22 Temmuz yorumları
Gelecek beş yılı emanet edeceğimiz siyasî kadroyu yetkilendirmeye bir gün kaldı. Siyasî yarış, hayli hızlandı. Bir kısım dostlar, hâlâ “Demokrat”ları arayadursunlar, halkımız gittikçe artan bir teveccühle Demokrat Partiye yönelişini sürdürüyor.
Bu arada dikkat çekici bazı değerlendirmeler yapıldığına şahit oluyoruz.
AKP’nin demokratlığına Bediüzzaman’ın “ehven-i şer” ölçüsünden delil bulmaya çalışanlar göze çarpıyor. Tabiî ölçünün “hürriyet-i şer’iyeye zemin hazırlama” kısmı unutulunca, kendiyle çelişen açıklama gayretleri indî olmaktan öte bir anlam ifade edemiyor.
Bu açıdan bakınca partilerin, başkanlarının veya kadrolarının birbirlerine göre daha az kötü oluşu gibi bir kıyası Risâle-i Nur’a dayandırmanın anlamsızlığı ortaya çıkıyor.
Gücü yettiği halde anayasayı değiştirmeye cesaret edememek, 28 Şubat zulmünün dayandığı kanun, kararname ve tüzüklere gözü gibi bakmak, din ve dinî özgürlükler alanında tek bir adım atmamak, Anayasa Mahkemesi ve YÖK başta olmak üzere anayasal kurumlar ve cumhurbaşkanlığı ile kayıkçı kavgasına tutuşmak, halkın verdiği sayısal gücü siyaset sahnesinde halkın ve özgürlüklerin lehine kullanmaktansa sivil ve asker bürokrasinin güdümüne girmek, siyasî rakiplerini bir taraftan küçük görüp diğer taraftan Yahudi taktiği ile incitip, “İncitiyorlar” diye bağırmak, anadan doğma Demokratlara demokrasi dersi vermeye kalkmak, dik durulması gereken yerlerde teslimiyetçi davranıp sonuçlardan başkalarını sorumlu tutmak, iş bilmemek, ülkeyi maharetle yönetememek “hürriyet-i şer’iyeye zemin hazırlamak”sa, CHP, AKP’den daha demokrat demektir. Çünkü bu şekilde davranmakta o daha mahirdir.
22 Temmuz tuzakları olarak dikkat çekilen nokta da bu zaten.
AKP’nin, niyetine bakmaksızın bütün çabası, siyasi zeminin olabildiğince hâkim güçlerin kontrolünde kalmasını sağlamaktan başka bir şeye yaramıyor. Rahmetli Zübeyir Ağabeyden nakledilen dini siyasete âlet edenler için kullandığı, “CHP’nin dindarları” nitelemesini doğrulayan söz, tavır ve uygulamalar, AKP kadrolarının genetik kodlarına kazınmış olmalı ki, yapılan her hamlede göze batıyor.
Gelinen noktada, Demokratların yokluğunda AKP’ye kalan siyasî zemin seçim dolayısıyla CHP ve MHP tarafından paylaşılmak isteniyor.
İşte tam da burada “ehven-i şerre” ihtiyaç doğuyor. Çünkü “a’zamü’ş-şer”rin tam göbeğindeki CHP zihniyeti bu iki yakın kutbun (AKP-MHP milliyetçiliği paylaşamıyorlar.) çekim gücünden istifade ederek, görünürdeki zıtlaşmadan nemalanıyor.
Ama ortaya çıkan tabloda susturulmuş, korkutulmuş, hamiyet-i diniyesi zayıflatılmış bir kısım dindarlar “Battı balık yan gider” hesabı içinde AKP vasıtası ile bir taraftan dünya nimetlerini paylaşırken, diğer taraftan, toplumun geniş kesimlerinde din ve dindar aleyhine bir hava oluşması sağlanıyor, ya da var olan böyle bir havanın kemikleşmesine hizmet ediliyor.
Geçen seçimlerdeki tablo, Süleyman Demirel gibi usta bir siyasetçiden mahrum kalan Demokratların giderek güç kaybetmesi ve ortaya çıkan küskünlerin oy kullanmaması, ya da AKP’ye yönelmesi sonucu ortaya çıkan bir durumdu.
22 Temmuz’a giden süreçte, güven veren kadrosu ve güçlü genel başkanı ile Demokrat Parti, bir çekim merkezi haline geldi.
Geçenlerde liberal solcu bir yakınımın oyunu Demokrat Partiye vereceğini söylemesi, bende sürpriz etkisi yaptı. Gerekçesi, terör ve biriken ülke problemlerine, ancak Demokrat Parti kadrolarının çare üretebileceğiydi. Ardından şöyle bir yorum getirdi:
“Aslında AKP’yi doğuran zemin, Demirel’in, Cumhurbaşkanlığını tercih ederek, fiilî siyaseti tecrübesinden mahrum bırakması sonucu oluştu. Geçen seçimlerde 10 milyon oy kullanılmadı. Bunların çoğunluğu, Çiller’in hırçın siyasetine küsen demokratların, bir kısmı da Baykal’a kızan solcuların oylarıydı. Şimdi bunların Demokrat Partiye yönelmesi beklenmelidir.”
