|
|
Vehbi HORASANLI |
Etme bulma dünyası |
|
Sayın Abdullah Gül’ün Anayasa Mahkemesinden dönen Cumhurbaşkanlığı macerası milletimizin kafasını karıştırdı. Hukuk tarihine geçecek ibret dolu bir kararla Mecliste yapılan oylama geçersiz sayıldı. Güya toplantı yeter sayısı bulunamamışmış.
Fakat geçen zaman içerisinde başörtüsü konusunda Sayın Gül öyle lâflar etti ki seçilemediği için önce üzüldüğüm halde sonradan belki böylesi daha iyi oldu demeye başladım. Zira bu konu büyük bir yara olmaya hâlâ devam ediyor. Ateş düştüğü yeri yakar. Yıllarca bu konuda muzdarip olmuş ben ve cefakâr milletimiz, derin güçlerin meydana çıkardığı sıkıntıları göğüslemeğe devam ediyoruz.
Bir hocamız “Başörtüsü teferruattır” diyerek vicdan özgürlüğüne indirilen darbelere dolaylı da olsa destek olmuştu. Şimdi Gül de öyle sözler söylüyor ki sadece dindar insanlar rencide oluyor. Sanki bu zulmü devam ettirenlerin ekmeğine yağ sürüyor.
Adalet kurumu son dönemde çok yıpratıldı. Gerçi İstiklal Mahkemeleri esnasında olduğu gibi önce infaz edilip sonra yargılama yapılmıyor, lâkin akıl almaz kararlar, siyasî kaygılar nedeniyle verilebiliyor.
Anayasa Mahkemesinin kararından 4–5 yıl önce bu sefer Danıştay’ın ilginç kararlarına şahit olmuştuk. Konunun içinde kendim de dâhil olduğum için bu kararları hatırlayarak atalarımızın “etme bulma dünyası” tabirinin ne derece doğru olduğunu anlatmaya çalışacağım.
Askeriyeden ayrıldıktan sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesinde çalışmaya başladım. O zaman Sayın Erdoğan Başkanlık yapıyordu. Ben ve sayısı yirmiyi aşkın asker kökenli arkadaşım zor şartlar altında hizmet etmeye başladık. Zor diyorum zira önceki yönetim zamanında arpalık olarak yerleştirilen onca kişi belediyeyi talan etmeye devam ediyordu. Bunların tahribatını yeni yönetim ile birlikte azaltmaya çalıştık. Sonunda yolsuzluklar azaldıkça icraatlar parlak bir biçimde görünmeye başladı.
Zaten Erdoğan’ın başbakan olmasında bu dönemde yapılan çalışmaların büyük payı vardır. Her ne ise, 28 Şubat sürecine girince işler aynen şimdiki gibi tuhaflaşmaya başladı. Önce bizim işimize son verdiler. Sebep ise Askerî Şûrâ kararları ile askerlikten atılanlar memurluk yapamazlarmış.
İnanın bu hususu izah etmede çok güçlük çektim. Hani YAŞ sebebi ile işimizden gücümüzden olmayı anlatabiliyorduk da Erdoğan yönetimindeki bir belediyeden atılmayı izah etmekte zorlanıyorduk.
İdarî Mahkemeler imdadımıza yetişti. Yapılan haksızlığı, verilen yirmiyi aşkın kararla bozdu. Yeniden belediyede çalışmaya başladık. Bu arada iki yılı aşan bir zaman geçmişti birçok arkadaş gibi ben de maişet derdi yüzünden yeni bir mesleğe girmiştim. Halen de bu işi sürdürüyorum.
Belediye Başkanı Ali Müfit Gürtuna olmuştu. Fakat yönetimde hâlâ Erdoğan ve ekibi bulunuyordu. Gürtuna, Erdoğan’dan daha fena bir icraat yaptı. Gitti bizleri Danıştay’a şikâyet etti. Halbuki mahkeme kararlarını temyize götürme zorunluluğu hiç yoktu.
Bazı kişiler kraldan fazla kralcı olurlar. İşte biz yeniden mahkemelerde sürünmeye başladık.
Danıştay kendi vermiş olduğu kararlar da dâhil olmak üzere yirminin üzerindeki mahkeme kararını bozdu. Biz de yeniden işten atılmak zorunda kaldık iyi mi…
Allah bir kapı kapar bin kapı açar misali bir çok asker arkadaşım gibi ben de yeni mesleklere döndüm. Fakat yapılan onca haksızlığı da yaşamış olduk.
Yahu korkuyorsun anladık, işimize son verdin. Peki, lüzumsuz yere niçin bizi Danıştay’a gönderiyorsun. Orada çıkacak kararı tahmin edemiyor musun?
Şimdi onlar da anladı Türkiye’de hukuk sistemi nasıl işliyor. Ama biraz geç oldu. İşte sevgili okuyucular Gül’ün başına gelen adalet kazığını biz daha önce yemiştik. Araplar “men dakka dukka” derler. Yani “çalma kapıyı, çalarlar kapını” mânâsında bir söz. Sen, bu insanlar ne yer, ne içer demeden işinden gücünden et. Sonra aynı haksızlığı sana yaptıkları zaman bağırıp çağırıp konuşmaya başla. Var mı böyle şey Allah aşkına…
21.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
DP’ye dönüş |
|
3 Kasım seçiminde AKP’yi iktidar yapan oylar içinde, DYP’den gidenlerin de hatırı sayılır bir yeri vardı. Yıllar yılı AP-DYP çizgisinin kalesi olarak bilinen bazı şehirlerin silme AKP’ye yönelmiş olması da bunu gösteriyordu.
Bunun, her iki partiye bakan yönleriyle farklı sebepleri vardı. Türkiye’yi her alanda alabildiğine derin krizlere sürükleyen Anasol-M ortaklarına duyulan tepkiden, hak etmediği halde DYP’-nin de payını alması bu parti açısından geçerli sebeplerin başında yer alırken, AKP’nin ustaca bir toplum mühendisliği projesinin ürünü olarak yeni ve denenmemiş bir parti görüntüsüyle ortaya çıkmış olması ise onun açısından büyük bir avantaj oluşturdu. Ve 3 Kasım öncesi iktidarının yıpranmışlığı en fazla AKP’nin işine yaradı.
DYP’yi aşağı çekerken AKP’ye yol veren ortak faktör ise 28 Şubat’tı. Bu süreç Refahyol hükümetinin ortağı olması sebebiyle DYP’yi de hedef aldı ve yıprattı. Buna karşılık, iktidarın büyük ortağı olan RP’yi ve ardından devamı olarak kurulan FP’yi kapatırken, bu partide senelerce yönetici olarak görev yapmış, hattâ Refahyol’da bakan olmuş isimlerin Erbakan’la yollarını ayırarak kurdukları AKP’nin önünü açtı.
Seçimden sonra AKP, bir taraftan kendisini DP ve Menderes çizgisinin devamı olarak tanımlamaya çalışırken, diğer taraftan Özal’ı referans gösteren karışık mesajlar verdi. Ama bir konuda netti: Hedefi DYP’yi tamamen tasfiye edip tabanına oturmaktı.
Ve bu hedefi gerçekleştirmek için uyguladığı strateji, genelde DYP’yi yok sayıp kaale almama şeklinde tezahür etti.
Ancak Mart-2004'teki yerel seçimler öncesinde, şu anda gözden düşmüş olan o zamanki Genel Başkan Yardımcılarından biri, “Öncelikli hedefimiz DYP’yi çökertmek” diyerek baklayı ağzından çıkardı.
22 Temmuz seçiminde de hedef değişmiş değil. Bunu, cumhurbaşkanı seçimindeki tıkanmanın faturasını DYP-DP’ye yıkma ve DYP-ANAP birleşmesini sabote edip buradan da bir yıpratma kampanyası çıkarma noktasında sürdürülen kampanyalardan anlamak mümkün.
Ama zaman içinde işin rengi değişmeye başladı. Cumhurbaşkanı seçiminde AKP’nin yaptığı vahim hatalar, Erdoğan’ın fedakârlık ve feragat görüntüsü altında Gül’ü aday gösterip de işler sarpa sardıktan sonra harcayıp ortada bırakması, cumhurbaşkanını halkın seçmesi için son anda çıkarılan pakete Anayasa Mahkemesinden vize almasına rağmen sahip çıkılmaması, işin içinde başka işler olduğunu gösterdi.
Bunlar fark edildikçe, DP’ye karşı sürdürülen “Dindar cumhurbaşkanı seçtirmediler” kampanyasının yıkıcı etkisi izale olmaya başladı.
