Risâle-i Nur mesleğinde siyaset - 2
İbrahim Kaygusuz
Din adına siyasal oluşumlar ve dindar siyasetçiler
“Tam ve hakikî dindar müttakî olanlar, siyasetçi olmazlar. Yani maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebeî hükmüne geçer. Hakikî dindar ise, bütün kâinatın en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir diye siyasete, aşk-ı merak ile değil, ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakikata âlet etmeye—eğer mümkünse—çalışabilir. Yoksa, baki elmasları kırılacak adi şişelere âlet yapar” (Emirdağ Lâhikası-I, s. 57)
Bediüzzaman’ın bu yorumu paralelinde çok önemli bir mesele karşımıza çıkıyor: Din adına ortaya çıkmak veya dindarlık kisvesi ile siyaset yapmak.
Din adına ortaya çıkmanın ötesinde şimdiye kadar nazarlardan uzak tutulan bir başka gerçek şudur: Dindar insanların siyaset yapması!
Böyle bir anlayış Said Nursî tarafından teşvik görmemiştir.
Bu anlamda toplumumuza yerleşmiş ve arzulanan ‘dindar siyasetçi” profili aslında Said Nursî’nin dünyasına uzaktır.
Çünkü, “maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebeî hükmüne geçer.” Yani, “Tam ve hakikî dindar müttakî olanlar, siyasetçi olmazlar”
Peki dindarlık kisvesi ile siyaset yapılırsa ne olur? Bu durum, beraberinde dinin uhrevî ve kudsî hakikatlerini dünyevîleştirme tehlikesi doğuracaktır.
Fiilen siyaset yapan dindarların başörtüsü noktasındaki tutumları bu mânâda çok manidardır!
Said Nursî, siyasetin dinsizliğe âlet olmasına karşı çıktığı kadar, dinin siyasete âlet edilmesine de karşıdır.
Onun arzu ettiği formül; siyasetin dine hizmetkâr, âlet ve dost yapılmasıdır.
Osmanlı’nın son dönemlerinde bir kısım mahfiller, cumhuriyetin kuruluşundan 1950’ye kadar da rejimin baş aktörleri, siyaseti dinsizliğe âlet etmişlerdi.
Bu durum her iki dönemde bir kısım dindar insanların, dini siyasete âlet etmeleri sonucunu doğurmuştur.
Osmanlı, Meşrûtî hükümet, tek parti hükümeti ve çok partili dönemlerin hepsinde yaşayan Said Nursî, bu dönemlerin hiçbirisinde dini siyasete âlet etme tavrını tasvip etmemiştir.
Nursî, 1956 tarihinde 45 sene evvelki bir eserini (Şam Emevî Camii’nde 1911 tarihinde irad ettiği ve sonra kendi kaleminin yadigârı olarak Türkçe’ye çevirdiği “Hutbe-i Şamiye” eseri) yeniden gözden geçirirken eklediği bir Haşiye’de şöyle der:
“Ey kardeşlerim! Kırk beş sene evvel eski Said’in bu dersinden anlaşılıyor ki: O Said siyasetle, içtimaiyât-ı İslâmiye ile ziyade alâkadardır. Fakat, sakın zannetmeyiniz ki; o, dini siyasete âlet veya vesile yapmak mesleğinden gitmiş. Haşa! Belki, o bütün kuvveti ile siyaseti dine âlet ediyormuş. Ve derdi ki: ‘Dinin bir hakikatini bin siyasete tercih ederim.’ Evet, o zamanda, kırk-elli sene evvel hissetmiş ki, bazı münafık zındıkların siyaseti dinsizliğe âlet etmeye teşebbüs niyetlerine ve fikirlerine mukabil o da bütün kuvveti ile siyaseti İslâmiyetin hakaikına bir hizmetkâr, bir âlet yapmaya çalışmış.
Fakat, o zamandan yirmi sene sonra gördü ki, o gizli münafık zındıkların, Garplılaşmak bahanesi ile siyaseti dinsizliğe alet yapmalarına mukabil, bir kısım dindar ehl-i siyaset, dini siyaset-i İslâmiyeye âlet etmeye çalışmışlardı. İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tâbi olamaz. Ve alet yapmak, İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir.