Son günlerdeki ciddî ve tutarlı anketler de bu durumu doğrular niteliktedir.
Allah milletimiz ve memleketimiz için bu seçimleri hayırlı kılsın, kılsın da; şu “hâlâ Demokrat” arayanlar beni düşündürüyor: “Bu arayış sandık başına kadar sürer mi?” diye…
|
Oğuz UMURCA
21.07.2007
|
|
Akdeniz Birliği’ne lider olmak
Fransa’nın çiçeği burnunda Cumhurbaşkanı, Akdeniz Birliği fikrini savunuyor. Akdeniz Birliği’nin kurulmasını istiyor. Bunu savunurken de bir şey daha söylüyor: “Türkiye, Akdeniz Birliğine liderlik yapabilir.” (Yeni Asya 10.07.2007) Gerçi haber çıkalı hayli zaman geçmiş ancak anlaşılıyor ki, bu ve buna benzer haberler hiçbir zaman gündemden düşmeyecek. Türkiye’de yaşayanlar için İslâm ülkeleriyle ilgili her haber dikkat çekmeye devam edecek.
Nitekim, ilk duyuşta insanın hoşuna giden bir görüş. Türkiye’nin tekrar eski haşmet ve şevketine kavuşması, Orta Doğuda üstünlüğü -yüz sene sonra da olsa- yeniden ele alması insanı memnun eder.
Akdeniz Birliği fikrini bir yana koyalım, Türkiye ile ilgili görüşleri bizim için önemli. Sarkozy, neden Türkiye’nin “lider” olmasını istiyor? Yani, AB ile müzakerelere devam eden ve bayağı mesafe almış olan bir ülke için bu ifadeler ne anlam taşıyor? Gerçekten Türkiye’nin hayrına mı?
Biz şunu biliyoruz ki, ne Fransa halkından ne de Fransa Cumhurbaşkanından bizim hayrımıza olacak bir fikrin savunulması kolay değil. Peki o zaman amaç nedir?
Aslında, bir değil birkaç amaç vardır. Yani, bir taşla birkaç kuş vurulmak istenmektedir. Öncelikle bu fikir Türk kamuoyunun yönünü başka tarafa çekmek gayesi güdüyor. Türk halkına zımnen deniyor ki, ‘sizin için başka alternatifler de var. Akdeniz Birliğine (ki, hepsi Müslüman ülke) lider olmak varken, gidip AB’ye kuyruk olmak doğru mu?’ sorusunu ister istemez akla getiriyor. Böylece Türk Hükümetinin arkasındaki desteğin azalması amaçlanıyor. Hem, dünya devletlerinin nazarını Türkiye’ye yönlendiriyor. Yani, Türkiye’nin önü kesilmezse hiç beklenmedik bir anda süper bir ülke olarak herkesin karşısına çıkabilir. O sebeple şimdiden önünün kesilmesinin gerektiği bu şekilde söylenmeye çalışılıyor. Bu sayede düşmanlarımızın artması da amaçlanıyor olabilir. Ayrıca, bu mesajın Fransa halkına yönelik bir tarafı var.
Akdeniz Birliği fikri akla hoş gelse de hakikatte gerçekleşme ihtimalinin zayıf olduğu söylenebilir. Birliğin kurulması için öncelikle bu ülkelerin tam demokrasiye geçmesi gerekir. Bunun için de 1- Demokrasi kültürüne sahip olmaları lâzımdır, 2- Gelir seviyeleri yüksek olmalıdır. Kişi başına düşen gelirin 10 bin doların üstünde olması önemli bir şarttır. 3- Eğitim seviyesinin dünya standartlarına yakın olması da önemli şartlardandır. Bilgisiz, bilimsiz böyle bir işe soyunmak “cahil cesur olur” kaidesince duvara toslamak gibi sonuçlar doğurabilir.
Şimdi soralım: Bu ülkeler içinde tam demokrasi ile idare edilen ülke var mı? Diktatör bir ülke ile kim birlik kurmak ister veya buna cesaret eder? Bu ülkelerin gelir düzeyi 3 ila 5 bin dolar arasında olduğu dikkate alınırsa fakir toplumların birlik kurma gibi bir lüksü olabilir mi? Ayrıca, bu birliği kurarken kiminle müzakere edecekler veya hangi ülkenin bilgi ve tecrübe birikiminden yararlanacaklar, hangisinin bilgi birikimi buna yeter? Bu birliği kurarken, yani taramaları yaparken neyi kıstas alacaklar? Türkiye’nin bölük pörçük, henüz uygulaması yapılmamış müktesebatını mı örnek alacaklar? Yoksa AB’yi mi kopya edecekler?
Bütün bunlar gösteriyor ki, Sarkozy, Akdeniz Birliğini savunurken, “kuşa bak kuşa” taktiğini güdüyor. İstiyor ki, Türkiye, AB sevdasından vazgeçsin, sırayla denesin önce Akdeniz Birliği olmazsa, Ortadoğu Birliği o da olmazsa Asya Birliği... Niçin, elbette ki yanıltmak için… Oyalanıp dursun. Türkiye bu oyuna gelmeyecektir.
|
Nurettin HAYAT
21.07.2007
|