DYP-ANAP birleşmesinin “fiyasko” ile sonuçlandığı iddiasına dayalı kampanya da, oy tabanı olan ANAP’lı isimlerin DP’den aday gösterilmesi ve birleşme sürecinin tabanda başarıyla sürdüğü mesajının verilmesiyle boşa çıkıyor.
İlâveten, DP’nin seçim kampanyasında verdiği müsbet mesajlar da olumlu karşılık buluyor.
AKP icraatından duyulan hayal kırıklıklarının su yüzüne çıkması da buna eklenince, beş yıl önce DP tabanından AKP’ye giden oyların asıl adresine geri dönüş süreci başladı ve hızlanarak devam ediyor. AKP’den kopan DP oyları iddia edildiği gibi başka partilere değil, DP’ye gidiyor.
21.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mikail YAPRAK |
Hadiseler, gelişmeler ve demokratlar |
|
Yazmak güzel bir şeyse, yazdıklarınızın yansımalarına şahit olmak daha da güzel.. Okur tarafından nasıl algılandığını, nasıl karşılanıp ve nasıl yorumlandığını bilmenin de ap ayrı bir önemi, tadı ve hazzı vardır. Acı bile olsa, yazanın iştahını kabartıyor. Yani tatlı yorumlar göğsü, acı yorumlar iştihayı kabartıyor. Siyasete temas eden bir iki yazımız, mezkûr duyguları acizane bize de yaşattı. Şahs-ı manevi adına göğsümüz kabarırken, iğneleyen ifadeler, dostane serzenişler, mesnetsiz hücumlar da iştihamızı kabarttı.
Derken bir yazımıza daha böyle bir girizgâhla başlamış olduk. Belki de bu, sessiz sedasız bu arenadan çekilmenin bir denemesidir. Belki de devamına izin talebidir. Yani bize göre hava hoş. Dilin kemiği yok, bilgisayarın tuşları da yağ gibi kayıyor. Gürültülü daktilonun tuşlarına benzemiyor. Biz de yağdan kıl çeker gibi yazarız biiznillah.
xxx
Aslında ben nere, siyaset üzerine yazmak nere.. Ne var ki, yazılarıma uzun bir aradan sonra yeniden başlarken, açığımı kapatacak, yokluğumu varlığa kalbettirecek bir eda ile, ses getirecek bir seda ile içeriye dalmak istedim. Dışarda kalan birinin sessiz sedasız içeriye dalması gibi yapsaydım, bizi; yokken “var” zannedenlere, bir de biz varken bile bizi “yok” zannedenleri eklemiş olacaktım. Bu son ifadelerimden az bir “enaniyet” kokusu alınırsa, gıybet rüzgârıyla iade edile. Ve illâ ki “lâtife” kabul edile..
xxx
Mübarek Regaip gecesini, Van’ın Demokrat Parti Milletvekili adaylarıyla Yeni Asya Vakfı Van Şubesinde beraber ihya ettik. Liste birincisi İskender Ertuş Bey “Biz buraya, bu mübarek gecede sizlerle birlikte feyizyap olmaya geldik. Biz hakikî demokratlığı ve hürriyetperverliği sizin duruşunuzda görüyoruz. Bunları size anlatmaya benim gücüm yetmez. Benim babam da Said Nursî hayranıydı ve ben onun hatırasına bir cami yaptırdım. Biz bu dâvânın hizmetkârı olabilirsek bize ne mutlu” dedi. Ondan önce bir arkadaşımızın “Nurcular ve Demokratlar bir hanenin efradı gibidirler, rahat olunuz. Bizi böyle hatimler, namazlar, tesbihatlar ve Kur’ân dersleriyle haşir neşir görenler, oylarımızın din adına ortaya çıkanlara gidecğini zannederler, halbuki bizim oylarımız her zaman demokratlara gitmiştir” şeklinde bir giriş yapması, demokrat adaylarımızı ferahlatmaya yetti.
Biz de acizane Avrupa demokrasisini anlattık. Avusturya Cumhurbaşkanının her sene Ramazan ayında kendi sarayında Müslümanlara, Kur’ân ziyafetiyle, ezanlarla iftar yemeği verdiğini anlatmam, demokrat adaylarımızı hayretten hayrete düşürerek, “İşte demokrasi budur” dedirtti. Ayrıca biz, Üstad Hazretlerinin, Mustafa Kemal riyasetindeki Birinci Mecliste yaptığı konuşmaya temas ederek, Beytüşşebap’ta kaymakama isyan hadisesini aktardık.
Ve biz o mübarek gecede “Ya Rabbi, Resul-ü Ekreminin haber verdiği bu Ahirzaman fitnesi zamanında, her türlü fitnelerden. dessas ve zalimane planlardan, milletimizi, vatanımızı, Âlem-i İslâmiyet ve insaniyeti koru. Ahirzaman Müceddidinin içtimaî ve siyasî görüşünü ve demokratları aziz ve hakim eyle; zelil ve mağlup eyleme, ve bu fikirlere kasten karşı duranları mahçup eyle” şeklinde dua ederek gecemizi ihyaya devam ettik.
*****
“Hadiseler beni de yazar yaptı.”
Merhum Avukat Bekir Berk’in bu sözü hafızamda hâlâ tazeliğini korur. Yani benim yazarlıkla falan alâkam yok, ama “hadiseler” beni bile yazar yaptı, anlamında bir şeydi bu.. Mazlûmları, Nur talebelerini savunmak onun asıl dâvâsıydı. O, bu dâvâsını sözüyle, özüyle anlatıyordu zaten.. O kadar hızlı, o kadar cesur anlatıyordu ki, ne olur ne olmaz kabilinden, kefenini de yanında taşıyordu. Tabiî ki daktilosunu da..
Günü geldi, daktilosunun tuşlarına basarak, gündeme damgasını vuran yazılar yazdı. “Hakkın Zaferi” dedi. “İthamları reddediyorum” dedi. Müfterilerin şerrinden Allah’a sığındı.
Bugün her şey daha bir başka oldu. Her şey daha da kolaylaştı. Tabiî ki bu arada iftiralar da kolaylaştı. Mesnetsiz saldırıların, haksız hücumların, yersiz çamur atmaların bini bir para oldu.
Evet, yüksek dağların başından duman eksik olmaz. Bazı zatlar da paratöner gibi şimşekleri üzerlerine çekerler. Bizim gibi uzaktan bakanlar da seyrederler. Bazen de böyle,—seçim dönemlerinde olduğu gibi—çok uzağında olduğumuz meseleler yakınımıza kadar sokulur. Uzak durmak imkânsız hale gelir. Bulunduğun yerde, kendi çapında sen de “paratöner” olursun. Aman olsun, “yanardöner” olmaktansa, paratöner olmak daha iyi.. Siyaset rüzgârlarına kapılarak, tanınmaz hale gelen şahsiyetleri gördükçe, kırk yıldır çizgisinden taviz vermeyen gazetemiz daha bir kıymetleniyor. Bu çizginin takipçileri, gözümüzde daha bir büyüyor.
Ve hadiseler, ve gelişmeler..
Ve heyecan dorukta..
Bu heyecan parti pıtırtı heyecanı değildir.
Çünkü tarih tekerrür ediyor, hadiselerden ibret alınmadığı için..
İşte bakınız, yaklaşık 60 yıl önce Üstad’ın talebelerine yazdığı şu ifadeler ne kadar taze, ne kadar heyecan verici:
“Hususan oradaki eski tahribatı tamirata başlayan hakikî vatanperverler olan Demokrat namında hamiyetli Ahrarlar, yani hürriyetperverler...”
“Onların muvaffakiyetine çok duâ ediyorum. İnşaallah o Ahrarlar istibdat-ı mutlakı kaldırıp tam bir hürriyet-i şer’iyeye vesile olacaklarl.”
İşte hadiselerin böyle gelişmesi karşısında heyecan duymamız bize çok görülüyor.
21.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zafer AKGÜL |
Siz aşağıda imzası bulunanlar... |
|
Siz aşağıda imzası bulunan kardeşlerime öncelikle en kalbî sevgi ve saygılarımı belirtiyorum. “Demokrat Nurcular” başlıklı internet ortamındaki bildirinizi okuduktan sonra inanın çok şaşırdım. Bu üslûp size ait olamaz, diye çok düşündüm. Ama sizi temin ederim ki, bildiriyi okuduktan sonra size daha önce duyduğum muhabbetten zerre kadar eksilme de olmadı. Üstadımızın Kastamonu Lâhikası’nda yaptığı “Sakın sakın, dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları sizleri tefrikaya atmasın…ilâh..” nasihatları gözümün önüne geldi. Bu yazımdaki kastım sadece ve sadece bildirinizde geçen konularda bir fikir teâtisi ve düşünce mütalâasını kamuoyu önünde serdetmekten ibarettir. Tekrar hürmet ve muhabbetler..