Hatta Eski Said, o çeşit siyaset tarafgirliğinden gördü ki; bir salih âlim, kendi fikr-i siyasisine muvafık bir münafığı hararetle sena etti ve siyasetine muhalif bir salih hocayı tenkit ve tefsik etti.
Eski Said ona dedi: ‘Bir şeytan senin fikrine yardım etse, rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa, lânet edeceksin.’ Bunun için Eski Said ‘Euzu billahi mineşşeytani vessiyaseti (Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım) dedi. Ve otuz beş seneden beri siyaseti terk etti.” (Hutbe-i Şâmiye, s. 41-42)
Said Nursî, din adına ortaya çıkılmayacağına dair en çarpıcı açıklamalarını 1920’li yıllarda yapar.
Savaş ve dünya siyasetinin karmaşık hal aldığı bir atmosferde ve yeni devletin teşekkülü zamanında çok önemli başka meseleler olduğu halde Said Nursî’nin bu meseleye tahşidat yapması çok manidardır.
Rus esaretinden sonra yerleştiği İstanbul’da kendisine “Neden geldin geleli siyasete karışmıyorsun?” diye soran dostlarına şu cevabı verir: “İstanbul Siyaseti, İspanyol hastalığı (bulaşıcı ve öldürücü) gibi bir hastalıktır. Fikri hezeyanlaştırır. Biz müteharrik-i bizzat değiliz, (kendi kendimizi yönlendirmiyoruz), bilvasıta müteharrikiz (başkalarının yönlendirmesi ile hareket ediyoruz). Avrupa üflüyor, biz oynuyoruz.” (Sünûhat, s.64)
Aynı metnin devamında daha enteresan suâller ve cevaplar var:
“-Dinsizliği görmüyor musun, meydan alıyor? Din namına meydana çıkmak lâzım”
“-Evet, lâzımdır. Fakat kat’i bir şart ile ki, muharrik, aşk-ı İslâmiyet ve hamiyet-i diniye olmalıdır. Eğer muharrik ve müreccih, siyasetçilik ve tarafgirlik ise, tehlikelidir. Birincisi hata da etse, belki ma’fudur. İkincisi isabet de etse mes’uldür.
“-Nasıl anlarız?
“-Kim fasık siyasetdaşını, mütedeyyin muhalifine, su-i zan bahanesi ile tercih etse, muharriki siyasetçiliktir. Hem umumun mâl-i mukaddesi olan dini, inhisar zihniyeti ile kendi meslekdaşlarına daha ziyade has göstermekle, kavi bir ekseriyette, dine aleyhdarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmek ise, muharrik-i tarafgirliktir.
“Evet, dine imale etmek (meylettirmek) ve iltizama (taraftarlığa) teşvik etmek ve vazife-i diniyelerini ihtar etmekle dine hizmet olur. Yoksa dinsizsiniz dese, onları tecavüze sevk etmektir. Din dahilde menfi bir tarzda istimal edilmez.” (Sünûhat s. 65-66)
Din adına siyasî oluşumlara girişmenin en büyük tehlikesi yukarıda ifade edildiği gibi ”inhisarcılık”tır. Yani dini sadece kendi malı gibi göstermektir.
Dini, “inhisar zihniyeti ile kendi siyasî meslektaşlarına has göstermek” büyük çoğunlukta din aleyhinde bir meylin ortaya çıkmasına sebep olacaktır.
Böylece yaşama noktasında eksiklikleri olduğu halde ‘Müslüman’ olan büyük kitleler, dini sadece kendilerine özgü gösteren partilerden dolayı dinden nefret edeceklerdir.
Bu büyük bir mes’uliyet olsa gerek!
Nitekim yakın geçmişte bir partiye oy verenlerin sayısı “Müslümanların sayısı” olarak lanse edilmişti.
İslâmiyete hizmet etmek Bediüzzaman’ın ifadesi ile şudur: Kalplerinde az da olsa din hissini taşıyanları Müslümanlığa meylettirmek ve taraftarlıklarını teşvik etmek.
