öyle ki, başlarına gelecek mukadder felâketleri vefatından önce hissettiğinde bile "Vatan, millet ve İslâmiyet nâmına" telâş edip endişe duyduğunu (Emirdağ Lâhikası, s. 387) açıkça beyan etti.
21.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|