Evvelâ bir takım sıfatları kullanmakla mevsuf olunmuyor. Ölçü, kişilerin ünvanları değil, prensipleridir. Ölçü, şahıslar değil metinlerdir. Üstad her meselede kendisini değil, Risâle-i Nur’u merkeze alıyor, referans olarak Risâle-i Nur’u gösteriyor.
Eskiden Demokrat olanların şimdilerde bir yerlere taşınması gittikleri yeri demokrat yapmaz. Yanlış yerde duran doğru adamla, doğru yerde duran yanlış adamların pozisyonu gibi. Demokrat olmak ayrıdır, demokrat görünmek veya o söylemi seslendirmek ayrıdır. İsimler ve ünvanlar o şeyin zâtını/aslını/özünü fazla değiştirmez. Hatta öz ve asıl isim ve libas değiştirir, hatta ve hatta dejenere bile edilebilir. Bu durumda ne ismi öze, ne özü isme kurban etmemek lâzımdır.
Üstadı ve Risâle-i Nur’u anlamak için ve onun görüşlerini günümüze, geleceğe her alanda uygulayabilmek için tarihe ve tarihteki ana damarlara dönüp bakmak gerekir. Yoksa fecr-i kâzibler bir çok Kutb’u yanılttığı gibi bizi de fazlasıyla yanıltır.
Düşünün ki meseleleri özellikle sosyal/siyasal meseleleri çözmek için, günümüzü, geleceği ve tarihi okumak—bizim okuduğumuz ve tahlil ettiğimiz gibi—kolay ve basit olsaydı tarih bu kadar anlam ve değer ifade etmezdi. Allah, peygamberlerini bu kadar uyarmaz, mücedditler gelmez ve Ahirzaman Mehdî’sine bu kadar önemli görevler düşmezdi. Günümüzün siyasetini okumak bu kadar kolay olsaydı Hz. Ali’nin (ra), dönemindeki trajedileri yaşamaması gerekirdi. Mehdî’nin görevinin, hedefinin ve merhalelere ayrılmış programının bu kadar ağır olmaması gerekirdi. Hatta Hz. İsa’nın (as) ahirzamanda nüzulünün ehemmiyetini, önemini ve gereğini izah edemezdik. Nitekim bu temel şahsiyetleri bilmeyen ve bu ana dâvânın misyonunu görmeyip inkâr eden veya hafife alanların bizzat kendileri o misyonu üstlenmek isterken ne kadar maskara olduklarını hepimiz görmekteyiz.
Tarih geçmişte ne kadar zor, acımasız ve karmaşık bir grafik ortaya koymuşsa, günümüze ve geleceğimize de bir o kadar hatta daha girift ve acımasız grafikler çizecektir. Geleceğimizi kadere ihale edenlerin geçmişleri kederle doludur. Geçmişlerini keder olarak niteleyenlerin de gelecekleri ilim, irade, sabır, sebat ve metanet sonucu hizmet, çile ve mücadele ile doludur.
Bize düşen, Üstadımızın işaret ettiği gibi, Hz. Ali’den günümüze kadar gelen o ana damarı yakalayabilmektir. Zevkimize, zaaflarımıza, dünyamıza ve hissiyatımıza hitap eden hareketler korkarım ki ahiretimize de zarar verir.
Zaman kırıp dökmeden, çelişkiye düşmeden, kul hakkına girmeden ve telâfisi imkânsız maceralara girmeden istikamet üzere yürümek zamanıdır.
21.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Son gün vaadleri unutulmasın! |
|
Geçmiş seçim dönemlerine göre ‘kısa’ süren bir seçim kampanyasına şahit olduk. Her seçim sürecinin meşhur ettiği kişi ve kavramlar olduğu gibi, bu yılki seçim kampanyalarında da meşhur olan kişi, kavramlar ve vaadler oldu. En meşhur vaad, “Mazot 1 YTL olacak” şeklinde özetlenebilen ekonomik vaadler oldu.
Ekonomi ile yatılıp, ekonomi ile kalkılması 12 Eylül 1980 ihtilâli sonrası uygulanan politikaların bir sonucudur. İhtilâl yönetimi önce milleti fakirleştirdi, sonra da maddî refahı ‘ulaşılması gereken hedef’ olarak Türkiye’nin önüne koydu. Maddî anlamda zenginleştiğimiz halde, ihtiyaçların çoğalması sebebiyle gerçek anlamda fakirleştik. Geçmiş yıllara nisbetle daha fazla kazanan ve ‘babalarından daha zengin olanlar’ bile sahip olduklarıyla iktifa etmeyip kendilerini ‘daha çok kazanma’ya adadı.
Seçim süreci devam ederken ifade etmeye çalıştığımız gibi, 2007 yılının seçim kampanyasında yer alması gereken asıl ‘vaadler’ ne hikmetse yer almadı. Türkiye’nin önünü tıkayan ve ufkunu karartan ‘yasaklar’ hâlâ devam ediyor ve bu yasakların kaldırılması yönünde (DP hariç) ciddî vaadlerde bulunulmadı. Hele hele, Avrupa Birliği üyeliği noktasındaki hedeflerin seçim meydanlarına taşınmaması, bu konuda vaadlerde bulunulmaması büyük bir eksiklik.
Oysa bir önceki seçim döneminde seçim meydanlarında bu konular tartışılarak oy istenmişti. Gerçekte de AB üyeliği konusu, siyasî parti liderlerinin ilgilenmesi gereken konuların başında olmalı değil miydi? “Türkiye’yi AB üyeliğine biz taşıdık, biz taşırız” diyen bir konuşmaya şahit olmadık.
“Millet ‘ekmek’ derdinde, AB’yi unuttu” diyenler olabilir. Böyle bile olsa, bunun ‘suç’lusu da yine siyasî partilerdir. Siyasî partilerin bir görevi de Türkiye ve dünya gerçeklerini kamu oyuyla paylaşmak değil mi? AB üyeliği konusu Türkiye’nin ‘âlî menfaatleri’ arasında yer alıyorsa, bunun millete de anlatılması gerekmez mi? Siyasî partilerin bu konuda “Görmedim, duymadım” tavrı yanlış.
40 milyonu aşkın seçmen, nasip olursa yarın sandık başına gidecek. Vicdanlarla baş başa kalındığında bu konular da hatırlanırsa ne âlâ. Yok, sadece ‘Karnım nasıl doyar?’ endişesiyle tercih yapılırsa, maksadın aksiyle tokat yemek de mümkün.
Şunu bütün ‘seçmen’lerimizin hatırlaması lâzım: “Önce ekmek” değil, “önce hürriyet” diyemedikten sonra ‘düzlüğe’ çıkmamız zor. Türkiye’de de, dünyada da ‘önce ekmek’ demek bizi belki ‘ekmek’e ulaştırır, ancak ‘hürriyet’ olmadıktan sonra ‘ekmek’ de elimizden kayar gider. Öyle olmasa, “Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” diyenler kazanır mıydı?
Keşke, milletin reylerine talip olan siyasetçiler de bu sırrı anlasa ve son dakika vaadlerinde bu temel konulara dikkat çekse... Keşke...
21.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Kutuplaşmaya değil, uzlaşmaya |
|
Yarın sandık başına gidiyoruz. Yaz aylarının en sıcak günlerinde yapılan seçim çalışmalarının neticesi yarın akşam belli olacak. Aylardır yükselen meydanların tansiyonu düşerken, tansiyon sandığın açılmasını bekleyen partilerde yükselecek. Millet sandığa giderek hem hükümet modelini hem de 11. Cumhurbaşkanını belirleyecek.
Geçtiğimiz hafta iyice sertleşen, hatta hakarete varan tartışmalarda siyasetçiler son kozlarını oynadılar. Son mesajlar da bugün verilecek ve yarın akşam saat 21.00 beklenecek… Bu saatten sonra bazıları hüsrana uğrayacak -istifasını verenler dahi olacak- anketlere kananlar en son sözün milletin sözü olduğunu görecek. Siyaset mühendisleri seçim kampanyalarında yaptıkları koalisyon hesaplarının tutmadığını, millet adına hesaplar yapılamayacağını izleyecek. Bazıları ise çalışmasının semeresini alacak. Yani, Türkiye Pazartesi günü farklı şeyleri tartışıyor olacak.