Said Nursî, İslâmiyet güneşinin yerdeki ışıklara âlet ve tâbi olamayacağını söyler. Nursî âlet edilmesi durumunda, İslâmiyetin kıymetinin tenzil edileceğini, dolayısıyla bunun İslâmiyete büyük bir cinayet olacağını ifade eder..
Said Nursî’nin yerdeki ışıklardan kastı; devletler, hükümetler, rejimler ve bu anlamdaki kurumlar ve oluşumlardır.
Kur’ân ve İslâmiyet hiçbir devirde devlet, rejim ve kadroların varlığı ile kaim olmamıştır. Din tamamen İlâhî ve semavî tasarruftadır. Kur’ân âyetinde, “Kur’ânı indirenin Allah olduğu, onu koruyacak olanın da yine O olacağı” açıkça zikredilir.
Siyaset bir san'attır. Siyasete bu anlamda bir misyon yüklenmelidir. Devleti yönetmek teknik bir meseledir. Said Nursî şöyle der: “Saati yapmakta veyahut bir makineyi işletmekte san'atkâr bir Haço ve Berham’ın reyi muteberdir. Şeriat reddetmediği gibi, Meclis-i Mebusan’daki (Osmanlı meclisindeki) mesalih-i siyasiye (siyasî maslahatlar, faydalar) ve menâfi-i iktisadiye (ekonomik faydalar) dahi ekseri bu kabilden olduğundan reddetmemek lazım gelir.” (Münâzarât, Yeni Asya Neşriyat, s. 41)
Şu enteresan sözler de onundur: ”İş ve san'at başka başka olduğu için, fâsık (günahkâr) bir adam, güzel çobanlık edebilir; ayyaş bir adam, ayyaş olmadığı vakitte iyi saat yapabilir. İşte şimdi salahat (salihlik, dindarlık) ve mahareti (kabiliyet), tabir-i âharla (diğer tabirle) fazileti ve hamiyeti, nur-u kalp ve nur-u fikri cem edenler, vazifeye kifayet etmezler. Öyle ise ya maharettir veya salahattir. San'atta ise maharet müreccahtır. (tercih edilir)” (Münâzarât, 56)
Ekonomi, dış politika, imar, eğitim ve sağlık hep siyaset san'atının icra edildiği makamlardır. Dini korumak ve ihya etmek ise başka bir alandır.
Salâhati ve mahareti birleştirebilenlerin sayısı tarihte çok enderdir. Said Nursî, bununla ilgili olarak, Hz. Peygamber ve beş reşit halifeden sonra sadece iki kişinin ismini zikreder: Ömer İbn-i Abdülaziz-i Emevî ve Mehdi-i Abbâsî!
Bu mantıksal kurgu ile Said Nursî, (1911 yılında yazdığı Münâzarât adlı eserinde) Osmanlı gibi dini bir devlette Ermenilerin, kaymakam ve vali olmalarını idrak edemeyenlere şu cevabı verir: “Saatçi ve süpürgeci oldukları gibi (Ermeniler kaymakam ve vali de olabilirler). Zira meşrûtiyet (cumhuriyet, demokrasi) hâkimiyet-i millettir; hükümet hizmetkârdır. Meşrûtiyet doğru olursa, kaymakam ve vali reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır. Gayr-ı müslim reis olamaz, fakat hizmetkâr olur.” (Münâzarât, 79)
***
Din adına ortaya çıkan siyasî partileri hiçbir zaman tasvip etmeyen Said Nursî, buna mukabil din adına ortaya çıkmayan ama din lehinde icraatlarda bulunan ve Müslümanları rencide etmeyen Demokrat Parti’yi; lâhikaları, dersleri ve talebeleri ile desteklemiştir.
Onun partilerden beklediği temel değerler; hürriyet, adalet, hukukun üstünlüğü ve millet iradesidir. Buna mukabil karşı olmaları gereken mefhum olarak da ‘istibdad’ı adres göstermiştir.
İsimlerin değişmesi ile mânâ ve hakikatlerin değişmeyeceğini söyleyen Nursî, siyasî tutumunu dönemsel, konjonktürel ve mevzî olaylara endekslememiştir.
—Son—
|