***
Millet seçim meydanlarında hangi partilerin eski alışkanlıklarını sürdüreceklerini, hangilerinin ise meselelerine çözüm üreten söylemleri dillendirdiklerini ve samimiyetini gördü.
Cumhurbaşkanlığı konusunda başta “uzlaşma” aramayanlar, uzlaşmayı ağızlarına aldılar. Hükümet olduklarında terörist başını idamdan kurtaranlar, meydanda yağlı urganlar attılar. Seçimden önce politikasını “uzlaşmama” ve “kargaşa” üzerine kuranlar bu yüzlerini tekrar gösterdiler. Millet “uzlaşma” diyenlerin seçimden sonra da bu tavırlarını göstereceklerini ibretle izledi.
“İbret” demişken bu hafta içinde yaşanan ibretlik bir olaydan bahsetmek gerekir. Bu olay Cumhuriyet gazetesinin, ulusalcıların ve siyaset mühendislerinin parlatmaya çalıştığı MHP’nin gerçek yüzünü de ortaya koydu. MHP yönetiminin parti vitrinine yerleştirdiği isimlerin başında gelen emekli Büyükelçi Gündüz Aktan’ın dinî konularda ileri sürdüğü çarpık fikirler bu kesimin gerçek kimliğini ortaya çıkardı. Başörtüsüne sataştı, ‘Kur’ân’ın bazı âyetlerinin artık hükmü geçerli değildir” deme cüretini dahi gösterdi.
Bazı eski MHP’liler bu açıklamaları kınasalar da, parti yönetiminden tepki gelmemesi “sükût ikrardan gelir” atasözünü hatırlatıyor. Kaldı ki, geçmiş seçimlerde de meşhur savcı Nusret Demiral, “Ezan Türkçe okunsun!” dememişmiydi. O sözden sonra bu partiyi bara altına atan millet, bunu da gördü ve cevabını yarın verecek.
* * *
Seçim kampanyaları sırasında oluşturulan “kazanan da belli, kaybeden de” havasının ne kadar gerçekçi olduğu yarın anlaşılacak. Bu havayı yayanların geçmişte olduğu gibi “sürpriz”le karşılaşma ihtimali ise çok yüksek görülüyor.
Şimdi söz sırası millette. Millet yarın kararını verirken, kavgaya, gerilime, zıtlaşmaya, kutuplaşmaya, ipten medet umanlara, kör dövüşü yapanlara, yani milletin sorunlarını çözmek yerine sen-ben kavgası yapanlara değil; uzlaşmaya, kardeşliğe, huzura, terörsüz günlere, başta insan hakları, özgürlükler, din ve vicdan hürriyetini temin edecek, velhasıl meselesine çözüm getireceğine inandığı misyona oyunu vererek, “sürpriz”ini gösterecek.
Yarın artık seçim öncesinde ve seçim sırasında yaşanan karışıklıklara, kavgalara, seviyesiz tartışmalara, karşılıklı restleşmelere karşı “Yeter artık karar milletin…” denilecek.
Yarın herkes susacak, millet konuşacak. Milletin kararından sonra da herkes bu karara saygı göstermek durumunda kalacak.
Burada esas olan, herkesin demokrasinin önemli göstergelerinden birisi olan sandığa gidip oyunu kullanarak demokrasiye sahip çıkmasıdır. Düne kadar kararsızların oranı yüksekti. Bu kararsızlığı bırakıp oylar kullanılmalı ki, sonra şikâyet edilebilmeli. Çünkü, son pişmanlık fayda etmez.
Sandığa gidin ki, demokrasi kazansın… Haydi hayırlısı…
21.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Çok partili ilk genel seçimler |
|
Bundan tam 61 yıl önce bugün (21 Temmuz 1946) Türkiye'de ilk kez çok partili genel seçimler yapıldı.
Genel seçimlere iki parti (CHP ve DP) ile bağımsızlar katıldı.
Netice şöyle oldu: Halkçılar 396, Demokratlar 61, bağımsızlar 7 milletvekili ile Meclis'e girme başarısını gösterdi.
* * *
Tek parti döneminin son genel seçimi (seçim yerine atama demek daha doğru) 1943'te yapılmıştı.
Dolayısıyla, her dört senede bir yapılan genel seçimlerin bir sonraki tarihi 1947 yılı olacaktı.
Ne var ki, 23 yıldır iktidarda bulunan Halkçılar, henüz 6–7 aylık rakipleri olan Demokratların toparlanmasına fırsat vermeden "baskın seçim" kararı aldı.
Bu handikapın yanı sıra, 1946 seçimlerinin, dikkat çekici daha başka yönleri de var. Şöyle ki:
1) Seçim sistemi "Açık oy, gizli tasnif" prensibine dayandırılmıştı. Yani, seçmen vatandaş hangi partiye oy vereceğini jandarmanın ve sandık heyetinin gözleri önünde belirtmek durumundaydı.
Haliyle, bu cesaret isteyen bir işti. Bilhassa, iktidara rakip ve muhalif olan Demokratları tercih etmek, son derece riskliydi.
Nitekim, yurdun çeşitli yerlerinde birtakım hadiseler yaşandı. Bazı Demokratların başına gelmeyen kalmadı.
Bütün bu tehlikelerin göze alınmasına mukabil, sandığa atılan oylar, yine de gizli sayılıyordu. Yani, jandarmanın nezaretindeki sandık heyeti, oy oranlarıyla istedikleri gibi oynayabiliyorlardı. Üstelik, buna karşılık yapılabilecek hiçbir şey yoktu.
2) Seçime katılan partilerin ve bağımsızların oy oranları bir türlü açıklanmadı/açıklanamadı. Zira, seçim sonuçlarıyla o tarihte sadece Adalet Bakanlığı ilgileniyordu. Her şey onun inhisarına verilmişti. O da, kapalı rejimin verdiği bir alışkanlık sebebiyle, seçim sonuçlarının yurt ve iller bazındaki oranlarını açıklamayı tercih etmedi.
3) Bazı milletvekili adayları, o dönemde iki ayrı seçim bölgesinde de listeye girebiliyordu. O aday, aldığı neticeye göre hareket ediyor ve istediği vilayetin milletvekili olma yönünde tercih hakkını kullanabiliyordu.
4) Tek parti rejimi baskıları ve geçiş döneminin bir takım ağır şartları gereği, Demokratlar, seçim kampanyasını ancak birkaç büyük şehirde gerçekleştirebildi.
Demokratlar, meselâ İstanbul başta olmak üzere, nisbeten yabancı muhabir ve gözlemcilerin bulunduğu, bu sebeple ağır jandarma baskısının uygulanamadığı şehirlerde çalışma yapabildiler.
Nitekim, 60 civarındaki milletvekilliğini de yine bu şehirlerden çıkarabildiler. Üstelik, iktidar partisine büyük fark atarak. Meselâ, İstanbul'da CHP'nin 5 milletvekili çıkarmasına bedel Demokratlar tam 18 milletvekilliğini kazandılar. Sebep, buranın Avrupa'nın da gözleri önündeki basın–yayın merkezi ve caydırıcı baskıların en hafif olduğu bir büyük şehir olması...
* * *
Neticede, Halkçıların karşısında yeni bir kadro ve köklü bir misyon hareketi şeklinde ortaya çıkan Demokratlar, 21 Temmuz 1946 seçimleriyle Meclis'e ilk kez adım atmış oldular.
Bu dönemde, DP'nin genel başkanı, eski bir İttihatçı olan Celal Bayar'dı. Menderes ve onun gibi mazbut şahıslar ön planda değildi. Bu durum, halkın destek ve teveccüh derecesini haliyle etkiliyordu.
Bununla beraber, siyaset meydanına çıkan bu yeni hareketin ne mânâya geldiğini bilenlerin sayısı hayli sınırlıydı. Reis olan kişi de tam sevilmeyince, baskı rejimi altında ancak bu kadarlık bir netice sağlanabildi.
1950 seçimlerine gelindiğinde ise, ortaya farklı yeni bazı durumlar çıktı. Meselâ, Üstad Bediüzzaman ve umum Nur Talebeleri, Demokratlara açık bir tavır içinde destek verdi. Partinin yükselme trendine girdiği ve iktidar namzedi olduğu iyiden iyiye anlaşıldı.
Bu gelişmeye paralel olarak, Celal Bayar'ın Cumhurbaşkanı olup Köşk'e çıkacağı, dolayısıyla gönüllerin sevgilisi haline gelen Adnan Menderes'in de partinin başına geçeceği ve Başbakan olacağı hususu, kamuoyunun nazarına sunuldu.
Nitekim, aynen öyle oldu. Genel seçimlerin hemen ardından yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimini Bayar kazandı. Menderes ise, DP'nin yeni genel başkanı oldu ve kabineyi kurmakla vazifelendirildi.
Demokrat Partinin, halkın teveccühüne mazhar olup iktidara gelmesini "Eski Ahrarların dirilişi" şeklinde (Beyanat ve Tenvirler, s. 202) değerlendiren Üstad Bediüzzaman, hayatının sonuna kadar da bu köklü siyasî misyon hareketini desteklemeye devam etti. Öyle ki, başlarına gelecek mukadder felâketleri vefatından önce hissettiğinde bile "Vatan, millet ve İslâmiyet nâmına" telâş edip endişe duyduğunu (Emirdağ Lâhikası, s. 387) açıkça beyan etti.
21.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Demokrat hukukçuların gayri demokratik tarafgirliği |
|
Her topluluk, her cemaat, her cemiyet, her siyasî oluşum veya partide muhalif, radikal, aykırı, ifrat ve tefrit eden küçük bir grup; farklı düşünen fertler bulunur. Bu, psiko-sosyal hayatın tabiî bir sonucudur. Üstelik de sağlık işaretidir. Sağlıksız olan; onların fikren değil; kuvvet ve şiddet kullanarak susturulması veya onların, içinde bulundukları cemiyetin prensiplerini kasten/taammüden çiğnemeleridir.
Elbette, hizmet stratejisini “meşveret, kanaat, vicdan hürriyeti ile seçim” üzerine binâ etmiş Yeni Asya ekolü de bu prensibin haricinde değil. DHD (Demokrat Hukukçular Derneği), onun Risâle-i Nur’a göre DP’yi desteklemesinin hata olduğunu; AKP’yi desteklediğini açıklamış.
Ne var ki, bildiri çelişkilerle dolu. Meselâ, 4. maddede, sık sık vurguladığımız gibi, “Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatı, açıkça gösterir ki, onun sosyal ve siyasal duruşu, ‘pozisyonel’ değil, ‘ilkesel’dir” denilerek gayet isabetli bir tesbit yapılır. 8. maddede ise, “Mehmet Ağar ve DYP (DP) yönetimi özgürlükçü ve demokrat bir refleks ortaya koyamamıştır” denilerek, “pozisyonel”, hatta daha ötesi “şahsiyetçiliğe” indirgenmiş. Ki, Bediüzzaman, asla meseleleri veya partileri “şahıslar ve özel halleri” bazında değerlendirmez. Bu cümleden olarak, DP’nin liderinin Celâl Bayar olduğunu, Bediüzzaman’ın da ona olumsuz baktığını; buna rağmen DP’yi desteklediğini biliyoruz. DP ve lideri M. Ağar bazı hatalar yapabilir veya bazı konularda demokratik refleks ortaya koymayabilir! Bu demokrat olmadığını ve Bediüzzaman’ın şu ölçülerini sarf-ı nazar etmeyi gerektirmez:
* “Zerrâtı günahlardan mürekkep bir hükûmet tamamen mâsum olamaz. Demek noktai nazar (dikkat edilecek nokta) hükûmetin, hasenatı (güzel yönleri) seyyiâtına (kötü taraflarına) tereccühüdür (üstün gelmesidir). Yoksa seyyiesiz (hatasız) hükûmet muhâl-i adidir (imkânsızdır).”1
“Demek, bu dünyada o adâlet-i İlâhiye noktasında muâmele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemiyeten (sayısal olarak) veya keyfiyeten (nitelik olarak) ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki, kıymettar birtek hasene ile, çok seyyiâtına nazar-ı afla bakmak lâzımdır.”2
- “Her bâtıl bir mesleğin herbir ciheti bâtıl olmak lâzım olmadığı gibi, herbir hak mesleğin dahi herbir ciheti hak olmak lâzım değildir.”3
- “Hasenâtı seyyiâtına, sevâbı hatâsına tereccüh edenler, mağfiret ve affa müstehaktırlar.”4
Bu ölçüler, AKP dahil, herkes için geçerlidir.
Buna göre; önce yasakları; sonra DP’nin/demokratların “refleksleri” ile 5 yıllık AKP iktidarının reflekslerini sıralayalım!.. AKP’nin, başörtüsü, imam-hatip ve meslek liseleri katsayısındaki haksızlık, Kur’ân kursu yaş yasağı, YÖK ve diğer bütün dayatmaları, Şemdinli ve benzeri olaylarda gösteremediği ve sistemin, yasakçıların, rejimin her dediğine ‘Âmennâ!’ çeken (muktedir olmadığından, yapamadığından veya yaptırılmadığından hiç fark etmez!) reflekslerini kıyaslayın!.. AKP kaç maddede demokratik refleks gösterememiş?
7. maddede, “Bediüzzaman Said Nursî’nin Demokrat Parti’ye olan desteği, asla ‘çantada keklik’ bir destek olmamıştır. Demokrat Parti’ye de kuruluşu aşamasında, ‘muvazaa’ endişesiyle, Bediüzzaman’ın mesafeli durduğunu görmekteyiz” deniyor. Bu ifadelerin hangi birisini düzeltelim acaba? Bir sefer Bediüzzaman Said Nursî’nin “reyi” her zaman ve açıktan açığa “ahrarlara / hürriyetçilere / demokratlara”dır. Demokratlar siyasî hatalar ettikleri (5816 sayılı M. Kemal’i koruma gibi bir kanun çıkardılar), şahsî kusurları da olduğu halde yine onları açıktan desteklemiştir: Takip edelim:
Vazifemiz siyaseti dine âlet ve dost yapmak,5 demokratlara mânen ve maddeten yardımcı olmak,6 ve onlara bir dayanak noktası olmaktır.7 Baştakilerin başlarında akıl, kalblerinde imân olsun yeter. O vakit işler kendi kendine düzelir.8
Aynı maddede, Demokrat Parti’yi “muvazaalı!” kabul ediyorlar, ama BOP’çuların (ABD’nin İslâm ülkelerinin siyasî yapı ve haritalarını değiştirecek Ortadoğu Projesi) ve Bilderbergçilerin palazlandırdığı ve iktidara ittiği ve yasakçı zihniyetle dirsek temasında olan kartel medyası ve bazı sanayicilerin desteklediği AKP’yi “muvazaasız!” görmek, tarafgirlikten başka şeylerle de izah edilebilir; onlara ileride temas edeceğiz. Kezâ, “Nurcuların oyu DP’ye çantada keklik değil” diyorlar ama; oylarını “çantada keklik”, “ehven-i şer de olsa AKP’ye” teslim ettiler!
Ayrıca, “Bu günkü Demokrat Parti’nin, Bediüzzaman’ın desteklediği Demokrat çizgiyi temsil edip etmediği çok tartışılmaktadır” diyorlar. Ama, AKP’nin nasıl kurulduğu, kimlerin desteğini aldığı; gayr-i demokratik tavırları, iktidar olup muktedir olmaması ortada iken, “demokratlığı tartışmasızdır!” Ki, “Bu konuda zaman hükmünü icra etmiştir ki, şu anki siyasî yelpazede demokratların bir çoğu, Ak Parti’de çalışmaktadır” diyorlar.
Peki, AKP’den kopup, başka partiye gidenler, “AKP’li” olarak mı, demokrat olarak mı çalışıyor? Bu, AKP’nin demokrat olmasına ve desteklenmesine yeter bir delil mi? Nitekim, daha önce “Pazara kadar değil, mezara kadar RP’ye katılan” Aydın Menderes ve benzerlerinin durumu ortadadır. AKP’ye katılan Ertuğrul Günay gibi sosyal demokratların, seçilebilmek için oraya gittiği, AKP’nin de imajını değiştirmek için onları aldığı biliniyor. Sadede gelirsek:
Üstadın Ahrarları/hürriyetçileri/demokratları “destekleme, onlara yardımcı, ihtiyat kuvveti olma, iktidarda tutma” konusunda hiçbir şüphe ve ihtilâf yok. İhtilâf, “kimin demokrat misyonu, zihniyeti” temsil edip, kimin etmediğidir. Yeni Asya ekolü, cemaat/meşveretin (ki, bu arkadaşlarımız Yeni Asya içinde bir grup olarak kendilerini lanse ediyor) görüşü şudur:
AKP, 30 yıldan beri siyasî fikirleri, zikirleri, “Demokrasi küfür rejimidir, demokratlar dalâlettedir, haindir” şeklinde yoğrulan ve din adına ortaya çıkan “millî görüşten” gelmektedir. En azından, yönetici ve sürükleyici omurga budur. Elbette bir zihniyet, “değiştim!” diyerek, “pat” değişip, “çat” demokrasiyi, hürriyeti tam olarak hazmetmesi beklenemez. Araştırmalar da, AKP içinde kendisini demokrat olarak niteleyenlerin yüzde 16,1; Atatürkçü yüzde 10; sosyal demokrat yüzde 3.4; liberal yüzde 2; sosyalist yüzde 1,6 olduğunu göstermektedir.9
Elinde yeterli parlamento çoğunluğu olduğu halde ülkemizin “temel yapısal sorunlarını” düzeltmek için kılını bile kıpırdatmayan; antidemokratik yüzde 10 barajı kaldırmayan; siyasal partilerin demokratikleşmesini sağlayacak ve lider sultasına son verecek değişiklikleri yapmayan; tuzaklarla dolu 301. maddeyi önümüze koyan… Gazetecilere ve karikatüristlere açtığı dâvâların sayısıyla rekorlar kıran Başbakan’ın ve AKP’nin demokrasiyi ne kadar özümsediği ve ne kadar demokrat olduğu düşündürücü değil midir? Bu veriler, AKP’nin yeterince demokratikleşemediğinin ve onu hazmedemediğinin göstergeleri değil mi?
Bazılarının fark edemediği, dikkate almadığı; Türkiye siyaset tarihi ve sosyolojinin ortaya koyduğu şu husustur: “Müstebit-seküler; milliyetçi; din adına ortaya çıkan ve hürriyetçi/demokrat” olarak dört ana akım var. Diğerleri, onların türevleridir. Bu ana akımlar 1908’den bu yana devam ede gelmektedir. Ve bunlardan kopan hiçbir siyasî oluşum, hiçbir hareket başarılı olamamış, yaşamamıştır. Günümüzden başlayarak, ANAP, DTP, SHP, MDP, İslam Demokrat Partisi ve yüzlercesi… AKP’yi de aynı akıbet bekliyor. Bunu fark etmeyen ve maceraya atılan bakışa ferasetli siyaset demem; geçici rüzgârlara kapılan ve menfaat üzerine dönen canavar siyaset derim!..
Öte yandan, Yeni Asya ekolünün hizmet yapılanması sır değildir: Seçilerek oluşan mecliste meşveret edilir; kararlar oy çokluğuna göre verilir. Çoğunluğun aksine fikir beyan edenler de meşveretin kararına uyar. Aksi halde zaten o meşveret olmaz! Şöyle soralım: Azınlık çoğunluğa uymazsa (ki uymalı), çoğunluk azınlığın fikirlerini neden kabul etsin ki!.. Cemaat içinde AKP’ye oy vereceklerin yüzde 10’u bulmayacağı kanaatindeyim. Ki, çoğunun, “Bediüzzama’nın çizdiği siyaset stratejisi nedir?” diye araştırarak tercihini yapmadığının da!.. Her birisinin tercih sebebi farklı. Kimisi şahıslara, kimisi DP’ye kızdığından (Ömer’e buğzetmek için Ali’yi seviyor), kimisi geçici rüzgârlara kapıldığından, kimisi maddî, kimisi manevî makam-mevkî peşinde olduğundan, kimisi başka menfaatleri gözeterek, kimisinin akrabaları o partide, kimisi çevrelerinin baskısına dayanamadığındandır. Dolayısıyla biribirine güç veremezler… Bu saiklerle önce AKP’ye yöneliyor, sonra Risâle-i Nur’dan delil arıyorlar! Nitekim yukarıda ortaya koyduğumuz çelişkili görüşleri bunu gösteriyor.
Bu arada, Yeni Asya’ya/cemaate/meşverete karşı iki ana itiraz seslendiriliyor:
1- Meşveret üyeleri birinin etkisinde kalıyor; dolayısıyla alınan kararlar sağlıksız.
2- Bizimle meşveret edilmedi!
Birinci maddeden çıkan sonuç; 1960’tan bu yana yegâne gayeleri Risâle-i Nur’u okuyup, anlamak, anlatmak, neşretmek olan ve hizmetleri omuzlayan insanları hafife almak; şahısların etkisi altında kalacak karakterde olduğunu düşünmektir. Faraza, durum böyle olsa bile, “başkasının” etkisinde kalmaktansa, “cemaati etkileyecek kadar dahi” olanın ve “şahs-ı manevînin” etkisinde kalmak daha yeğ değil mi? Neden sizin fikrinize taraf olmak demokratik olsun da; fikrin başkası veya cemaatle örtüşmesi durumunda yanlış veya gayr-i demokratik olsun! Size danışılsaydı ve görüşünüz istikametinde karar verilseydi, o zaman sağlıklı olurdu!
İki: Meşveret sistemi ve işleyişi bellidir (Yeni Asya ekolünü kastediyorum). Meşveret heyetlerine seçilen söz sahibi olabilir, fikri sorulur! Ve demokrat kafa, tayinle değil, seçimle gelen kim olursa olsun, onu hazmetmeli. Şalvarlı, çarıklı bile olsa! Ayrıca, “zaman cemaat zamanı olduğu için”, cemaat içindeki herkesin Risâle-i Nur’ları anlayış tarzı da, yorumları da haklılık ve ihlâs nisbetinde zaten şahs-ı manevîde yer alır! Veya, bu kadar yer alıyor; kanaat etmeli!
Peki, farklı düşünceleri, cemaate karşı bildiri ile açıklamayı Bediüzzaman Said Nursî’nin ortaya koyduğu şu prensiplerle te’lif etmek mümkün müdür?
- Meşveret, ferdlerden oluşan cemaatten çıkan şahs-ı mânevîdir.10
- Tâat ise, cemaatle daha efdal ve daha ahsendir.11
- Meşveret-i şer’iyeyle reylerinizi teşettütten muhafaza ediniz. İhlâs Risâlesinin düsturlarını her vakit göz önünüzde bulundurunuz. Yoksa, az bir ihtilâf bu vakitte Risâle-i Nur’a büyük bir zarar verebilir.12
- İçerisinde dayanışma bulunan bir cemaat, durgunlukları harekete geçirir.13
- Mümkün olduğu kadar geçici rüzgârlara ehemmiyet vermeyiniz, bakmayınız. Zaten mabeyninizde samîmî tesanüt ve meşveret-i şer’iye, sizi öyle şeylerden muhafaza eder. İçinizdeki şahs-ı manevinin fikrini, o meşveretle bildirir.14
- Biz, vahdet-i mesele cihetiyle tam bir tesanüde şiddetle muhtacız… Dikkat ediniz, küfr-ü mutlakı müdafaa eden gizli komite içinize parmak sokmasın. Benim komşudaki koğuşa parmağını soktu, beni azap içinde bıraktı. Şimdi siz, mâbeyninizde münakaşasız bir meşveret ediniz. Kararınızı kabul ederim.15
- Nefis ve şeytan, sizi, kardeşinize karşı itiraza ve haklı olarak tenkide sevk ettiği vakit, deyiniz ki: ‘Biz, değil böyle cüz’î hukukumuzu, belki hayatımızı ve haysiyetimizi ve dünyevî saadetimizi Risâle-i Nur’un en kuvvetli rabıtası olan tesanüde feda etmeye mükellefiz. O bize kazandırdığı netice itibarıyla dünyaya, enaniyete ait her şeyi feda etmek vazifemizdir’ deyip nefsinizi susturunuz. Medâr-ı nizâ bir mesele varsa meşveret ediniz.16
- Taassup yerinde hak; ve safsata yerinde bürhan; ve tadlil-i gayr yerinde tevfik ve tatbik ve istişare ederse, dünya birleşse, hak olan mezhep ve mesleğini bir parça tebdil edemez. Nasıl ki, zaman-ı saâdette ve Selef-i Salihîn zamanlarında hükümfermâ hak ve bürhan ve akıl ve meşveret olduklarından, şükûk ve şübehatın hükümleri olmazdı.17
Dipnotlar: 1. Münâzârât, s. 51-52.; 2. Mektûbât, s. 354.; 3. Mektûbât, s. 354.; 4. Münâzârât, s. 13.; 5. Beyanat ve Tenvirler, s. 198.; 6. a.g.e, s. 200.; 7. a.g.e, s. 202; 8. Şuâlar, s. 380.; 9. Yasin Aktay / Yeni Şafak, 14.7.2007.; 10. Kastamonu Lâhikası, s. 102.; 11. Muhakemat, s. 51.; 12. Kastamonu Lâhikası, s. 183.; 13. Hutbe-i Şamiye, s. 10-131.; 14. Kastamonu Lâhikası, s. 95.; 15. Şuâlar, s., 289.; 16. Kastamonu Lâhikası, s. 181.; 17. Muhakemat, s. 32.
21.07.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Nurlu duâlar demeti |
|
Serhat Bey:
*“Büyük Cevşen’de yer alan bölümler nelerdir? Bu bölümler ne zaman, hangi sıklıkla ve nasıl okunmalıdır? Hangi dertlere şifadır?”
Büyük Cevşen adıyla bilinen Hizbü’l-Envâri’l-Hakâikı’n-Nuriye, Nur hakikatlerinden bir nurânî duâlar demetini bir araya toplayan bir duâ mecmuasıdır. Üstad Hazretleri burada bulunan duâ, vird ve münâcatları her gece akşam namazı ile sabah namazı arasında okurdu. Hizbü’l-Envâri’l-Hakâikı’n-Nuriye’yi, Üstad Hazretlerinin gece hayatını özetleyen ve tanımlayan münâcat ağı olarak görmek mümkün.
Hizbü’l-Envâri’l-Hakâikı’n-Nuriye bazı Kur’ân Sûreleri ile başlıyor. Bunlar: Yasin Sûresi, Fetih Sûresi, Rahman Sûresi, Haşir Sûresinin son beş âyeti, Mülk Sûresi, Nebe’ Sûresi ve Bakara Sûresinin son iki âyeti olan Âmene’r-Resûlü. Ardından Kur’ân Sûreleri için bir duâ yer alıyor. Bu duâda, Kur’ân hakkı ve Kendisine Kur’ân indirilen Peygamber Efendimizin (asm) hakkı için Allah’ın kalplerimizi Kur’ân nuruyla nurlandırması, Kur’ân’ı her derdimize şifa kılması, Kur’ân’ı hayatımızda ve öldükten sonra bize dost kılması, dünyada bizi Kur’ân’a yakın, kabirde dost, kıyamette şefaatçi, sırat üzerinde yol gösterici nur, ateşe karşı perde ve örtü, Cennette arkadaş ve bütün hayırlar ve salih ameller için delil ve rehber kılması isteniyor. Ardından kendisine Kur’ân indirilen Peygamber Efendimiz’e (asm) ve onun (asm) şerefli âl ve ashabına salâtü selâm getiriliyor.
Hizbü’l-Envâri’l-Hakâikı’n-Nuriye’de Kur’ân Sûrelerinden sonra yer alan münâcatlar sırayla şöyledir:
Cevşenü’l-Kebir: Büyük evliyâullahın bildikleri ve hususî dairelerinde daima okudukları Allah’ın isimleriyle ilmek ilmek örülmüş bir büyük ve misilsiz duâ hazinesi olan Cevşenü’l-Kebîr’i Bedîüzzaman Hazretleri sürekli okumuş ve talebelerine tavsiye etmiştir. Cevşenü’l-Kebir ile ilgili olarak Üstad Hazretlerinin notu şudur: “Hazret-i Peygamber Sallallahü Aleyhi Veselleme Cebrail Aleyhisselâmın vahiy ile getirdiği ve ‘Zırhı çıkar, bunu oku!’ dediği gayet yüksek ve çok kıymettar bir münâcat-ı Peygamberîdir ki, Zeyne’l-Âbidin radıyallahi anhdan tevatürle rivayet edilmiştir.”1
Evrâd-ı Kudsiye: Her türlü dert ve sıkıntılarımızda bizim Allah’a karşı olan tavrımızda bize tam bir kul hüviyeti kazandıran ve bizi Allah’a yakın kılan, Nakşibendî Hazretlerine ait çok kuvvetli ve tesirli bir duâdır. Üstad Hazretleri bu duâyı, bir salâvat-ı şerife demeti olan Delâli’n-Nur’un ortasında okurdu. Evrad-ı Kudsiye ile ilgili olarak Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin düştüğü notu buraya aynen alıyoruz: “Şah-ı Nakşıbend’in kudsî bir evradıdır ki, Hazret-i Peygamber Aleyhissalatü Vesselâmdan âlem-i mânâda ders almış.”2
Delâli’n-Nûr: Delâil-i Hayrât adıyla büyük evliyâullah tarafından zenginleştirilerek tertip edilen ve okuna gelen çok kuvvetli bir salâvat-ı şerîfenin Üstad Bedîüzzaman tarafından yeniden düzenlenmiş ve zenginleştirilmiş şeklidir. İçinde hemen her salâvattan sonra büyük dertlerimizin devası, Allah’tan yüksek dereceler ve makamlar istenir, dünyevî ve uhrevî cümle âfetlerden ve musibetlerden Allah’a sığınılır, bütün ihtiyaçlarımızın karşılanması, bütün günahlardan arınmamız ve bütün hayırlara ulaşmamız duânın ilerleyen satırlarında istenir. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri bu büyük salâvat metninin adını Delâli’n-Nur koyarak kendisine ve talebelerine hususî bir vird yapmıştır.
Sekine: Bu duâ Hazret-i Ali’den (ra) rivayet edilmiştir. Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl ve Kuddûs isimlerini işleyen on dokuz âyet cümlesinden ibarettir. Âyetler on dokuzar harfle alınmıştır. Sekine duâsı Üstad Bedîüzzaman’ın tavsiyesi ile “On dokuz defa okunur.” Üstad Hazretleri tarafından özellikle ahir zaman fitneleri karşısında manevî bir kalkan hükmünde görülmüş ve okunmuştur. Okuyan kimse manevî bir huzur ve sekînet hali bulur, Allah’ın izniyle korku, endişe ve tehlikelerden kurtulur.
Münâcat-ı Veyse’l-Karânî: Veysel Karânî Hazretlerinin çok kuvvetli bir duâsıdır. Bu münâcat, Risâle-i Nur’un önemle işlediği “acz, fakr, şefkat ve tefekkür” mesleğine uygun duâ cümlelerinden meydana geliyor. Üstad Bedîüzzaman daimî bir virt olarak kabul etmiş, kendisi daima okumuş ve talebelerine de tavsiye etmiştir.
Dua-i Tercüman-ı İsm-i Azam: Bu duânın aslı vahiyle Peygamber Efendimiz’e (asm) hediye edilmiştir. Allah’ın isimleri şefaatçi kılınarak Cehennem azabından Allah’a sığınmamızı sağlayan bir duâdır. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri sabah ve ikindi namazlarından sonra okunacak şekilde Namaz Tesbihatına almıştır.
Dua-i İsm-i Azam: Allah’ın isimlerinden bir demet olup, aslı vahiy ile Peygamber Efendimiz’e (asm) bildirilmiştir. Üstad Hazretleri bu duayı öğle, akşam ve yatsı namazlarının Namaz Tesbihatına dâhil etmiştir.
Münâcâtü’l-Kur’ân: Bu duâ Hazret-i Osman’ın (ra) her bir Kur’ân Sûresinin çok önemli vurgularını bir duâ cümlesi haline getirerek tertip ettiği bir münâcattır. Hazret-i Ali (ra) tarafından rivayet edilmiştir.
Tahmîdiye: Sekîne’de geçen Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl ve Kuddûs isimleri esas alınarak, bu isimlerin duâ makamında bir tefekkür dersi mahiyetinde Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin tertip ettiği bir duâdır. Maddî ve manevî bütün hastalıklar esnasında Allah rızası için okunur. Çok kuvvetlidir.
Hulâsatu’l-Hulâsa: Bir tevhid dersi olan Âyetü’l-Kübra Risâlesi ile bir tefekkür münacatı olan Hizb-i Ekber-i Nûrî’nin özü olarak Otuz Üç Tevhid Kelimesinin bir özeti mahiyetinde bizzat Hazret-i Üstad tarafından tertip edilen bir tefekkür münâcatıdır.
Tazarru ve Niyaz: Burada yer alan duâlar Üstad Bedîüzzaman’ın Eski Saîd’den Yeni Saîd dönemine geçtikleri esnada yaptıkları münâcatlardır.
Cenâb-ı Hak duâ ve niyazlarımızı kabul buyursun. Âmin...
Dipnotlar: 1- Hizbü’l-Envâri’l-Hakâikı’n-Nûriye, s. 30., 2- Hizbü’l-Envâri’l-Hakâikı’n-Nûriye, s. 76.
21.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Çivi ve oy |
|
Yunanca halk: “demos.”
Yine “Yunanca” idare: “kratos.”
“Demos-kratos.”
Kökü eski Yunan kültürüne kadar uzanan “demokrasi” kavramı o çağlarda günümüze çeşitli mânâ ve muhteva değişikliğine uğrayarak gelmiş.
Yine eski Yunan kültürüne göre bu kavram şöyle ifade edilir:
“Devlet, bir azınlığın değil, çoğunluğun yararına göre idare edildiği için, bu idare şekli demokrasi adını almıştır.... Nihayet hiç kimse, fakirlik ve sosyal durumun karanlığıyla engellenmez...”
ABD’nin eski başkanlarından Abraham Lincoln, demokrasiyi:
“Halkın halk tarafından, halk için idaresi...” olarak tanımlar.
İngiliz Başbakanı Churchill’e göre ise:
“En iyi idare şekli değil, ama kötü tarafları en az olan bir idare şekli.”
Demokrasi, liberal Batı toplumunun simgesi...
Dünyanın neresinde yaşıyorsanız yaşayın, her ülkenin kendine ait bir demokrasi sistemi var.
Seçim: Demokrasiyi işler hale getirmek için yapılır.
Kimi “demokrasi” inkıtaa uğrar. Ama çoğu zaman halk iradeyi ele geçirir ve “demokrasi” tıkır tıkır çalışır.
*
Seçim yaklaştı. Heyecan dorukta.
Bir gün sonra sandık başında olacağız nasipse.
Mecliste kaç parti olacak/olmayacak bu parlamenterleri ilgilendirir.
Beni ilgilendiren konu:
Oy.
Siyasî liderler meydan meydan dolaşıp seçmenlerden oy istedi.
Yani benden.
Demokrasiyi işleten bir “fert” olarak, kimi liderleri gözlemledim.
Liderleri kürsüden dinledim. Televizyon programlarından takip ettim. Liderlerin kitlelere hitap ederken heyecanla kullandıkları “kelimeler” kimi özenli, kimi özensizdi. Ruh hali, psikolojisi, kitleleri etkileyişi... performansı...
Bir lider için kürsüden konuşmak kolay. Acaba kaç lider, kürsünün öte tarafına geçip kendini dinledi, yokladı veya not verdi.
Bir fert olarak liderleri yokladım, not verdim.
Yarın, nasipse o not, sandıkta mühürlenecek.
Ve ben, demokrasi mekanizmasını işletmek için sandık başında olacağım.
Hikâyeyi biliyorsunuz:
Bir çivi, bir nalı... Bir nal, bir süvariyi... Bir süvari, bir orduyu... Bir ordu, bir ülkeyi kurtarır.
Bir çivi ve oy.
Kimbilir, belki sizin bir “oy”unuz demokrasiyi kurtaracak.
21.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
S. Bahattin YAŞAR |
Morali bozulasıcalar |
|
Gel, gül, geç bunlara
Efendim insanlar gerçekten farklı farklı. Kendilerini insanların morallerini bozmaya adamış insanlardan tutun; felâket tellâllarına, yaygaracılara, huzur bozuculara, dedikoduculara kadar var da var. Ve biz böyle insanlarla birlikte yaşıyoruz hayatı. Bazen yanı başımızda bir eş, bir çocuk, bir kaynana, bir akraba; bazen de işyerinde patron, mesaî arkadaşı, alış veriş yaptığımız bakkal; hatta daha öte-lerde ana muhalefet partisi li-deri, bir şeyleri yapamadığını itiraf edemeyen başbakan, işinin dışında her şeye karışan paşalar… Birisi bir kişinin moralini yok ederken; bir diğeri bir ülkenin moralini, enerjisini yok etmektedir.
Neredeyse özel beceri kurs-larına katılıp, anormalleştirme sertifikaları almış gibi eğitimliler beyefendiler, hanımefendiler.
Yine bir takım insanlar, çok güzel yapılmış işlerde, çok anlamlı atılmış adımlarda, projelerde, hizmetlerde kusur bulma konusunda hep bir numara olan tiplerdir. Yani onlar adeta eleştirel düşünce üretme konusunda kendilerinden daha iyi bir eleştiri yapan olduğunda kahro-luyorlar, kıskanıyorlar ve ‘Bu eleştiriyi neden ben yapmadım’ diye adeta çatlıyorlar.
Yelkenleri hemen bırakmamalı
Böyle insanlara karşı, seyirci olmak ve dinleyici konumda kalmak onlara müthiş zevk veren bir şeydir.
Benim moralimi bozmaya çalışan bir insana karşı, kurduğu cümleleri önce dinliyorum, sonra da ona, ‘Senin için çok üzgünüm. Gerçekten böyle bir düşünce içerisinde olmak, seni ciddî şekilde rahatsız ediyordur.’ diyorum. Ve onu da kapsayan bir çözüm önerisiyle, ‘gel, gül, geç, bunlara’ diyorum.
Adam cidden şaşırıyor. Atağı sonuç vermediği için üzülüyor, ama cazibeli karşı taktiğe de duyarsız kalamadığı için, biraz sonra bana katılıyor ve ‘gülümsüyor’. Biraz sonra, sanki az önce konuşan kendisi değilmiş gibi bir halet-i ruhiye içerisine giriyor.
Anlıyorum ki, her cümle, bizim toprağımıza uygun çiçek açıyor.
Her tenkide müsaade etmemek
Yine bir takım insanların kendileriyle adeta bütünleştirdikleri ‘eleştirel duruşlar’ dikkat çekiyor.
Eleştirmenin güzel tarafları var tabiî. Hele hele yapıcı eleştirilere sürekli açık durmak gelişmenin de bir yoludur.
Ancak hemen her meselede, kendisine düşen her söz hakkında, artık herkes ondan ‘bakalım nasıl bir eleştiri yapacak’ diye beklenir hale gelinmişse, bu kişi taşımış olduğu bu düşünce yapısı ile kısa zamanda kendi kendini yer hale gelecektir.
Özellikle yapılan tenkitler kendi-mize yönelik ise ve tenkitleri de hak etmiyor isek; bu yapılan tenkitleri değil kabul etmek, dinlemek bile gereksizdir. Eleştiri hakkı, kişiye yıkma hakkı vermez.
Böyle ortamları değiştiremiyor isek, terk etmek, en basit çözüm önerisidir.
Size bu konuda katılmıyorum
Konusu ve konumu ile ilgili haddi aşan insanlara karşı, ‘Size bu konuda katılmıyorum’, ‘Ben böyle düşünmüyorum’ cümlelerini, bir ‘kişisel hak’ olarak görmek ve söylemek çok önemli bir mesajdır.
Görüş ve düşüncesini kendilerine saklayanlar, çekimser kalanlar aslında yanlışın zemin bulmasına yardım ediyorlar demektir.
Geçenlerde, sürekli ilişkiler içerisinde bulunduğumuz beyefendi, açtı ağzını yumdu gözünü. Anlaşılan birisine fena halde kızmıştı.
Ona, ‘bir kişinin, sadece bir zaman diliminde, sadece bir organıyla yaptığı bir yanlışına odaklanarak, o kişinin bütün hayatına o yanlış penceresinden bakmak ve değerlendirmek doğru olmasa gerek’ dedim.
Kısa sohbetin biten cümlesi, ‘aslında haklısınız’ şeklindeydi.
Diyeceğim o ki, aklımıza, mantığımıza, inancımıza uymayan meseleleri seslendiren insanlara karşı, ‘Size bu konuda katılmıyorum.’ demek çok önemli, adeta ‘varlığımızı anlamlı kılan’ bir cümledir.
Her şeyin bir sebebi var
Tabiî ki sırf laf olsun diye böyle bir halet-i ruhiye taşımıyor insanlar. Haliyle onu etkileyen, onu böyle olmaya sevk eden bir takım sebepler bulunmaktadır. Bunlarında başında, ‘vatanı kurtaramama’, ‘âleme bir nizamat verememe’ gibi, elinin yetişmeyeceği meselelerde topyekün bir çözüm arayışı ve beklentisi gelmektedir.
Oysa ki ‘yüzde bir’lik bir gelişme çok önemli bir gelişmedir.
21.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|